8 MART “DAYANIŞMA”DAN ÖNCE, “DETANT”

Sözlerime siz saygıdeğer misafirlerimizi Kapadokya’da ağırlamaktan büyük memnuniyet duyduğumuzu ifade ederek başlamak isterim. Sayın bakanım, kıymetli misafirler, bölgemize hoşgeldiniz.

Kadınlar günü, günümüzde artık esamesi okunmayan Amerikan Sosyalist Partisinin, 1911’de “Triange” isimli bir tekstil fabrikasında çıkan yangında hayatlarını kaybeden 146 kadın işçinin anısını yaşatmak üzere başlattığı bir anma günü.

Sözü geçen “fabrika,” New York’ta, on iki katlı, “yangın-kapanı” dedikleri türden, devasa olduğu kadar da berbat bir apartmanın en üst üç katındaki içgiyim atölyesiydi. Atölyenin iki ortağı, İtalyan ve Doğu Avrupa’dan gelen, dil yani İngilizce bilmeyen göçmen kadınları çalıştırırlardı. 500 cıvarında, aralarında 12-13 yaşında kız çocuklarının da olduğu 500 genç kadın, sabah yedide başlayan 14 saatlik vardiyalar halinde, haftada 60 ilâ 72 saat içgiyim dikerlerdi.

Triange” gibi atölyelere “sweatshop” denirdi, “ter döktüren işyeri” anlamında. Günümüzde “sweatshirt” dediğimiz üstlükler de buradan gelir; işçi kızların terlerini emmesi için tercih ettikleri üst-giyim. Herneyse.

İşçi kadınlardan derlenmiş bilgiler var. Her sabah yedide patron dikiş makinasının yanına “stint” dediği bir kumaş yığını atıp, “başla” komutu verirmiş. “Stint” günde dikilip bitirilmesi gereken miktar. Çalışma saati önemsiz, bitinceye kadar çalışılacak.

Sadie Frowne adında bir kızcağız var; vardiyanın sonunda yürüyemediğini anlatıyor; makinalar elektrikli değil, ayaklı çünkü. Makina iğnesinin Sadie’nin parmağının bir ucundan girip diğer ucundan çıktığı olurmuş, yorgunluktan ve bazen aynı günde birden fazla. Sadece ona değil, hepsinin parmağına iğne girer çıkarmış. Bez sarar devam ederlermiş.

Aldıkları para, haftada 1,5 dolar. Benzer işi yapan erkeklerin aldıklarının %50si. 1906’da da, 1911’de de bu oran değişmiyor: erkeklerin aldıkları paranın yarısını alıyorlar. Yetmezmiş gibi, işveren satışların iyi gitmediği sezonda ücretlerinden 2 dolar ayrıca kesiyor. Sonra da kaza olup olmadığı halâ tartışılan o korkunç yangın çıkıyor. Anlaşılan, sekizinci katta başlıyor, hızla büyüyor. İki merdivenden biri kullanılmaz oluyor. Diğeri işçi kızlar malzeme çalmasın diye kilitli. Uyduruk bir yangın merdiveni var, birkaç kişi çıkınca çöküyor. Kızların bir kısmı camlardan atlamaya kalkıyor, ölüyor. İtfaiye cesetleri geçip içeri giremiyor. İtfaiye merdiveni kızların çalıştıkları dokuzuncu kata yetişmiyor, vs.vs. İhmal ve benzeri suçlamalarla açılan dava üç yıl sürüyor. Sonunda, işverenler, cenaze başına 75 dolar ödemeye mahkûm oluyorlar. 75 dolar bir işçinin 50 haftalık ücreti.

Amacım sizleri üzmek değil elbette ama bugün burada “kutlamak!” üzere toplandığımız günün nasıl bir trajedinin anma günü olduğunu hatırlatmak! Ve hatırlatmak ki, asıl mesele sömürüdür! Erkek patronun kadın işçiyi ya da kadın patronun erkek işçiyi değil, insanın insanın sömürmesi, insanın insana reva gördüğüdür. Hal böyle olunca, kendi adıma ille de bir “Kadınlar,” ya da “Erkekler” günlü olacaksa, bu günlerin temel insani değerlerin hatırlandığı günler olmasını tercih ederim.

Dayanışma, “fikir birliği, uyuşma, anlaşma, birlikte hareket etmek üzere sözleşme” demek. Oysa, elimizde kadınlar-arası dayanışmanın dünyayı daha yaşanır bir hale getirebileceğine dair veri de yok, ne yazık ki. Günümüz, sendikaların işlevlerini kaybettikleri, “medeniyetler savaşı” haykırışlarının yükseldiği günler. Dahası, cinsiyetimin insanlığın kusurlarını aşmakta yetersiz kaldığı günler.

Hemcins ve akranlarım, Bayan Merkel ve Bayan Plassnik gibi siyasilerin ülkem ve medeniyetim hakkındaki düşünceleri, beyanlarıyla sabittir. Hatırlayacaksınız, hem mezkûr Alman Başbakanı, hem de Avusturya Dışişleri Bakanı hanımefendiler, Türk-İslâm medeniyetini Avrupa medeniyetinden alenen dışlamaktan da kaçınmamışlardı. Oysa, İslâm, tek tanrılı dinlerin evrildiği son da aşamadır. Bir de dünyanın bu bölgesinde, aşina olmadığımız diğer başka dinlerden birisine mensup bir medeniyet olsaydık, ne kadar zorlanırdık diye düşünmeden edemiyorum!

Hal böyle olunca, dayanışma kelimesini sorguluyor, “détente” kelimesinin daha gerçekçi olduğunu savunuyor olmamı anlayışla karşıladığınızı umuyorum.

Detant” kelimesini “medeniyetler arası ilişkilerde yumuşama” anlamında kullanıyorum. “Medeniyetler arası ilişkilerde yumuşama” yani tarafların birbirlerine kulak verdikleri aşamaya ulaşmaları. Bu bağlamda, “detant” ittifaktan bir önceki aşamadır.

Şimdi soracağım soru şu olacaktır: erkekler şöyle dursun, kadınlar arasında “detant” aşamasına gelindi mi? Değişik medeniyetlere mensup kadınlar birbirlerinin seslerine gerçekten kulak veriyorlar mı? Birbirlerinin dünya görüşlerini önkoşulsuz ve saygıyla teslim ettikleri aşamaya gelebildiler mi? Yoksa, bu gibi kongrelerde bütün yaptığımız, doğrusal bir tarih anlayışını benimseyip, hemcinslerimizin Avro-Amerikan medeniyetinin dayattığı belirli bir modele evrilmesini hızlandırmak mıdır?

Konuya aşina olmayanlar için açıklamalıyım. Tarih yazımında iki tane ekol vardır. Bunlardan ilki ve yaygın bir biçimde geçerli olanı, “lineer” dedikleri, “doğrusal” tarih anlayışıdır ki, Avrupa Aydınlanmasından sonra yerleşen bu anlayış, beşerin gelişmesini “doğrusal bir ilerleme” olarak yorumlar, millet ve medeniyetlerin tek bir hedefe doğru ilerlediklerini varsayar. Bu tarih anlayışına göre, tüm medeniyetlerin tek bir hedefe evrilmeleri kaçınılmazdır.

Hedefin ne olduğunu ekonomik ve siyasi gücü yüksek olan medeniyetler belirlerler. Ve yine bu anlayışa göre günümüz Avro-Amerikan medeniyeti ekonomik ve siyasi gücünü muhafaza ettiği sürece, biz hanımların, örneğin bir Sharon Stone’a evrilmemiz kaçınılmazdır. Sharon Stone’u “dünyaca” idealize edilmiş bir kadın figürü olarak örnek verdiğimi anlıyorsunuz. Kaderimiz biçimsel ve ruhani olarak Sharon Stone’a evrilmek olduğu gerçeğinin ne kadar çabuk farkına varırsak, ilerleme yolunda o kadar hızlı oluruz.

Sharon Stone’a, dilerseniz Bayan Plassnik’e evrilmek – belki de hoş olurdu ama ne yazık ki, genetik bilimi bunun mümkün olamayacağını söylüyor – dominant genler koyu: cilt, saç ve göz rengi itibariyle koyu. Bununla beraber, zeitgeistzamanımızın ruhu, saç rengimizden cilt rengimize, giyim kuşamımızdan, yemek alışkanlıklarımıza, inançlarımıza, dünya görüşümüze kadar yapay da olsa değişmeye çabalamaktan başka seçeneğimiz olmadığını ısrarla telkin etmektedir. Diğer bir deyişle, egemen medeniyetin gazabına uğramamanın hatta yaşayakalmanın yolu kendimizi iptal etmekten, öngörülen ya da dayatılan maddi ve manevi kalıba dökülmekten geçecektir. Kadın ya da erkek, Avro-Amerikan medeniyetinin belirlediği kalıba girmekte direndiğiniz takdirde marjinalleştirilmeyi hatta hükümsüzleştirilmeyi doğalmış gibi kabullenmeniz gerekecektir.

İronik hatta absürt olan da budur: yaşayakalmak için kadının inançlarını, dünya görüşünü, hatta fiziki niteliklerinin iptal etmesi gereği.

Değerli hanımlar – ve beyler, Medeniyetler bir hususta ittifak edeceklerse, bu ittifakın “kadınların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakları” üzerinde ittifak olması gerektiğini savunuyorum.

Kadınların kendi kaderlerini, yani kendi inançlarını, yani kendi değer yargılarını, yani kendi dünya görüşlerini, yani kendi fiziklerini, kendi estetiklerini, yani kendilerini kendileri yapan herşeyi ki, buna erkekleri ile olan ilişkileri de dahildir, kendilerinin tayin etme hakları olduğunu savunuyorum.

Örneğin, kendi adıma, sevdiğim erkekle evlenmeden önce mal akdi yapmanın aramızdaki güven ilişkisini zedelediğime inanıyorsam, medeni kanun bana böylesi bir akti “ilerleme” ya da “modernleşme” adına dayatmamalıdır. Medeni kanun, “ilerleme” adına “aile içi şiddet”in ne olup ne olmadığını da dayatmamalıdır.

Yanlış anlaşılmasın, ilerleme olgusunu reddediyor değilim ancak bir çağda pek çok çağın yaşadığı gerekçesiyle, bir medeniyetin “geri kalmışlıkla” itham edilmesini reddiyor, bu bağlamda, “modernleşme”sözcüğüyle ifade edilen “sistematikleştirmeye” de kuşku ile yaklaştığımı ifade ediyorum.

Tarih bize – Aleksandr Soljenitsin’in demesiyle – yegâne terazisi yasaların harfinden ibaret olan, insan vicdanının dizginlemediği bir toplumun insanoğluna layık bir toplum olmadığını gösteregelmiştir. Dünyayı kurtaracak olan Helsinki beyannamesi değil, serbest Pazar ekonomisi yada sermayenin engelsiz dolaşımı değil, sevgi ve nefs terbiyesidir ki, kadınların bu iki haslette yüceldiklerini söylemek, hemcinslerimi kayırmak olmasa gerekir diye düşünürüm.

Yeri gelmişken, yine kendi adıma, beşeriyetin dinamik bir sistem olması nedeniyle, tarihin doğrusal ilerleme şeklinde değil “devirli” ya da “konjonktürel” algılanmasının doğru olduğunu düşünenlerdenim. İnsanlığın ama hızlı ama yavaş, belirlenmiş bir hedefe yönelmiş, dosdoğru o yönde ilerlediği yada ilerleyeceği inancının mesnetsiz bir inanç olduğu kanısındayım. Tüm medeniyetlerin tek bir standarda, küresel standarda doğru yol aldıkları şeklindeki anlayışın günümüz “modernleştirmecilerin” dilerseniz “batılılaştırmacıların” temennilerinden ibaret olduğunu gözlemlediğim içindir ki, medeniyetlerin birbirlerine kendi standartlarını dayatmaları yerine, kulak vermelerini isterim.

Bu nedenle, ittifaktan önce detant diyorum. Medeniyetlerin birbirlerine kulak verdikleri, birbirlerinin koşullarını ve değer yargılarını önkoşulsuz ve önyargısız paylaştıkları, bir detant.

Sindirilmişlikten, caydırılmışlıktan yada imrendirilmişlikten değil, eşit koşullardan kaynaklanan bir saygın bir detant. Kadınların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme haklarını teslim eden bir detant. Sabrınız için teşekkür ederim. (2006, Kapadokya MYO)