Rusya’ya Beni İnsanların Çığlıkları İtti!”

Hüseyin Sorgun tarafından kaleme alınmıştır.

Tarih nerede biter; kurgu nerede başlar? Tarihin koridorlarında çıplak ayak yürüyüp, kurgunun yordamında ezber bozmak için nasıl bir zırh kuşanmalı? Uzağı anlatırken, yakına bigâne kalmamak ve zamanın ruhunu okumak için hem yakın hem de uzak gözlüğünü aynı anda kullanmak gerekli, belki de… Hele ki “Eyy Uhnem!” seslerinin yankısı burnunuzun dibinde “eyvah!” nidalarına karışıyor ve insan çığlıkları sizi “Doğu”nun kuzeyinde, batısında, güneyinde ve doğusunda bir gezintiye çıkarıyorsa… Alev Alatlı’nın “Gogol’ün izinde” başlattığı nehir roman serisinin III. Cildi, “Eyy Uhnem!” Volga Türküsü’nün hüzünbaz melodisi eşliğinde devam ediyor.

Alatlı, yolculuğa başlama gerekçesini şöyle açıklıyor: “Ve beni oraya çığlıklar itti…” Alatlı, Rusların ayakkabısını giyerek, onları anlamaya çalıştığını söylüyor. Eyy Uhnem!, 1991 sonrası Rusya’da başlayan Glastnost dönemi değişimini anlatıyor. Ve Amerikalı iş adamı Paul Tatum ve Rahip Mening’in öldürülmesi olaylarının tahlili iki gizi ifşa ediyor: “Tatum cinayetinin üzerinde hiçbir giz yok aslında.

Tavuk kümesine girmiş tilkilerin dalaşması var; kim tavuğu kapacak. Tatum, gerçekten tırnak içinde başarılı. Ee, yaşananlar “onda var bizde yuğmi”nin ifadesi. Orada ciddi bir rant var, havada uçan diyelim. Fakat rantı elde edebilmek de ciddi bir zekâ istiyor. Sende yoksa, başkasında var ise doğrudan haraç istiyor, gasp ediyorsun. Papaz Mening’e geldiğimizde, bütün bunların içerisinde o kadar naif, o kadar orada değil ki… Biri Hıristiyanlığın dünyevi tarafı öteki uhrevi tarafı gibi… Fakat iş o noktaya gelmiş ki, uhrevi tarafı da paçayı kurtaramıyor. Çünkü onun içinde de bir bakıyorsun, Ukraynalı Papaz gibi tipler var… Biri ekonominin yeni illegal aktörlerinin önünü açarken öteki ahlaki yapının bozulmasına neden oluyor.”Bu gidişe “insan olarak hiçbir yaptırımımızın olmadığını hissetmek, kötülüğe karşı duramamak” uykularını kaçırsa da Alev Alatlı’nın, yazının ümitvar ikliminde umut devşirmenin gayretini gösteriyor bir yazar olarak: “Yazı esas itibariyle hala yapılabilecek bir şeyin olduğu umududur. Onun içindeki açık ya da saklı önerileri paylaşmaktır okurla. Rus yazarları kadar bu konuda gayret eden ikinci bir yazar camiası yok dünyada. Ama ben Rusya’da kimseye bir şey anlatamadığımı hissettim. Dünya Tolstoy’a da kalmazsa kime kalır yani, diye düşündüm.” Özellikle III. Ciltte koyu bir hüznün esintisinin okurun yüzünü yaladığını söylüyorum ve bu çabanın Don Kişot’unki gibi bir çelişkiyi davet edip etmediğini soruyorum: “Evet… “ diyor: “ Ben Rusya çalışmaya gönlümü kapatarak ve hiçbir önyargı koymayarak başladım. Fakat içine girdikçe, elimde kaldı. Hiç beklemezdim, Lenin’in Mevlana ilişkisini. Hayatımızda da böyle bir şey duymadık. Türkiye’de Vişne Bahçesi’ oynanıyor. Türkiye Vişne Bahçesi’ni oynayamaz. Çünkü orada yazar doğrudan kendi toplumuna göndermeler yapıyor. Ve bir yazar olarak bu gayrete baktığında o kadar içselleştiriyorsun ki o yazarı meğerki ölmüş olsun. “Vah canım” diyorsun nasıl da debeleniyor bunu anlatabilmek için. Ve onun istediği sonuç hiçbir zaman olmuyor. Tolstoy 82 yaşında ölüyor işte ve bir cümlesi var, “bilsem ki bundan yirmi yıl sonra okunacak bu gayreti çıkarmaz mıyım üç mislisine” diye. Onun adına çok şükür demek lazım, yine çıkıyor bazıları. Ama bir garip Alev Alatlı, Beykoz’da Tolstoy için heyecanlansa ne olur heyecanlanmasa ne olur… Yani adamın kemikleri yok. Bütün bunların getirdiği derin bir hüzün var. Ve bu hüzünle baş etmek çok zor.”En bir araya gelmezlerin, en temiz ile en kirlinin, en liberal ile en muhafazakârın kol kola yürüdüğü bir dönemin izlerini taşıyor kitap. “Yeni dünya düzeninin bu tezadı mıdır sizi korkutan?” diye soruyorum: “Yeni dünya düzeni, insanın eşrefi mahlûkat olduğunu unuttuğu bir dönem. Bunu unutursan sorumluluğun da gidiyor. Bütün bu Rusya tecrübesi bunu söylüyor. Eşrefi mahlûkatın hakkını vermek zor. Her türlü değer yargısının serbest piyasa ekonomisine ihale edilmesi trajik bir durum. Sonuçta ne olmuş ki, “kazanmış işte” laf bitiyor… Ve bu en toplumcu olarak bildiğiniz bir coğrafyadan fışkırıyor. Peki bu nasıl bir şakaydı yani… Demek ki bütün bunların hepsi şakaydı. Peki, bütün bunlar şakaydıysa, insanoğluna nasıl bakacağız, Hıristiyanlar gibi zaten günahkârlar on para etmezler diye mi… Bunu sorgulamak gerekiyor. O zaman da zaten atılmıştık cennetten, ne var ki… O zaman Ortodoks Hıristiyanlığı da anlıyorsunuz. İşte Sezar’ın dünyası, İsa’nın dünyası Selahattin’in dünyası var. İyilik yaparak cennete gitmek diye bir şey olmadığı için, bu tepişme de caizdir. Dünya dünyadadır, istediğin naneyi yersin. Ama nasıl gelir bir yere, parayla ya da akılla gelmediği muhakkak. Bütün bir doğu medeniyetinin çöküşü diye konuşuyoruz; bence asıl üzerinde durulması gereken Batı Medeniyeti’nin çöküşü. Çünkü Doğu yine kendisini bir yerlere götürdü. Götürüyor da.”Bir Rus olan Aleksi ile Türkiyeli, Müslüman Güloya Güreli’nin arkadaşlığı, romanın alt metninde akan iki nehir gibi yol alıyor. “Bu arkadaşlıktan ne anlamamız gerekiyor?” Romantik bir ilişki kurgulamak varken, bu yalınkat gerçeklik de niye?: “Güloya Türk. Her şeye rağmen yaşayakalan bir Türk. Ve Aleksi’nin aksine nekrofil değil biyofil. Fark bu. Güloya geliyor, geliyor gene bu tarafa. Aynı zamanda Müslüman biri ve bir noktaya gelir ki, dur ya “Mevla görelim neyler”, der. Güloya, Türkiye’ye gidelim diyor, dördüncü ciltte. Fakat Aleksi gelmiyor. Ve “Bu yaptıkların dünyaya yeni bir yorum getirmek içinse, ben almayayım”, diyor. Bu Aleksi’nin kendisinin halletmesi gereken bir şey fakat ona da gördüğü yaşadığı pratikler izin vermiyor. Bir yerde, “Amerika benim Rusya kitabım”, diyor. “Amerikanka oldu burası”, diyor. Bu durum da Aleksi için bir bitiştir. Artık neyin kavgasını verecektir ki…”Alev Alatlı, 4 ciltlik nehir roman dizgesi içerisinde, Rusya’nın serüvenini kurgularken, alt metinde okuru doyuracak, insanın sesini duyuracak bir bilgi zenginliğini de ihmal etmiyor. “Peki, sizi hangi rüzgar attı, Rusya’ya?”: “Hakikaten bilmek istedim, ne oldu burada diye. Ne zaman ki Laleli’de fizik mezunu kadınların fuhuş yaptıklarını gördüm, bu nasıl bir gereksinimdir ki böyle bir şey yaptırır dedim…” Alev Alatlı, roman kurgusu ve üstlendiği yazar sorumluluğu ile kadim Rus edebiyatına “kök kardeşliği” ile bağlanıyor. “Siz, bir yazar olarak, nasıl bir teknik ve duygu ile yazıyorsunuz?”:”Ben başı sonu belli kurguya inanan bir yazar değilim. Gogol’ün izinde’yi görünce insanlar, daha çok edebiyata yükleneceğimi sandılar galiba. Hayır o değil. Gogol’ün benim için önemi, “Biraz da Rus soytarılarını görelim, yetti Fransız soytarıları” diyen adam. Ve ilk defa ülkesinin gerçek sorunlarını kitaplaştırdı. Bu müthiş bir farktı. Çocukluğumdan beri, bir kitabı alır okur, ikinci cildini kendi kafamda yazardım. Robinson geldi bir adada yaşadı, Cuma’yla; sonra döndü İngiltere’ye. Benim için sonrası önemlidir. Ha eğlencelik için romanları kurgulayabilirsin. Ama bana sorarsan okuru kandırmamak lazım. O bakımdan varsa eleştiriler, kitaplarımın kurgusuna ilişkin, üzerinde durmamamın nedeni hayata öyle bakmadığımdandır.”“Gogol’ün İzinde”n sonrasını merak ediyorum. “Ya sonra?”: “Bilmem… Valla bakayım, Türkiye’ye bir geri döneyim… Hakikaten zamanıdır. Şu içinde olduğumuz heyecanlı dönemi bir doğru okuyalım. Tırnak içinde söylüyorum, camiye gidemeyen laik kesim, Hilton Oteli’nde reikicilerle birlikte bir tuhaf paganist işlere katılıyor. Bu nereden çıktı ki. Bu serüveni de çok merak ediyorum. Ne oluyor? Tuhaf cemiyetler var, ne yapıyor bu insanlar. Onu merak ediyorum. Bu gidiş, nereye? Bir sondaj yani, bir metre indirebilirsem, arkası tamamlanır…”