31 Aralık 2014 / Ayşe Böhürler - Alev Alatlı YENİ ŞAFAK GAZETESİ / SÖYLEŞİ (2. Bölüm)
(Özgün tam metin verilmiştir)
AB: Beyaz Türkler dönecekler mi peki?
AA: Hayır. Bilginin seçkin bir azınlığın tekelinde olduğu günler geride kaldı. Rasyonel otoritenin bile yok olduğu bir süreç yaşanırken, beyaz Türklerin geri dönmeleri mümkün değildir. Rasyonel otoriteden kastımın hoca ve talebesi bağlamında, bilenin bilmeyen üzerindeki otorite olduğunu hatırlatayım. Beyaz Türklerin bir vasıfları da yabancı dillere, dünyaya dair malûmata ulaşmalarını mümkün kılan ayrıcalıklarıydı. Günay Rodoplu gibi onlar da hayalleri ve yalanlarıyla öldüler. Ama itiraf etmeliyim ki, ben asıl Michael Jackson tipolojisinden korkarım. Beyazlaşacağım derken ucubeleşen zavallı.
AB: Ama bir nesil var arkada yine de…
AA: Muhafazakâr dünya görüşüne muhalefet her zaman olacaktır da, “Beyaz Türkler”e atfedilen türden yabancılaşmanın kırılacağını düşünüyorum. Örnek vermek için söylüyorum, Mehmet Şimşek gibi Batman’dan üstelik Gercüş gibi daha da yoksul bir kazasından gelen bir Kürt’ten başarısı uluslararası ölçütlerde tartışılmaz bir Maliye Bakanı devşirebilen süreç geri gitmez.
AB: Ruh ikizi diye birşey yoktur diyordunuz…
AA: Hayır, yoktur. Hele de bir siyasetçiyşe teğet geçtiğiniz noktaların sayısı diyaloğu sürdürmeye yeterli miktardaysa, öpüp de başınıza koyacaksınız. Bu nedenledir ki, düşünce farklılıkları beni delirtmez. Düş kırıklığına uğratmaz. Hakaret, asla aklımdan geçmez. Ha, Sayın Erdoğan, benim doğru bulmadığım bir hükmü dillendirerek, aynı vatanı paylaştığım insanların teveccühlerini kazanıyormuş, ne yapalım? Bu defa da çaylar benden olsun der, sıramı beklerim. Demokrasi bir tarafıyla da feragat rejimidir. Hayatın ille de sizin istediğiniz gibi gitmemesine tahammül edersiniz.
AB: Bu çerçevede, Sayın Cumhurbaşkanının dindar bir nesil istiyorum sözlerini nasıl karşılıyorsunuz?
AA: Vaz ettiği dünya görüşü çerçevesinde tutarlı olduğunu düşünürüm. Şimdi, bakın, “kusurlu” türdeşleri “ıslah” etmenin barışçıl yolu, onları modern dünyaya yön veren tarihtir, coğrafyadır, ekonomidir vb, akademik disiplinlerle hemhal etmekten geçer. Ne ki, Rousseau, Diderot, Voltaire, Descartes, Kant, sayın artık, Aydınlanama devlerinin damgalarını taşıyan bu disiplinler, Allah’ın kâinatın merkezinden sürülüp, bir hipoteze indirgendiği ortamda geliştirilmiş sistemlerdir. Nitekim, din ve bilimin birbirlerinden kesin olarak ayrılması, birinin diğerini yoksayması da, o saat bu saat, bizcileyn toplumlarına da önüne katmış sürükleyen sürecin eseridir. Sayın Erdoğan, sürecin yıkıcı etkilerinden korunmanın din bilgisinden geçtiğini savunan Doğulu, Batılı yüzlerce devlet adamından birisidir. Bu konuda yalnız olmadığı gibi, Üçüncü milenyum itibariyle tüm dünyada dinlere dönüş trendinin yükseldiği de ayrı bir gerçeklik.
AB: Türkiye’ye dair soruları küresel trendlerle açıklıyorsunuz…
AA: Evet, haklısınız. Bir olguda teksif olup kalmaktansa, geri çekilip onu doğuran yan unsurlarını da görebileceğim mesafede konuşlanmaya çalışırım.
AB: Google haritası yöntemi gibi mi?
AA: Aynen öyle! Böyle yaparsanız, münferit bir hadisede takılıp kalmaz, o hadisenin küresel telmihlerini kestirebilecek görüş alanını yakalayabilirsiniz. Bakın, son tahlilde tecrübelerimiz türdeşlerimizin tarihin muhtelif zamanlarında yaşadıklarından pek de farklı değildir. Bu bakımdan, sakin olmakta fayda vardır, dinlemeyi mümkün kılar.
AB: Dindar nesile itirazınız olmadığını söylediniz, peki zorunlu din derslerine ne diyorsunuz?
AA: Önce şunda anlaşalım, Sayın Erdoğan’ın “dindar bir nesil istiyorum” sözlerini yadırgamadığımı söyledim ama benim isteyebileceğim “dindar nesil” nasıl bir yapılanma olmalıdır, bakın onu söylemedim! Şaka bir yana, zorunlu din dersinden benim anladığım, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersidir ki, insanoğlunun onbinlerce yıllık düşünce/inanç serüveninin başta Kitaplı Dinler ve mezhepleri olmak üzere, Budizmden Taoizme kadar mümkün olabilecek en geniş yelpazeyi içerecek şekilde öğretilmesinin en az tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji gibi beşeri bilimler kadar önemli, hatta dört başı mamur bir eğitim sisteminin olmazsa olmaz şartı olduğunu düşünürüm. Ve fakat, buyurun size yeni bir çıkıntılık daha: felsefe ve mantık gibi gelişkin soyutlama melekesi gerektirdiği için, zorunlu din dersleri ilköğretimde değil en erken dokuzuncu sınıftan başlatılmalıdır.
AB: Çok geç olmaz mı?
AA: Öyle olmadığını düşünüyorum. Kâinat tasavvuru gelişmemiş bir çocuğa hele de televizyonların abuk sabuk kurgu bilim filmlerin egemenliğinde olduğu günümüzde Rabbül Alemini ancak ezberletebilirsiniz, içselleştirtemezsiniz kanaatındayım. Bana sorarsanız, ilâhiyat eğitimi de belirlenecek alanlarda lisans derecesi almış öğrencilerin girebilecekleri yüksek lisans ve doktora programları seviyesine yükseltilmek suretiyle mükemmelleştirilebilinir. Siz sormadan şunu da söyliyeyim, çocuklara İslam akidesini öğretecek dersler beşinci ders yılından itibaren ayrı bir müfredatla sunulabilir. Bakın işte seçmeli olacaksa onlar olur, çünkü çok sükür İslâmı milli eğitim sistemin dışında ve büyük ihtimalle çok daha iyi öğretecek kurumlarımız vardır.
AB: Ya Osmanlıca diyelim de bu faslı kapatım. Osmanlıcanın yeniden gündeme gelmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
AA: Bence çok iyi olur! Bu saatten sonra eski Türkçe’nin hakkıyla öğretilebilmesinin pek mümkün olmadığı kanısındayım, çünkü mesele alfabeden öte kelime bilgisi meselesidir. Malûm olduğu üzere, eski harfleri sökseniz bile kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamazsınız. Ama hiç değilse yeni Türkçe’ye maledip üzerinde durmadığımız o dört yüz kelimelik dublaj Türkçesinin fecaatına karşı farkındalık geliştirilebileceği umulur. Kavramları yerine oturturtmaya, idrakta incelmeye mutlaka faydası olacaktır. Geçmişle bağ kurma noktasında, mezar taşlarını okuyabilecek düzeyde Osmanlıca eğitimi fevkâlâde ağırdır, uzmanlaşma gerektirir. Yapılacak iş, orta eğitimde haftada bir kaç saatle dostlar alışverişte görsün misali geçiştirmek yerine, üniversitelerdeki Türk Dili ve Edebiyatı ve ilgili filoloji birimlerini güçlendirmek, günümüzde sayıları iki elin on parmağını geçmeyen nitelikli dilbilimcilerin sayısını arttırmaktır. Eski eserleri yeni Türkçeleştirecek dev bir kampanyaya girişmektir diye düşünürüm.
AB: Modern dünyaya yön veren disiplinlerin yıkıcı etkileri dedikleriniz neler?
AA: Müsade ederseniz, ne demek istediğimi Pitirim Sorokin’den bir alıntı ile izah etmeye çalışayım. Harvard’ın sosyoloji bölümünü kuran pek ünlü bir bilim adamıydı, Sorokin. Rus kökenli, muhteşem bir hümanist aydınlanmacı. 1941’de yayınladığı özeleştirisi, “Birinci Dünya Savaşından sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum,” diye başlar, “Beklediğim barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.” Toprağı bol olsun, Sorokin’in gözlemi bugün halâ geçerli. Son yıllarda yaşananlara bir bakın. Irak’taki “Facility 1391” nam işkencehanede resim çektiren gencecik Amerikalı kadın askere bakın, Kaddafi’ye fiili livata uygulayan Müslümana bakın. Uzağa gitmeye ne hacet, Diyarbakır’da o dört ergeni linç eden ergenlere bakın. Allah’ın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü şöyle dursun, insanoğlunun aklının sınırlı olabileceği ihtimalini düşünseler, edebe, adaba, geleneklere, sıradan insanların düşüncelerine biraz değer verseler, hadlerini böylesine aşmazlar, bunca acıya neden olmazlardı.
AB: Aydınlanma sürecini iyi okumak gerekir diyorsunuz.
AA: Öyle. Anlaşılan o ki, hümanist dünya görüşü yerleştirilmeye görülsün – “hümanist” derken, kelimeyi bizdeki yaygın ve yanlış kullanımıyla “iyiliksever” manasında değil, “Tanrının fonksiyonları üstlenen” mealindeki özgün anlamında kullanıyorum. Allahîn yerine kadiri mutlak bir “Tanrı-insan,” bir süpermen, yerleştirilmeye görülsün, insanoğlu kendisini derhal onun yerine koymaya kalkışıyor. Dünyayı ve diğer insanları dilediği gibi kullanmakta özgür olduğu düşüncesine kapılıyor. Tevazuyu, sorumluluklarını unutuyor. Vicdanın sesi kısılıyor. Sonra, gelsin ihtilâller, darbeler, gelsin beyaz adamın uygarlaştırma misyonları, gelsin özgürleştirme, demokratikleştirme aldatmacaları. Gelsin, Stalinler, Hitlerler, Maolar, Frankolar. Hasılı, insanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesiymişcesine muhasebeleştirildiği mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrilmiştir, vesselâm.
AB: Doğrusu bizim medeniyetimiz de pek sakin gelişmemiş, çatışmalar, kavgalar, savaşlar…
AA: Ben “bizim” medeniyetimiz, “onların” medeniyeti diye bir ayırım yapmıyorum, Ayşe hanım. Küresel bir gezegende Doğu-Batı şeklindeki coğrafi ayrıştırma esasen absürttür. Türdeşler arasındaki fark, Aydınlanmanın tezgâhından geçmiş olanlarla, geçmemiş olanlar arasındaki doğayı ve insanlığı algılama farkıyla ifade edilebilir. Yoksa her ikisi de dünyanın dört bir tarafına serpiştirilmiş yaşamaktadır. Mesele, bölgesel yoğunluk ve iktidara yakınlık meselesi. Kamçatka’dan öte “Doğu” yok ama en zalim gulaglar Kamçatka’daydı. Gulaglarda telef olanları “devrimin yakıtlarıdır” diye muhasebeleştiren Stalin, Batılı Himmler’i aratmaz. Benim itirazım, şu yada bu medeniyete yada topluma değil, Aydınlanmanın insanoğluna nihai hakikatmış gibi, kaçınılmaz bir kadermiş gibi dayatılmasınadır. Tarihin doğrusal yorumunadır. Gri alanların yok sayılmasınadır. Sosyal Darvinizmedir. Irkçılığadır. İnsanat Bahçelerinedir. “Tek yol şu yada bu” anlayışınadır.
AB: Konuşmanızda Nefret Yasalarına kesin bir dille karşı çıktınız. Anti-semitizmi önlemek açısından yararlı olduklarını düşünmüyor musunuz?
AA: Nefret edilen oluşumu ortadan kaldırmak yerine – ki bu durumda nefret edilen oluşumun Siyonizme evrilen Semitizm olduğu açıktır – nefret edeni cezalandırmanın adaletle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Nefret yasalarının tek bir açıklaması vardır: toplum mühendisliği. Arzu ettiğiniz dünyanın oluşmasını engelleyen “kusurlu” türdeşlerinizi ceza yoluyla ıslah etmek çabası.
AB: Teşekkür konuşmanızda başka örnekler de verdiniz. Meselâ, atar ergenleri sokağa döken yazarlardan bahsettiniz.
AA: Bahsettim, evet. Toplum mühendisliğinin ders kitabı örnekleridir bunlar. Korunaklı mahallerde kurgulanan “daha üstün” ideolojiler adına feda edilebilir maddesel kitlelere indirgenen ergenler. İdealize ettikleri yaşam biçimlerine atar ergenlerin sırtlarından, onların hayatları pahasına kavuşmayı içlerine sindirebilen kalem erbabına itirazım var. Tutumları doğaya ve diğer canlılara karşı geliştirilen hükmedici tavrın uzantısıdır. Oysa, tarih bizi ütopik ideolojilere düşkünlüğün ölümcül sonuçlarına karşı da uyarır.
AB: Terk ettiğiniz Aydınlanma kutbunun nasıl bir yer olduğu az çok anlaşılıyor, peki hicret ettiğiniz pak topraklar nasıl?
AA: Henüz yoldayım, Ayşe hanım, hicret tamamlanmadı. Kızgınlıklarımı tümüyle yok edebilmiş değilim. Şekilde görüldüğü gibi, akranlarımla helâlleşebilmiş de değilim. Bitirmemi bekleyen kitaplar olduğu sürece, topluma olan borçlarımı kapatmış da sayılmam. Tek bildiğim ağlamasını bilmeyenlerin kutbundan, ağlamasını bilenlerin kutbuna hicret etmeye çalıştığım. Bu aşamada merhamet kutbunu ancak tasavvur edebiliyorum.
AB: Sayın Erdoğan Esma için gözyaşı döktüğünde ne düşündünüz? İhvan lideri Muhammed El Biltaci’nin kızı…
AA: Bizdendir diye düşündüm. O törende Emine hanımın gözleri dolunca da öyle.
AB: “Siz” kimsiniz?
AA: Konuşmamda da söylediğim gibi, varolmanın, bu gezegende yaşayakalmanın dayatılagelenlerden daha insancıl yollarının olduğunu görebilen sanatçılar, edebiyatçılar ve ekurileri. Erdoğan’ın reel politiğe aykırı çıkışlarının arkasında yatan hak arayışına bigâne kalamayanlar. Bakın, Aydınlanmanın yıkıcı etkilerine karşı uyaranların kısmı azamı bizim taifedendir. Defoe, 1740’da öldü, Orwell 1950’de, Soljenitsin 2008’de. Ömürleri yaklaşık iki asıra serpiştirilmiş bu adamların ortak noktaları tanıklık ettikleri baskı, zulüm ve hunhar katliamlara karşı uyarı görevlerini yerine getirmiş olmalarıdır. Benim bu isimleri zikretme nedenim, günümüze değiyor olmaları.
AB: Konuşmanızda Orwell’e, Defoe’ya gönderme yapmış olmanız büyük tepki topladı ama…
AA: Ne yapalım, Ayşe hanım, ben ne derim, tamburem ne çure durumu. Bu ne ilk anlaşmazlığımızdır, ne de son olacak, besbelli. Bakın, Defoe, İngiliz Anglikan Kilisesinin horgördüğü Presbyterian mezhebindendi. Hapisler, boyunduruğa vurulup Londra meydanlarında yüzüne tükürülmek üzere sergilenmeler, daha neler neler. Kahire’de demir kafeslere tıkılan İhvan’a reva görülenlerden aşağı değildir çektikleri. “Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır… “ diye başlayan sözü, İkinci James’e karşı dikilirken söylediği sözdür. Öteki İngiliz, Orwell, İspanya İçsavaşında Franco taraftarlarına karşı savaşmış bir komünistti. Onun feryadı da fuhuşa, dilenciliğe son veren, Katalonya’yı insanca yaşanabilir hale getiren sosyalist organizasyonlara ihanet eden Stalin’e. Avrupa’da zamansız bir devrim hareketinin başlamasını tehlikeli bulan Stalin, kendi dünya kurgusuna engel teşkil ettiğini düşündüğü yoldaş devrimcilere savaş açar. Ve Orwell’in haykırışı: “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir.” ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ağızına bakan Birleşmiş Milletlerin “hayırhah”lığı iddiası evrensel dolandırıcılık değil de nedir?
AB: Konuşmanızda en çok da Orwell’den bahsetmiş olmanız tepki topladı.
AA: Evet, “solcu” ya arkadaşlar, soykırım sözcüğünü Ermenilerden kıskanan Yahudiler misali, “devrim” sözcüğünün, velevki bambaşka bağlamda olsun, Sayın Erdoğan’ın ismiyle yanyana telâffuz edilmesine içerlediler! Orwell bizim mahallenin yazarıdır, sizin mahalleden birini mümkünatı yok alkışlayamaz tıkanıklığı. Rakip takımın kalecisinin muhteşem kurtarışını takdirden aciz holigan tarafgirliği diye de düşünebilirsiniz. Mamafih, Orwell’in 1984’ünün de diğer kitabının da, Alice Harikalar Diyarında gibi, Küçük Prens gibi, çocukluk okumalarına kurban giden kitaplardan olduğunu söylemeliyim. Okuduğunuzu sanırsınız ama aklınızda sloganlaştırmaya müsait birkaç cümleden fazla birşey kalmadığını idrak etmeniz zaman alır. Bildiğim kadarıyla “Katalonya’ya Saygı” da ancak bu yıl yayınlanabildi.
AB: Yalakalık suçlaması da buradan mı çıktı?
AA: Ben öyle değerlendiriyorum. “Devrimci” olmanın toplumumuzda yerleşik sui generis bir şıklığı, bir üstenciliği vardır ya, bana duyulan tepkinin o kazanımdan olası eksilmeye karşı telaş olduğunu değerlendiriyorum. “Halkçılık” da böyle bir sözcüktür meselâ. Ak Parti iktidarının gelmiş geçmiş en halkçı iktidar olduğunu söyleyin de bakın ne oluyor. Oysa, hem Defoe’dan, hem Orwell’den, hem de Soljenitsin’den bugüne dair alınacak dersler vardır. Hele de, ağır kanser hastası olmasına rağmen gulaglarda telef olan yüzbinleri unutturmamak için yaşayakaldığı teslim edilen eski mahkûm Soljenitsin’den: “Ölenler göreve çağırıyorlar. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli. Görevini yap.” Bize gelince, 12 Eylül zulmünü anlatan kaç kitap çıktı? “İvan Denisoviç’in Hayatında bir gün” kıratında bir eser var mı?
AB: Sayın Erdoğan ile bu yazarların arasında kurduğunuz bağlantıyı netleştirmenizi istesem?
AA: Yeterince net olduğunu sanıyordum ama yine de söyliyeyim. “One munit”le başlayan Defoe-vari başkaldırı, İhvan’ın, Esed muhaliflerinin trajedilerini unutturmamak için gösterilen Soljenitsin-vari çaba, dünyanın beşten büyük olduğu gerçeğinin “bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha çok eşittir” diyen Orwell’e yakınlığı. Barış Süreci. Iraklı, Suriyeli muhacirlere her türlü zorluğa rağmen takınılan kucaklayıcı tavır. Somali, Pakistan. Hasılı, bu dünyada işler “sev kardeşim” diye şarkı söylemekle yürümüyor Ayşe hanım. “Mutluluklar bir olsun, acı birlikte” diyorsanız, rahatınızdan fedakârlık etmeye razı olacaksınız. Beyoğlu Suriyeli kaynıyor diye Alman dazlakları misali celâllenecekseniz, dürüst olmalı, safhınızı belirlemelisiniz.
AB: Merhamet Kutbu tasavvurunuzdan bahsetmek ister misiniz?
AA: “Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız. Biz yas tuttuk, siz ağlamadınız. Biz size ağıt yaktık, siz dövünmediniz,” İncil, Matta 11. Dolby Axon’ların kavalın sesini bastıramadığı bir diyar tasavvur ediyorum. Ağıtların sinek vızıltısına indirgenemediği, Emine hanımınkiler de dahil olmak üzere, göz yaşlarının onurlandırıldığı bir yer. Acıyla dövünenlerin istihfafla karşılanmadığı bir diyar. Böyle bir dünya, bir tarafıyla ütopik olsa da, diğer tarafıyla da Newtonian dünya görüşünün yoksaydığı gri alanlara itibarlarının iade edilmesi kaydıyla, pekalâ da mümkündür. Mesele, gri alanları savunmakta özgür olduğumuzu içimize sindirebilmekliğimizde. Orwell, özgürlüğü “insanlara duymak istemediklerini söylemektir” diye tanımlar. Şeriat’i, Mekke’nin bir diğer adı olan Beyt-i Atik’deki “Atik” sözcüğünün özgürlüğü temsil ettiğini. Pak topraklara hicret için daha ne bekliyoruz, söyler misiniz?!
AB: “Gri alanlar”ı biraz daha açar mısınız?
AA: Açmazsam ayağımız güncele basmayacak diyorsanız, haklısınız. Şöyle söyliyeyim, mesela, Cern’dekilerin “Tanrı parçacığı” dedikleri gri alan gibi. Einstein’ın “matematik gerçeği yansıttığında kesin değildir, kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz” derken işaret ettiği gri alan gibi. Ölçümlerde sigma harfiyle belirtilen gri alan gibi. Helâl edilmeyen mahkeme cezasındaki gri alan gibi. İmar iznini cebine koymuş müteahidin, 3000 yıllık bir şehrin silüetini yok eden icraatının cezalandırılamamasındaki gri alan gibi. GDO’lu mısır ticareti yapanın savunmasındaki gri alan gibi. İnsanoğlunun dünyaya dair her kabulünde, her hükmünde gri bir alan vardır. Teferruattır diye ihmal edildiğinde, melâli anlamakta yaya kalan, hedeflenen amacı ıskalatan gri alan.
AB: Peki, bu konuşma bir uyarı mıydı?
AA: Her yasal hakkın helâl olmadığını hatırlatmak noktasında uyarı olarak da telâkki edilebilir, evet. Bakın, siyasilere sokulmak ile siyasilere maruz kalmak arasında fark vardır. Bencileyn Türkiye nöbeti tutan tiplerin hemen her zaman siyasilere söyleyecek birşeyleri vardır. Ancak, adabı muaşeret size saygıyla kulak verene saygıyla mukabele etmeyi gerektirir. Bana gelince, devletin en üst katında onurlandırılmış olmak ayrıcalığını, güncel siyasetin tetikleyebildiği adaletsizlikleri iyileştirebileceğini düşündüğüm bir formülü Sayın Cumurbaşkanının bizzat kendisine sunarak karşılamayı seçtim. Olay budur.
AB: Bir 21. Yüzyıl projesi olarak, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek…
AA: Evet, o. Newtonian dünya görüşünün en etkin olduğu alan, hukuk. Neyin suç olup, neyin suç olmadığı kesin olarak belirlenir. Cinayet, hırsızlık vb. suçlar, ve cezaları, matematiksel bir hassasiyetle maddeler, fıkralar şeklinde tanımlanmaya çalışılır. Bir sanık, ya katildir yada değildir, ya hırsızdır yada değildir. Biraz katildir, biraz değildir diye bir şey yoktur. Kâinatta olduğu gibi, burada da gri alanlar yoktur. Gri alanlar keyfilik, hukuksuzluk sayılır. Nasrettin Hoca misali, hem davalıyı, hem davacıyı, hem de ikisinin birden haklı olamayacağını savunan katibi haklı bulan bir mahkeme düzeni olamaz. Öyle mi? Peki, meselâ, Ermeni soykırımının olmadığına kanaat getiren bir bilim adamını hangi gerekçeyle cezalandırırsınız? Nefret cezasıyla. Peki, nefreti hangi “basit, sade ve kesin” kurallarla tesbit edersiniz? Edemezsiniz. Ama Şeriatın kestiği parmak da acımaz, neden?
AB: Neden?
AA: Verilen cezanın, işlenen suçla örtüştüğünden kuşku duyulmaz da ondan. Suçlunun cezasını kendisini cezalandırana helâl ettiği, mahkeme ile helâlleştiği ideal, hatta ütopik durum. Günümüz dünyasında mümkün müdür? Bence mümkündür, çünkü her ne kadar İslami bir kavramsa da, yeryüzünde mukim tüm ulusların kendi örfleri, adetleri, vicdani kanaatları doğrultusunda tanımlayabilecekleri bir “helâl” kavramı ille de vardır. Önemli olan, ülkenin yasalarında “helâl” dediğimiz o gri alanı karşılayacak payı bırakmak. Mahkeme kararlarını, suçlunun vicdanının kabul edeceği cezaya yakınlaştırmak.
AB: Bu bir kaosa sebep olmaz mı? Subjektif algı, kişiye özel durumlar. Ortak bir değerlendirme kriterimiz olmalı…
AA: Bu saatten sonra onca çabayla oluşturulmuş ortak değerlendirme kriterini altüst etmek söz konusu olamaz, Ayşe hanım. Tüm yasaları iptal edip, yerine yenilerini koysanız dahi olmaz, çünkü bir mekanizmayı diğeriyle değiştirmekle kalırsınız. Benim söylediğim gönüllü feragat müessesini işlerliğe kavuşturmaktır ki, ister özel ister kamusal, her alanda işlev görebilecektir. Roma hukukunun özünü teşkil eden “utendi et abutendi” yani “kullanmak tüketmektir” anlayışını, “kullanmak tüketmek değildir” şeklindeki Müslümanca anlayışla ikame etmekten bahsediyorum. Yani, imar ruhsatını cebine koyan müteahhitin 3,000 yıllık şehrin silüetini yırtan gökdeleni dikmekten gönüllü feragatı. Yani, bal üreticisinin ürününe şeker katarak elde ettiği kârdan gönüllü feragatı. Yani yazarların yangına körükle gitmekten gönüllü feragatları. Yani kul hakkının örneğin hac farizasından aşağı kalmayan önemle onurlandırılandırıldığı durum. Hayatın her alanından yüzlerce örnek düşünülebilir. Hasılı, pozitivizm çıkışlı müsbet hukuğun insanoğlunun vicdanı ile perdahlandığı; hukuğun maddeler, fırkalar, yönetmelikler değil, adalet dağıttığı Merhamet kutbuna yöneliş. Olanla olması gereken arasındaki sıkışmışlıktan kurtuluş.
AB: Gönüllü feragat insan fıtratına ters değil midir?
AA: Hayır, eşrefi mahlûkatın doğuştan açgözlü olduğuna dair veri yok elimizde. Adam Smith’in “homo economicus”u gibi bir aldatmacadır bu da. Tüm davranışlarını ekonomik çıkarların yönlendirdiği sözde evrensel mahlûk, kapitalizme meşruiyet kazandırmak için kurgulanan, ve yerleştirilen, insan tasviridir. Bizi de inandırdılar ki, fisebilillah kavramı dilden düştü, ucunda maddi bir çıkar yoksa, kimsenin bir göreve talip olabileceğini düşünemez olduk.
AB: Burada hakim ve savcılara büyük görev düşer…
AA: Öyle, tabii. Helâl olmayan bir yasayı tefrik ve ilân edebilecek yegâne kurumdur, hakimlik. Yargıcın “ hakîm, fehîm, müstakîm ve emîn, mekîn ve metîn” yani, “bilge ve bilgin, akıllı, anlayışlı, doğru, kendisine güvenilen, korkusuz, vakarlı, temkinli, metanetli, dayanıklı” olması istenir. Bence bu tanıma eklenecek iki ibareden biri “ özgürlüğünü içine sindirmiş” diğeri “İslam fıkıhına hakim” olabilirdi.
AB: Mecelle’deki tanımı söylüyorsunuz…
AA: Evet, Mecellenin 1792. Maddesi. Yani, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, yani, adli hükümler kitabındaki yargıç tanımı, 1800lü yılların üçüncü çeyreği. Baksanıza, çeviri yapmadan iki çift lâf konuşamıyoruz Ayşe hanım. Şimdi, gelin de desteklemeyin, Osmanlıca öğretiminin ihyasını! Yeri gelmişken, beni helâl olmayan yasal haklara uyandıran Hayrettin Ökçesiz hocanın kısa fakat özgül ağırlıkları fevkalâde yüksek makalelerinden birinde rastladığımbir Nietzche alıntısını paylaşmak isterim. “Soğuk adaletinizi sevmiyorum… yargıçlarınızın gözlerinden/ Cellatla, onun soğuk demiri bakıyor/ Söyleyin nerede bulunur, gören gözleriyle sevgi olan adalet?” Bana da sorarsanız, bir yargıcın gözleri faltaşı gibi açık olmalıdır ki, gri alanları görebilsin. Roman hukukunun gözleri bağlı tanrıçası bize göre değil.
AB: Gören gözleriyle sevgi olan adaletin bulunabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?
AA: Evet, inanıyorum. Sevgisiz adaletin, cezanın helâl edilemediği adalet olduğunu görürsek, iyileştirmenin yolunu bulabiliriz. Yargıçların gözlerinden bakan soğuk demiri yoketmelerinin yolu, Ökçesiz hocanın ifade ettiği gibi, “zaaflarından arınmadan, kemale ermeden, içlerine sinmeyen bir kararı vermemek /yani özgür olmak/ cesaretini bulamadan, yedi günahından arınıp, yedi erdemin kisvesini giyinmeden kendilerine sunulan peygamber postuna oturmama”ları olsa gerek. Gönüllü feragat, yargıçlar için de geçerli olmalı.
AB: Yakın bir gelecekte hukuk reformu öngörüyor musunuz?
AA: Benim ömrüm görmeye yetmeyecektir. Ancak, parçacık fiziğinin Newtonian dünya görüşünü tahtından etme yolunda hayli mesafe aldığı da bir gerçek. Yeni fizikte, malûm, kesinlik yok, tek doğru yok, hiçbir şey mutlak doğru değil, hiçbir şey imkânsız değil. Fuzzy mantığın insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtaracağı düşünülüyor. Bu gelişmeden hukuk da nasibini alacaktır. Nitekim, daha şimdiden suç kavramı tartışılıyor. Hakimlerin, formal yani resmi hukukun siyah-beyaz kurallarını aşarak, hafifleştirici veya ağırlaştırıcı nedenleri ayrıntılı bir şekilde inceleyebilecekleri düşüncesi taraftar buluyor. Tahkim mahkemelerinin itibarları ile birlikte sayıları da artıyor ki, ben bunda helâlleşmenin dava kazanmaktan üstün tutulabileceğini okuyorum. Daha da uç bir gelişim, iki asırdır ilk kez kadı sistemini savunan sesler duyuluyor. Savunanlar da, çoklu hukuk yanlısı libertaryan özgürlükçüler.
AB: Ya Türkiye? Edebiyat bir tarafıyla da kehanettir dediğiniz için soruyorum, Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
AA: Ah ama, “Türkiye, anlaşılamaz. Hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye ancak iman edilir.” Ondokuzuncu yüzyıl Rus düşünürü Fyodor Tyutçev’in kendi ülkesi için söylediği bir sözdü bu. Lâkin, o kadar iyi yansıtıyor ki benim Türkiye için hissettiklerimi, iktibas etmekten kendimi alamadım! Kehanet değil ama temennim, yaşadığımız şu kahredici anomalinin hayırlara vesile olması, 2050’li yıllardan geriye bakanların bizim çırpınışlarımızı Türk rönesansı olarak adlandırabilecekleri bir süreç olarak görecekleri umudu. Doğrudur, diriliş ancak isteniyorsa gerçekleşebilir, ancak o zaman mümkündür ama bu yaşananların bizim olduğumuz noktadan değerlendiremediğimiz bir nedeni de olsa gerektir.
AB: Rönesans diyorsunuz ya, şimdi yine tepkiler yağacak!
AA: Yağsın, ne yapalım. Yeniden doğmanın birden fazla yolu vardır. Kiminin yeniden bağ kuracağı Aristosu, Eflâtun’u, kiminin de hem Aristo’su, Eflâtun’u, üstüne üstlük Harizmi’si, İbni Sina’sı. Allah’ın yolları belli mi olur, bir bakarsınız dünyayı göbeğini kaşıyan o adam kurtarmış, Türkiye’nin logosu adalet ve ahlâk olmuş!