1929 Krizi Avrupa’ya Atlıyor – Ekonomi (7)

TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER 
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri

‘20li yılların “kükreyen” Amerika’sını dize getiren, Amerika’nın çehresini değiştiren 1929 Krizi ve onu izleyen Büyük Çöküntü gezegenimizin en büyük ekonomik buhranı olmakla kalmadı, bir de “faşizm” namındaki uğursuz uygulamayı sardı dünyanın başına. Büyük Çöküntü’den olmasaydı, Almanlar Hitler’e mahkûm kalmayabilirlerdi. Deutschland, Deutschland über alles!!! Almanya, Amerika’dan çok farklı bir ülkeydi.

Amerika, dünyanın demokratik bir anayasa ile kurulan ilk devleti, Almanya ise 1918’e kadar bir imparatorluk. II. Wilhelm ve onun ünlü şansölyesi mutlakiyetçi-muhafazakâr Bismarck tarafından özenle yönetilen bir imparatorluk. İki ülke arasında ciddi anlayış ve görenek farkları vardı. Örneğin, Başkan Roosevelt’in 1933-37 yılları arasında uyguladığı New Deal programına kadar Amerika’da siyasi güç, özel sektörün tekelindeydi; hükümeti sanayiciler ve işadamları yönlendirirdi. Washington’un ekonomi yönetimine ağırlığını koyması Büyük Çöküntü’den sonra. Oysa Berlin… Berlin, başkent olduğu 1871’den itibaren, II. Reich’ın siyasi ve iktisadi merkezi. Alman ticaret ve bankacılığının beşiği. Ayrıca, Alman milliyetçiliğinin, Alman aydınlarının en önemli entelektüel kalesi. Amerikan halkı başından beri liberal kapitalizme, “laissez faire”e, yani “devlet ekonomiye müdahale etmesin” öğretisine inanmış bir halktı.

Eğitimden, emniyete kadar ne yapılacaksa biz kendimiz yaparız diyen bir halk. Almanlar ise, liberalizmden komünizme kadar hemen her ekonomik sistemi tartışan, hemen her ekonomik sistemi benimsemeye hazır kesimlere bölünmüş bir halk. Büyük düşünürler ülkesi. Karl Marx’ın vatanı Almanya. Friedrich Engels’inki de öyle. 1916-1922 yılları arasında sanatta ve edebiyatta hakim olan “Dadaist” akım o kuşağın imparatorluk kültürüne duyduğu nefreti simgeler. Dadaistler, “burjuva” dedikleri sanata duydukları nefreti eserlerinde geleneksel kuralları çiğneyerek belirtmeye çalıştılar. Deyiş yerindeyse putları kırıyorlardı.

Teorik akıl hocaları Karl Korsch’tı. Yirmili yılların önde gelen Alman marksisti, Karl Korsch. Aynı yıllarda Amerikalılar caz dinliyorlar, borsa ile yatıp borsa ile kalkıyorlardı. Alman geleneği ekonominin merkezden yönetilmesine yatkındı. Farklı ölçülerde olmakla birlikte bu, Bismarck’ın 2. Reich’ında da böyle olmuştu, onu izleyen Weimar Cumhuriyetinde de, Hitlerin nazi rejiminde de. Yine Amerika’dan farklı olarak, Almanya’da demiryolları, posta, telefon-telegraf ve enerji kuruluşları devlete aitti. Gaz, su gibi kamu hizmetleri gören şirketler de öyle. “Belediye sosyalizmi” denilen bir sistem yaygındı. Bir şehir ya da eyalet yönetimi reel üretime katılabiliyor, meselâ madencilik yapabiliyordu. Meselâ, Alman ulusal bankası Reischbank, şahıs malıydı ancak başkanı ve yönetim kurulu üyelerini imparatorun bizzat kendisi atıyordu. Şirket sahiplerinin yönetimde söz hakkı yoktu. Öte yandan, ekonominin merkezden yönetilmesinin yararları da var, zararları da. Yararlarından birisi kriz dönemlerinde kaynakların hızla harekete geçirilebilmesini mümkün kılması, ikincisi, dev yatırım projelerini devreye sokarak işsizliği kısa zamanda önleyebilmesi. Zararları ise merkezden verilen kararların çoğu kez politik mülahazalarla, ekonomik olmayan kriterlere göre verilmesi, kaynakların doğru kullanılmaması, ziyan edilmesi.

Alman geleneği ekonomik kaynakların ulusal çıkarları koruyacak şekilde yönlendirilmesi şeklindeydi. Almanya, dünyanın en büyüğü, en güçlüsü olmak hususunda ta 1.Reich’tan yani Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan itibaren iddialıydı. Oysa, Amerika’nın dünya liderliğine soyunması adeta kerhendir. O yıllarda Amerikalılar iki büyük okyanus tarafından korunan ülkelerinde “Eski Dünya”ya, Avrupa’ya yani, bulaşmadan yaşamak isteyen bir halktılar. Çocuklarını deniz aşırı ülkelere savaşmaya yollamaları gereğine çok zor ikna edilen bir halk. Almanya ise herzaman “Eski Dünya”nın şefi olmak istedi. Ancak bu iddiasını fiiliyata dökmesi 1870lerden sonra. 1871 Almanya için çok önemli bir tarih. Kayzer Wilhelm, bu tarihte tahta çıktı.

Berlin, bu tarihte başkent ilân edildi. Konumuzla doğrudan bağlantısı yok gibi görünmekle birlikte Charles Darwin’in “The Descent of Man” İnsanın Alçalışı isimli kitabı 1871’de yayınlandı. İlerki yıllarda bu kitap Alman ırkçılığının gerekçesi olarak kullanıldı. “Aryan” halklarının doğal üstünlüğü, sarı-saçlı mavi gözlü kuzeyli kahramanların Batı medeniyetinin yenilmez bekçileri olarak sunulması, vs.vs… Bu sapkınlığa Yirminci Yüzyılın ilk yıllarında aklı başında bilinen pek çok yazar revaç verdi. Count Gobineau, Houston Chamberlain, Hans Gunther, hatta Yahudi Alfred Rosenberg. Irkçılığın halk arasında yaygınlaşması 1910-1920 arasındaki on yılda. Esas itibariyle etnik bir mozaikten oluşan Almanya’nın keskin milliyetçiliği böylece “bilimselleştirilmiş” oldu. Almanya sanayileşmeye İngiltere’den çok daha sonra, 1870’lerde başladı. Buna karşın, II.Wilhem’in ve Bismarck’ın idaresinde hızla yol aldı. 1910 yılına geldiğinde İngiltere’nin iki katı çelik üretiyordu. İngiliz-Alman teknolojik rekabetinin kökenleri de o yıllara uzanır. Hatta, ortada dolaşan bir fıkraya göre, Almanlara marifetlerini göstermek isteyen İngilizler saç teli inceliğinde bir çelik parçası gönderirler.

Almanlar’ın İngilizler’e cevabı saç inceliğindeki bu tele bir delik açmaktır! Çelik demiryolları yapımında kullanıldı… demiryolları, güçlü bir ticaret filosu, makinalar… ve tabii silah ve cephane. Almanya kısa sürede dünyanın en iyisi olarak anılmaya başladı. Mükemmel bir yüksek öğretim sistemi, Alman bilim ve teknolojisinin sırrı buydu. Üniversiteler, teknik okullar araştırdı, sanayi uyguladı. Elektrik ve kimya endüstrisi Almanya’nın en çok gurur duyduğu iki sektördü. Werner von Siemens ve Emil Rathenau ikilisi ülkeyi bir baştan bir başa aydınlattılar. Geniş bir tramvay ağı kuruldu. I.G. Farben kimya endüstrisinin en önde gelen ismi oldu. Almanya’nın ekonomik kalkınmasının çok önemli bir diğer unsuru Alman bankacılık sistemi. Amerikan ve hatta İngiliz bankalarından farklı olarak, Alman bankalarının kuruluş amaçları endüstriye finansman sağlamaktı, kamuya kredi açmak değil. Bankalar sahip oldukları hisse senetleri ve bonolar aracılığı ile sanayi kuruluşlarına ortaktılar. Birbirlerinin yönetim kurullarına katıldıklarından, işletmede de söz sahibiydiler. Günümüzdeki holdingler gibi. Ancak o yıllarda bu durum, Almanya’ya özgü bir işleyişti. Yine Amerika’dan farklı olarak, Alman bankaları yasalara tabidiler. Amerika’da Büyük Krizle sonuçlanan yolda günde iki banka batıyordu. Almanya’da böyle bir şey yaşanmadı.

Tersine, Alman bankaları birleşerek büyüdüler. “D” bankaları olarak bilinen iki ünlü banka, Deutsche Bank ile Disconto Gesellschaft 1929 birleşti. 1931’de Dresdner Bank, Darmstadter Bankasını satın aldı. Böylece sadece yarım düzine bankadan oluşan bir tekel oluştu. Bunu endüstri kuruluşlarının yatay ve dikey birleşmeleri izledi. Sosyalizmin ünlü “finans kapital” kavramı, Alman bankacılığında ve endüstrisinde görünen bu uygulamadan gelir. Alman bankaları , ticaretin, özellikle de ihracaatın gelişmesinde büyük rol oynadılar. Yirminci yüzyılın başında, Almanya ihracaatta dünya ikincisiydi. Alman sanayi ürünleri toplam ihracaatın yüzde 63’ünü teşkil ediyordu. Alman bankları Avrupa, İngiltere ve Amerika’da açtıkları şubelerle o ülkelerdeki demiryollarını finanse ettiler. Alman sermayesi ayrıca Latin Amerika, Orta ve Uzak Doğu Asya, Balkanlar – özellikle de Romanya ve Türkiye – ile Kuzey Afrika’ya yayıldı. Almanya, sermaye ihraç eden bir ülke oldu. 1912 itibariyle Almanya’nın dış ülkelere yaptığı yatırım 30 milyar mark! Bu meblağın sadece %2’si Alman sömürgelerindeydi. Bu bağlamda Alman kolonileri Alman endüstrisinin kuruluşunda önemli bir kaynak teşkil etmedi.Korumacılık politikası güdülüyordu ama Alman İmparatorluğunun gözalıcı kalkınmasını gümrük duvarlarına bağlamak yanlış olur. Öte yandan, batı ülkelerinde rastladığımız kartelleşme Almanya’da da vardı. Karteller gümrük duvarlarından yararlanarak fiyatları iç pazarda yüksek tutuyorlar, yabancı pazarlarını ele geçirmek için ihrac mallarını ucuzlatıyorlardı. Ekonomideki büyük gelişme yaşamın diğer alanlarına sıçramakta gecikmedi. Örneğin, sinema. 1920-1932 yılları Alman sinemasının Altın Yılları olarak geçti. “Metropolis,” “Nosferatu,” “Das Cabinet des Dr. Caligari,” gibi sessiz filmler geleceğin yapıtlarının öncüsü sayıldılar. Holywood’un, ses tekniğini, ışıklandırmayı, set düzenini hatta senaryo uslübunu Almanlardan aldığı ve geliştirdiği söylenir. Ernst Lubitsch, Billy Wilder gibi ünlü yönetmenler Alman asıllıydılar. Dünya çapında büyük dört romancının yazı hayatına katılışları da bu döneme rastlar. Heinrich ve Thomas Mann kardeşler. Herman Hesse ve J. Wasserman. Heinrich Mann’ın “Profesör Unrat”ı sonraki yıllarda “Mavi Melek” filmine konu olan roman. Efsane kadın Marlene Dietrich’in oynadığı Mavi Melek 1930 Nisanında Berlin’de gösterime girdiğinde yer yerinden oynamıştı. Heinrich’in kardeşi 1875 doğumlu Thomas Mann, 20.yüzyılın en büyük Alman yazarı olarak bilinir. 1929 Nobel ödülü sahibidir. Nasyonel sosyalizm karşıtı. ‘33’de ülkesini terketmek zorunda kaldı, 1944’de Amerikan vatandaşı oldu. Doktor Faust gibi en iyi bilinen eserlerinden bazılarını Los Angeles de yazdı… Sonra 1895 doğumlu bir kült yazar ve şair: Hermann Hesse. Olağanüstü romanları, Rosshalde, Siddhartha, Steppenwolf, 1914-1922 yılları arasında geldi. 1946 nobel ödülü aldı. Hesse’nin psikolojiye ve tasavvufi konulara duyduğu derin ilgi, Carl Jung’un dikkatini çekti. Jung ile Hesse psikoanaliz seanslarında bir araya geldiler.

Simund Freud ve Carl Jung malûm dönemin en ünlü psikologları… Sonra 1898 doğumlu Berthold Brecht var. Brecht, tiyatroyu sosyalist amaçlar doğrultusunda toplumsal ve ideolojik forum gibi kullanmayı başaran ünlü epik tiyatro yazarı. Ayrıca şair. Cesaret Ana ve Çocukları, Kafkas Tebeşir Dairesi Brech’in ülkemizde en iyi bilinen eserlerinden ikisi… Sonra bir başka 1875 doğumlu, Rainer Maria Rilke, modern Almanya’nın en büyük lirik şairi. Heykeltraş Rodin’in dostu ve sekreteri. Rusya’nın geniş topraklarına aşıktı. Büyük düşünürler, büyük yazarlar, büyük filozoflar, müzisyenler, sanatçılar…Bünyesinde bunca dehayı barındıran Almanya’nın toplumsal ve siyasi sorunlarını barışçıl yöntemlerle çözebilmeleri beklenirdi. Ama olmadı. Ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda uğradıkları ağır yenilgi izin vermedi. Birinci Dünya Savaşının neredeyse bir tesadüf sayılabilecek dış sebebi malum arşidük Ferdinant’ın Saraybosna’da öldürülmesi ve bunun üzerine Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesidir. Avusturya-Macaristan Almanya’nın, Sırbistan Rusya’nın kadim müttefikleridirler. Olay, iki büyük devleti karşı karşıya getirir. Almanya, hem Rusya’ya hem de Fransa’ya savaş açar. Almanların büyük çoğunluğu, hatta SPD savaşı başlangıçta destekledi. Hızlı ve kesin bir zafer bekliyorlardı ama öyle olmadı. Savaş yayıldıkça yayıldı, uzadıkça, uzadı. İşçilerin, özellikle de maden işçilerinin silâh altına alınmak zorunda kalınılması üretimin düşmesine neden oldu. Ambargo durumu daha da zorlaştırdı. 1917’de ciddi bir yiyecek sıkıntısı başgösterdi. Aynı yılın sonlarında Berlin’de grevler başladı.

Muhalifler, fetih hırsının hükümetin gözlerini kör, kulaklarını sağır ettiğini söyleyerek harekete geçtiler. Cephe gerisindeki askerler, özellikle de denizciler, işçilerle birlikte isyan ettiler. Kiel’de, Hamburg’da, Berlin’de, Orta Almanya’da hatta Münich’te Rus sovyetlerini örnek alan komiteler kurdular. Hükümet tüm gücüyle yüklenmesine karşın, sonuç alamadı. 1918 sonbaharındaki askeri bozgunlar, ülkenin istilasının çok yaklaşması İmparator’un tahtını bırakmasıyla sonuçlandı. William, Hollanda’ya sürgüne gitti, Sosyal Demokratlar başa geçtiler. İktidarı bulan sosyal demokratlar Partinin ihtilalci sol kanadı Spartaküs birliğini Kanlı Hafta diye bilinen 6-11 Ocak, 1919’da tasfiye etti. Aynı günlerde kadınların da katıldığı geniş kütle tarafından seçilen ve çoğunluğu sosyalist olan Kurucu Meclis Weimar’da toplanarak cumhurbaşkanını seçti. Aynı yıl tek meclisli –Reichstag- bir parlamento rejimi kuran anayasa oylandı. Bu anayasaya göre cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçiliyordu ve geniş yetkileri haizdi. Almanya’nın demokrasi ile tanışması bir yenilgi ve sefalet ortamında gerçekleşti. 28 Haziran 1919 Versailles Antlaşmasının ekonomik şartları çok çok ağırdı. Almanya, topraklarının %13’ünü, nüfusunun %10’nu, tarım arazisinin %15’ini, demir madenlerinin %75’ini, kömür madenlerinin %26’sını ve Alsas’taki potasyum ve tekstil endüstrilerinin tümünü kaybetti. Alsas Loren ve Yukarı Silesyada kurulu iletişim sistemleri gitti. Müttefikler yüzlerce gemiye, lokomotife ve vagona el koydular. Bunlara ilâveten Almanya çok ağır savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Ünlü iktisatçı John Maynard Keynes’in bir araştırmasına göre 1921’de Almanya’ya yüklenen tazminat ödeyebileceğinin tam üç katıydı. 1919 yılında Mark, savaş öncesi değerinin %20 altındaydı. 1920’den itibaren değer kaybı daha da hızlandı. Buna karşın, Weimar hükümetleri enflasyonu önleyecek ciddi tedbirler almakta ağır davrandılar. Bir nedeni Alman sanayicilerinin ve büyük toprak sahiplerinin “enflasyondan kâr ettikleri” bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Merkez bankasından aldıkları borçları, değeri-düşük-para ile geri ödüyorlardı ve bu kârlı durumdan vazgeçmeye niyetleri yoktu. Öte yandan enflasyonun hükümetlerin de işlerine gelen bir tarafı vardı: savaş tazminatı ödemelerinden kurtulmak için bir bahane olarak kullanabiliyorlardı. Sanayiciler savaş tazminaları ödemelerinden yan çizilmesi konusunda Hükümete tam destek halindeydiler, çünkü, dış borçların ödenebilmesi için yapılması şart olan reformlar ve yapısal değişiklikler işlerine gelmiyordu. Ne ki, Müttefiklerin de Almanya’nın borçlarını silmeye niyetleri yoktu. Almanya’nın savaş tazminatı ödemekten kaçınmasıyla durum ağırlaştı, sonuçta Fransa Ocak 1923’de Ruhr havzasını işgal etti. Ruhr madenlerinde çalışan işçiler greve giderek direndiler. Ancak, bu direniş enflasyonun daha da artmasına neden oldu. 1922’den itibaren ağırlaşan buhran, Marka olan güvenin tamamen kaybolmasıyla sonuçlandı. Fiyatların saat başı – sahiden saat baş! – arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı. Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına bir el arabası dolusu para götürüyorlardı. Alman ekonomisi tamamen çökmüştü.