30 Aralık 2014 / Ayşe Böhürler - Alev Alatlı YENİ ŞAFAK GAZETESİ / SÖYLEŞİ (1. Bölüm)
(Özgün tam metin verilmiştir)
AB: Cumhurbaşkanlığı edebiyat ödülünü aldığınız törende yaptığınız konuşma bir taraftan övgü bir taraftan da tepki aldı. Gerçekten ne demek istediğiniz doğru anlaşıldı mı konuşmayı övenler ve tepki verenler açısından?
AA: Doğrusunu isterseniz, kendimi Kâbus’u tekrar yazarken/yaşarken buldum. Hatırlarsınız, o romanda ki, adı üstünde bir distopyadır, afazik bir Türkiye hikâyesi kurgulamıştım. Bütün bir millet olarak sözcükleri anlama/kullanma melekemizi kaybettiğimiz, içgüdüleriyle yaşayan yabanıl bir kalabalığa dönüştüğümüz durum. Birbirimizle ancak bağırış, çağırış, itiş kakış, küfür, hakaret düzleminde ilişki kurabildiğimiz bir hal ve onu izleyen ölümcül ayrışma. Kâbus neticeten bir kurguydu ama bugün yaşananlar sahici. Algısal afazi, anlamsal afazi, içgörü yoksunluğu alarm veriyor.
AB: Size yöneltilen eleştirileri “afazi” kapsamında mı değerlendiriyorsunuz?
AA: Bana yöneltilen eleştirilere takılmayın, Ayşe hanım. İçine düştüğümüz anomalide benim konuşmamın yarattığı öfke furyası devede kulaktır. Nihayetinde, söylediklerim bir yazarın hezeyanı olarak da geçiştirilebilir. Kâbus’un girişinde, parmağıma değil, gösterdiğim yere bakın derim ya, öyle. Büyük resme bakınca, önyargıların, mesnetsiz korkuların güdümünde, koyunun altında buzağı arayan, fitne fücur bir topluma dönüşmekte olduğumuzu görüyorum. Ben ondan korkarım.
AB: Kâbus’ta gelecek bir tarihten bahsediyordunuz, sizce toplumsal “afazi” öne mi çekildi?
AA: İşaretler o yönde ne yazık ki. Az önce, anlatmak istedikleriniz doğru anlaşıldı mı, diye sorduğunuz için söylüyorum. Daha George Orwell derken patlayan isterik öfke krizi olası okumaları da paralize etti. “Olası” diyorum, çünkü törenden birkaç gün sonra ben kendi web sitemde yayınlayana kadar ortada yerilecek yada övülecek bir metin de yoktu. Trajik, tabii. İnsan ülkesini böyle görmek istemiyor.
AB: İnsan ülkesini nasıl görmek istemiyor?
AA: Metinde yazılanı değil, söylenenin bütününü değil, yazıldığını/söylendiğini varsaydığını okumak/duymak gibi ölümcül olabilecek bir zaafiyet içinde görmek istemiyor. Benim bir konuşmama bu olursa, ülkenin bütünü ilgilendiren iktidar yada muhalefet kaynaklı bir programa, bir önergeye, iddiaya, yoruma ne olur düşünün artık. Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor, tüylerim diken diken.
AB: Nasıl bir cinnetten bahsediyoruz? Açar mısınız?
AA: Rusya’da “ebedî muhalif” diye bir tanım vardır. Her türlü reformun ve kazanımın karşısına düşman gibi dikilen bu zümrenin ülkenin küllerinin üstüne kendi tasarladıkları dünyayı dikebilsinler diye Rusya’nın meselelerinin barışçıl çözümünü önledikleri anlatılır. 20. yüzyılın başlarındaki Rusya’da ihtilâli illâki gerekli kılan hiçbir şey yoktu, İhtilâl olduysa müsebbibleri fanatik profesyonel muhaliflerdi derler. 1917’nin kışkırtıcı kampanyalarını düzenleyen, Petrograd’daki muhafız alayını, streltsî, ayaklandırıp lokal bir yangını ulusal bir cehenneme dönüştürenlerin bunlar oldukları anlatılır. Oysa, dönemin başbakanı Pyotr Stolîpin, ülkenin kanayan yarası tarımda görülmedik reformlara imza atan bir devlet adamı. Bugün hâlâ ülkelerinin banisi Aleksandr Nevskî’nin hemen ardından “En büyük Rus” diye anılır. Nevskî’yi Eisenstein’ın aynı isimli filminden hatırlarsınız, Rusyayı Töton Şövalyelerinden kurtarışını anlatır. Uzatmayalım, halkın ülkenin toptancı bir biçimde dönüştürülmesini istediğine dair en ufak bir veri, bir belge olmadığı halde on milyon insanın öldüğü o korkunç iç savaş. Kıssadan hisse: toplumlar da hastalanabiliyorlar, Ayşe hanım.
AB: Türkiye’de böyle bir ihtimal görmüyorsunuz herhalde?
AA: Elbette, görmüyorum. En azından bu boyutlarda görmüyorum, ama işaretleri de hiç yok değil. Gogol’ün izindeyi yazarken Rusya’da tanıştığım bir yazar vardı, “devrimciler halkla konuştular konuşmasına ama duydukları onları düşündüreceği yerde kızdırdı ve şiddete yönelti” diye hayıflanırdı. Bahsedilen kızgınlık size de birilerini çağrıştırmıyor mu? Keşke aklın ve merhametin askıya alındığı süreçler sadece Müslüman olmayan toplumlara özgü olsa. Ama değil. Bakın, bir cümlede ne dendiğini ancak ikinci, üçüncü okuyuşunda kaptırabilen “okumuşlar”ın ambargosu altındayız. Toplumsal afazinin ülkeyi siyasal kutuplaşma şöyle dursun, atomizasyonla tehdit ettiği aşamadır bu. Mevlana’nın “sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” saptaması da teselli etmiyor.
AB: Ama konuşmanız yerildiği kadar övüldü de. Hatta, yergiden çok övgü aldığını söylemek bile mümkün.
AA: Belki de öyledir ama murakabe edilmişlik noktasında övgülerin dayanakları da tartışmalıdır. Şekilde görüldüğü gibi, mesele dönüyor dolaşıyor, sizdendir, bizdendir ekseninde düğümleniyor. Sizinle Ocak başlarında yaptığımız bir söyleşi vardı. 17 Aralık buhranına atfen bana “peki, şimdi ne olacak?” diye sormuştunuz, ben de sizi “ne olacak, eleştirilerimizi erteleyip, Tayyip Bey’in etrafını saracak, destek atacağız” diye cevaplamıştım. Şimdi doğrusunu isterseniz, övgülerin kısmı azamının o günkü duruşumun yüz suyu hürmetine gerçekleştiğini hissediyorum. O gün o desteğin şartlı bir destek olduğunu vurgulamış olmamız, bugün ne “yandaş” olduğum için övenler, ne de “yalaka” olduğum için kınayanlar tarafından dikkate alınabildi. Hasılı, algısal afazi dediğimiz arızanın ders kitaplarına örnek olabilecek bir tezahürünü daha yaşıyoruz.
AB: Konuşmanız, iktidarın, gücün yanında olmak gibi algılandı…
AA: Bunu sizinle daha önce de konuşmuştuk. Sizin “peki, şimdi ne olacak?” sorunuza verdiğim “ne olacak, eleştirilerimizi erteleyip, Tayyip Bey’in etrafını saracak, destek atacağız” cevabımın devamı, “ çünkü, en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır. Ve devleti korumak, iktidar partisinin boynunun borcudur. Bu memleketi sokakta bulmadık, kuytularda gizlenmiş kurda kuşa emanet edecek halimiz yok Türkiye’yi” şeklindedir. O gün bugün, ne Türkiye’ye yönelik tehditler azaldı, ne de benim tutumum değişti, ne de algısal afazi sayrılığına çare bulundu.
AB: Geçen yıl 17 aralıkta yaptığımız röportajda Türkiye iklimi farklıydı. Dönemin başbakanı ve hükümet yolsuzlukla suçlanıyordu. Gülen taraftarları ve Erdoğan taraftarları iki farklı resim sunuyorlardı. Bir hafta önce de bu iddia sahiplerini bir bölümü tutuklandı. O günden bugüne sizce neler değişti? Hükümet gerçekten yapması gerekenleri yaptı mı? Türkiye dindarları arasında nefret söylemiyle gelişen bir catışma başladı. Bu ülkeyi nasıl etkiledi ve etkileyecek?
AA: Herşeyden önce meselenin “Erdoğan taraftarları – Gülen taraftarları” şeklinde adeta eşitlenerek sunulmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Sayın Erdoğan hâlâ seküler/laik devleti yönetmek üzere temiz pak bir seçimle gelmiş bir lider, diğeri aslında tam da neye karşı olduğu benciyen laik muhafazkârların anlayamadığı muhalif bir dini cemaatin reisidir. Ha, eğer, ülkeyi kendisinin daha iyi yöneteceğine, hepimiz şikâyet ettiği yolsuzluk vb. kötü uygulamaları ortadan kaldırabileceğine inanıyorsa, cübbesini çıkarıp siyasete soyunması gerekir. Kaç tane siyasi parti var, elli mi, yüz mü, bir tane daha kurulsa ne çıkar? Parti programını görür, adaylarının ehliyetini tartar, ona göre vaziyet alırız. Öte yandan, Türkiye dindarları arasında nefret boyutlarına vardığına işaret ettiğiniz çatışma, bana Müslümanların da toplum mühendisliğine soyunduklarını söyler. Büyük ihtimalle de ‘70li yıllarda sol fraksiyonların “Ama Troçki der ki…” diye giden tartışmalarının hadisler, ayetler, tefsirler üzerinden yürütülen yeni bir verziyonu sahnelenecektir. İçi boşaltılmadık bir dinimiz kalmıştı, o da gerçekleşirse, ört ki ölem Ayşe hanım, daha ne diyeyim.
AB: Yandaşlık algısına vurgu yaptığınız için soruyorum. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülünü yandaş olduğunuz için mi aldınız?
AA: Hiçbir ödül yoktur ki siyasi tınısı olmasın. Ben 2006’da “Mikhail A. Sholokov 100. Yıl Roman Ödülü”ne de layık görüldüm. Layık görenler, IMF’nin elinde oyuncak olan ekonomik reformlarının trajedisinden fevkalâde müteesir olan yurtsever Rus aydınlarıydı. Ödülün gerekçesi de “halden anlayan bir Türk aydını” olmaklığım. Aynı çevreler, Nobel ödülünün “Stockholm’un liberal farmasonları” tarafından “pasifist, enternasyonalist, bîtaraf, sözde-komünistlere” verildiğini söylerlerdi. Nitekim, Soljenitsin’e verilmesini Rusya’ya hakaret saydılar. “Batı, 1970 Nobel ödülünü Soljenitsîn’e verecek kadar ileri gittiyse, bir nedeni olmalı” diyorlardı. 2014 Cumhurbaşkanlığı ödülüne gelince, Kutb’ül Nâyi Niyazi Sayın’la birlikte anılmak benim için şereftir. Keza, Yaşar Kemal, Turgut Cansever, Sezai Karakoç, Halil İnalcık gibi isimlerle aynı platformu paylaşmak da öyle. Selim İleri’den, Oya Eczacıbaşı’na, Ahmet Kaya’ya geniş bir yelpazeyi gözeten AKP iktidarının en azından Cumhurbaşkanlığı katında “yandaş” kollamadığı açıktır.
AB: Cumhurbaşkanlığı ödülleri 2005’den beri birçok dalda veriliyor. Size gelinceye kadar sessiz sedasız gerçekleşirdi. Siz niye gündeme oturdunuz?
AA: Konuştuğum için. Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür edip, Beştepe külliyesinden etliye sütlüye karışmadan sessizce ayrılmak da vardı, şüphesiz. Ama mahallenin ortak bilincine ters düşen çıkışlara iyi gözle bakmayanların hışmına uğramamak için susmak benim kitabımda züldür. Düşkünlüktür. Bakın, ben edebiyatın bir tarafıyla muhbirlik, diğer tarafıyla da kehanet olduğunu savunan biriyim. Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm. Nitekim, yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen göstermem de bundandır. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü ile onurlandırılıyorsanız, haysiyet cellatlığı, iftira, itibarsızlaştırma, afaroz, linç vs. vs. bütün bu aşağılık girişimlerini göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz demektir.
AB: Mahalle diyorsunuz, peki, siz hangi mahalledensiniz?
AA: Muhacir mahallesinden. Ben muhacir mahallesindenim. Ciddi söylüyorum. 1912 Balkan Göçünden bu yana, ailemizden olup da aynı kabristana gömülebilme lüksüne erişmiş tek karıkoca benim annemle babamdır. Geri kalanlarımız, Makedonya Prilepe’sinden Anadoluya uzanan o uzun dağınık güzergâhta düştükleri muhtelif şehirlerde gömülüdürler.
AB: Ödül töreninde bahsettiğiniz göç bu değildi ama?
AA: Haklısınız, bu değildi. Törende kısa bir tanıtım filmi gösterildi, gerçi. Orada muhacerete atıf yapılmıştı, 1390’larda Sultan Yıldırım Beyazıt’ın Manastır Sancağına yerleştirdiği Karamanlı Yörük Türkmenlerindeniz biz. Hacı Bektaş Veli’nin kırk yiğide kılıç kuşandırıp suyun öteki tarafına gönderdiği şeklindeki esatiri benimseyenlerden. Benim sözünü ettiğim hicret ile bu hicret arasındaki benzerlik, her ikisinin de yönünün Batı’dan Doğu’ya olması.
AB: Kendi göç hikayeniz ile Ali Şeriati’nin Hicreti arasında kurduğunuz bağ ile neyi anlatmaya çalıştınız? Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret etmenin sebep ve sonuçlarını konuşalım. Konuşmanızın ilk teması neden Hicret oldu?
AA: İzin verirseniz, önce Ali Şeriati. İslam dünyasının elbirliği ile ululadığı bir düşünür olmadığı malûm Şeriati’nin. Ona yaptığım gönderme en az Orwell’e yaptığım gönderme kadar irkiltici olabilecekken, başta Erdoğan çifti olmak üzere, o gün o salondaki hazirunun sergilediği rikkatin en iyimser beklentimin de üstünde olduğunu söylemeliyim.
AB: Bu söylediğinizden Ali Şeriati ile özel bir bağlantınız olduğunu mu anlamalıyım?
AA: Mezhepsel bir bağlantı ima ediyorsanız, hayır. Lâkin, ata ruhlarımdan, yani Batıdan Doğuya seyreden düşünce serüvenimi yönlendiren yücelerden birisi olduğu muhakkaktır. Rahmetli Şeriati’nin benim gönlümdeki özel yeri, kendisinin dinsel bir yapılanmanın tarihteki bütün toplumlarda her zaman varolagelmiş olduğu ve hiçbir dönemde, hiçbir yerde, hiçbir millette dinsiz bir insan olmamış olduğu gibi, her yeni dinin mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmış bir din olduğu mealindeki tesbitinden gelir. Hal bu olunca, binlerce yıl öncesinde olduğu gibi günümüzde de, dinin aslî hasmı, dinsizlik değil, yine dindir. Ve dolayısıyla, konuşmamın odakladığı “helâl” kavramı, muhtelif isimler altında ama hep varolmuştur ve olacaktır. “ 21. yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek” derken, “helâl” kavramına küresel geçerliliği olan değişmezlik, adeta matematiksel bir konstant niteliği yükleyebilmiş olmaklığım bundandır.
AB: Konuşmanızda seçtiğiniz her konu tek başına başka konuşmaların başlığı olabilir. Ancak biz ilk önce Muhacirlikten başlayalım. “Akli hicret” kavramını kullanmanızın sebebi neydi? Sizi Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret ettiren ve bunu bu konuşmada vurgulatan sebep neydi?
AA: Şeriati’nin ata ruhlarımdan birisi olduğunu söyledim. Yıllar evvel onun “Hacc” risalesini okuduğumda ürperdiğimi hatırlarım. Ürperdiğimi ve Birleşmiş Milletlerin her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir “kavramlar sözcüğü” kotarmaya soyunması gerektiğini düşündüğümü. Bir söyleşide hakkıyla açıklamak mümkün değil elbet, ama rahmetlinin hacca dair söylediklerinin hemen tümünün seküler terminolojide karşılığı olduğunu gördüğüm içindir ki, kendi düşünsel serüvenimi “aklî hicret” diye nitelendirebiliyorum. Biraz bölük pörçük olacak ama Şeriati’nin “kişinin evinden çıkması, çevresini terk ederek, pak topraklara ulaşması /bu suretle/ çektiği yabancılıkların bitmesi, kendisini bulması” diye betimlediği hac süreci, benim matematik-istatistik-ekonometri üçlüsüyle başlayıp, felsefe tarikiyle, ilâhiyata ve nihayet edebiyata ulaşma serüvenimle neredeyse birebir örtüşür. Hatta, kendini bulmak, arınmak, pak olmak bağlamında Japonların ahlâk kodu Bushido ile de örtüşür ki, bu da bana Tokyo’da okuduğum günlerin armağanıdır.
AB: İslâm’a ulaşmak demiyorsunuz, “ilâhiyat”a ulaşmak diyorsunuz?
AA: Doğru. Bana göre aslolan, nizam-ı alem, yani, büyük resimdir. Yani, Higgins parçacığıyla, uzay aracı Rosetta’yla, Schrödinger’in kedisiyle, her gün, yeni bir nano cüzünü keşfettiğimiz büyük nizamı Rabbül Alem’in. Her yeni bilgiyle zihnimizde yeniden şekillenen kâinatların, varsa günümüzdeki İslam tasavvuru ile örtüşmediği enstantaneler, İslamın hasmının bilim değil, eksikli hatta belki de ayıplı yorumu olduğu düşüncesi. İlâhiyatın bütününe teksif olmak gerekir diye düşünürüm. Kusur örter çünkü.
AB: Kusur örter derken, ibadette kusurdan mı söz ediyorsunuz.
AA: Dünya nöbeti tutanın seferi sayılabileceğini yorumluyorum diyelim. Şeriati’nin hac yolunda sıyrılmamızı öğütlediği “ ihtiyaç ve doymak bilmez arzular”ın bendeki karşılığı küresel kapitalizmin pompaladığı arsız tüketimin ötesinde, radikal bireysellik oluyor. Radikal bireysellik, göreli ahlâk sistemine revaç verir, ve eninde sonunda otokratlara davetiye çıkarır. Bakınız, Stalin, bakınız, Hitler. Otokrat, adı üstünde, “austos” kendi, “kratos” kudret. Kudreti kendinden menkul olan egemen. Otokratın sadece devlet yönetiminde değil, dinde, bilimde, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alanda karşımıza çıkabildiğini hatırlatayım.
AB: Yurt dışında ve içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın otokratlaştığı iddiası hayli yaygın. Özellikle de Guardian gazetesi Erdoğan ve Putin’in lider tarafından domine edilen siyasi partilerin veya elitlerin başında bulundukları şeklindeki iddialarını sürdürmeye devam ediyor.
AA: Guardian, Independent, Sunday Telegraph, yada Washington Post. Günün sonunda, dervişin fikri neyse zikri de odur. Sanılmasın ki, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur. Guardian’ın Martin Rowson nam karikatüristini hatırlayın. Musa Kart beraat ettiği halde, on yıl hapse üstelik bizzat Başbakan Erdoğan tarafından çarptırıldığını duyurmuş, bir de twitter’da kınama kampanyası başlatmıştı, “tatsız narsist despot” dediği Tayyip beye karşı. Kısmı azamı haritada Ankara’nın yerini gösteremeyecek kaba saba adamlardır bunlar. “Öteki”ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki, alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. İslam’la demokrasi birarada düşünülemez şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar. Erdoğan Müslüman bir liderdir, öyleyse Erdoğan despotiktir şeklindeki argüman. Rusya’yı kim tanır, kim bilir, ama Şark Despotizmi denilen formülden yola çıkıp, Putin’i bir kalemde itibarsızlaştırabilir, en azından itibarsızlaştırmayı deneyebilirsiniz. Üstelik, bunu adamın arkasındaki devasa ulusal mutabakatı hiçe sayarak yapabilirsiniz.
AB: Sayın Erdoğan’ın arkasında da devasa destek var ama aynı mantıksal çıkarım bizde de yaygın. Bu nasıl oluyor?
AA: Sayın Putin’i destekleyenleri “Rus ayısı,” efendim, Erdoğan seçmenlerini “göbeğini kaşıyan adam” diye ehemmiyetsizleştirmekle oluyor. Bakın, benim arkamda bıraktığımı umduğumu söylediğim “Aydınlanma” bir yönüyle de sıradan insanın eşrefi mahlûkat rütbesinin söküldüğü, yeni baştan yaratılması gereken maddesel bir yaratığa indirgendiği süreçtir. Beşeri faaliyetlerin “tımarhane” olarak algıladıkları düzensizlikten çıkıp, “insan aklına uygun” yani tıkır tıkır işleyen mekanize bir dünya düzenine dönüşebileceğini hayal eden aydınlanmışların, “kusurlu” türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düştükleri süreç. 1687’de Newton’un “Principia”sı ile başladı, o saat bu saat hız kesmeden devam ediyor.
AB: Ben “kusurlu” türdeşlerin “yeniden yaratılması”na takıldım. O iş nasıl oluyor?
AA: Şöyle açıklamaya çalışayım, sizin kafanızda dünyanın nasıl işlemesi gerektiğine dair doğruluğundan “kesinlikle” emin olduğunuz bir proje varsa ve dünya sizin düşündüğünüz hedefe doğru ilerlemiyorsa, “kusuru” türdeşlerinizde buluyorsunuz. Hal böyle olunca, onları “yeniden yaratmak” sizin düşündüğünüz gibi düşünecek, sizin gibi davrandığınız gibi davranacak şekilde yeniden formatlamak gayretine giriyorsunuz. Bilimsel dayanağınız da Newtonian dünya görüşü oluyor. Yani, madem ki dünya ve kâinat belirli parçacıklardan oluşur, madem ki bu parçacıkların gözlem ve çözümlenmeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin yasa ile “bütün”ü şekillendirmek mümkündür, kim tutar, meselâ, birkaç gözlemden çıkıp Putin’e eşkiya, “thug” diyen Kampfner nam gazeteciyi? Bakın, 2014 itibariyle, başta siyaset ve hukuk olmak üzere, tek bir kamusal faaliyet yoktur ki, Newtonian dünya görüşü ile uyumlu olmasın.
AB: Bu kamusal alanlara din dahil mi?
AA: Din dahil. Takvanın “ birkaç sade, basit ve kesin yasa” ile açıklanmaya kalkışıldığı durumu düşünün. Felâketimiz, olur değil mi? Nitekim, oluyor da. Çağdaş insanın zihnini formatlayan faaliyetlerin tümü, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, tarih, sanat, edebiyat hatta müzik, Newton fiziği kuralları doğrultusunda yapılanmıştır. Meselâ, ekonomide, Newton parçacıklarının yerini Adam Smith’in “homo economicus”ları alır, kapitalist/liberal anlayışı oluşturur. Müzikte sesleri birkaç sade, basit, kesin notaya indirger, do ile re ve diğer notalar arasındaki sesleri duymaz olursunuz. O duymadığınız sesler, gri alanlar, sıradan insanlar gibidirler. Sıradan insanların “kusurlu” sesleridirler. Adam gibi bir senfoni bestelemeniz, onlardan kurtulmanıza bağlıdır.
AB: Fazıl Say ne yapsın diyorsunuz...
AA: Fazıl Say da kendi dalında toplum mühendisliğine iyi bir örnektir, Ayşe hanım. Beslendiği kaynak aynı. Newtonian dünya görüşünde belirsizlik, bulanıklık, Sır yoktur. Fransız Newton’u lakaplı Laplace’ı hatırlayın. Aydınlanmaya Newton’la birlikte damgasını vuran fizikçi. Gök Mekaniği isimli beş ciltlik eserin müellifi. Kitaplarını okuyan imparator adayı Napolyon, Tanrı’nın bu mekanik sistemdeki yerinin ne olacağını sorduğunda “Tanrı gibi bir hipoteze ihtiyacım yoktu” demişti. Bu cevap, Aydınlanmanın ruhunu yansıtır. Bir şey ya siyah, ya da beyazdır, gri alanlar yoktur. Keskin ideolojiler gibi, onların pratikteki sonuçları olan toplum mühendisliklerini de Aydınlanmanın “ya hep, ya hiç” kuralına borçluyuz. Say’ın “Arabesk dinleyen vatan hainidir” beyanı, yani “ya arabesk dinlersin yada yurtsever olursun” formülü ile “ya Müslüman olacaksın ya laik” hükmü arasında da epistemolojik fark yoktur.
AB: Epistemolojik?
AA: Aynı kaynaktan neşrettikleri anlamında. Her iki hüküm de gri alana kapalıdır, bu bağlamda toplum mühendisliği tınısı verirler.
AB: “Ya Müslüman olacaksın ya laik” sözünün Cumhurbaşkanımıza ait olduğundan yola çıkarak, Sayın Erdoğan’a da “toplum mühendisi” sıfatını yakıştırır mısınız? Müslümanlar olarak, biz içinde miyiz, dışında mıyız bu sürecin?
AA: Günün sonunda, Aydınlanmanın tezgâhından geçmeyen beri gelsin, Ayşe hanım! Görülen o ki, biri kaliteli müzik dinlemediği, diğeri İslam anlayışını doğru değerlendirmediği için “kusurlu” bulduğu türdeşlerini yeniden formatlamak istemektedirler. Öyle olmasa, kendi işlerine bakar, Fazıl bey oturur piyanosunu çalar, bestesini yapar, Tayyip bey ticaretle uğraşır, siyasi parti kurmak, onca risk alıp ülkeyi yönetmekle uğraşmazdı. Burada mesele dünya görüşünü benimsetme sürecinde baskı, korkutma ve şiddet gibi Jakobenist yöntemlere başvurulup vurulmadığı meselesidir ki, temiz pak bir demokratik bir seçimle gelmiş Sayın Erdoğan için bunlar söz konusu değildir. Say’a gelince, az önce sözünü ettiğim Rus yazarı hatırlamadan edemiyorum. Piyanoyu Nemrut’a çıkartmak, halka gitmek iyi de, bir de halkın müzik beyenilerine öfkeleneceğine anlamaya çalışaydı.
AB: Kendinizi laik muhafazakâr olarak tanımladığınız için soruyorum, Cumhurbaşkanımızın “ya laik olacaksın, ya Müslüman” sözünden alınmıyor musunuz? Pek çok kişi Sayın Erdoğan’ın kendilerine ayar veren sözlerinden rahatsız olduklarını ifade ederlerken, siz ne hissediyorsunuz?
AA: Teker teker cevaplıyayım. Ya laik olacaksın, ya Müslüman sözünden alınmıyorum, çünkü bu bir vakıadır. Özel alanımda Müslüman, kamusal alanda laik olabilirim ve öyleyim. Burada olsa olsa, Sayın Erdoğan’la aramızda kodlama anlaşmazlığı olur ki, bunu da doğal karşılarım. Kendileri de doğal karşılıyor olmalılar ki, onca çıkıntılığıma karşın Büyük Edebiyat Ödülü ile onurlandırdılar. Komisyonun önerisini reddebilirdi, ruhum bile duymazdı. Mamafih, duysam ne olurdu, Sayın Cumhurbaşkanının beni hoş tutmaları için nasıl bir nedenleri olabilir? Öte yandan, devleti yönetenler şöyle dursun, insanın eşiyle bile istinasız her noktada buluşması, eksiksiz örtüşmesi mümkün değildir.
AB: “Çıkıntılıklarım” derken?
AA: Çözüm sürecinin ortalık yerinde çıkıp, bir yanımda İlber Ortaylı, öteki yanımda Halil İnalcık, o resimleri görmüşsünüzdür, “Türk milleti adına hareket edenleri” uyarıyoruz. “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkarılamaz” diye bildiri imzalamak çıkıntılık değil de nedir? Bir başka yerde, eğitim sorununu Kürt sorunundan da, yeni anayasa meselesinden de daha çok önemsediğimi söyleyip milleti ayağa kaldırmıştım. Akiller olsa olsa elçi olurlar demişliğim de vardır. Diyeceğim, çıkıntılık yapmışlığım çoktur…
AB: “Beyaz Türkler Küstüler” muhafazakar kesime söylemediğini bırakmayan bir romandı. Benim bile rahatsız olduğum yerler olmuştu. Bakışınızı yer yer üstenci buldum.
AA: Yapmayın Ayşe hanım! Siz siz olun romanın müellifi ile karakterlerini karıştırmayın! Ama haklısınız, çıkıntılıklarımın arasında o da sayılabilir. “Or’da kimse var mı?” serisinin ilk kitabı, “Viva la Muerte” yerlilerin hikâyesiydi. Hatırlayacaksınız, Müslümanların greve gitmeleri halinde ortada kalacak bir cenaze ile başlar. “Valla Kurda Yedirdin Beni,” Kürtlerin “serok Apo” ile sonuçlanan arayışlarını hikâye eder. Bu son kitap da, beyaz Türkler cephesindeki altüst oluşu. Size bir şey itiraf edeyim mi, iddiam odur ki, bu beşli seri okunmadan Türkiye’nin sosyolojik tarihi anlaşılamaz.
AB: İşte bir yandan da muhafazakar kesime karşı eleştirilerinizi sürdürüyorsunuz. Niteliksizleşme, sıradanlaşma, vasatlaşma, eblehleşme, paçozlaşma… Bu iktidar örgüsü içinde bulunan çeşitli gruplara, dindar görünenlere ciddi eleştiriler yönelttiniz.
AA: Dediğim gibi, bir Türk romancısının en çetin görevi ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemektir. Deneme yazarı hatta köşe yazarı olsanız işiniz daha kolay. “Filistinizm” diye bir vakıa olduğunu hatırlatır, orada bırakırsınız. Ama roman yazdığınızda, Filistinî tipolojiyi etlendirirsiniz. Karşınızda kanlı canlı belirdiğinde bu defa okuyan kadar yazanı da müteessir eder. Ağlaya ağlaya yazdığınız bile olur. Kardeşim benim mazoşist olduğumu söyler, bilir misiniz?
AB: Bir yerde Filistinlilere ayıp olmasın diye paçozlaşma dediğinizi hatırlıyorum.
AA: Doğrudur. Ancak, paçozlaşma, muhafazakar kesime özgü değildir. Kadim değerlere sahip çıkan, hattı harekâtını o değerler doğrultusunda tanzim eden muhafazakâr, paçozlaşmaz, olsa olsa demode olur. Oysa paçozlaşma, saldım çayıra Mevlâm kayıra türden radikal liberalizm ve türevi göreli ahlâk anlayışında nevşu nema bulur.