TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri
1929 Krizi patladığında, Fransa çok sayıdaki “cumhuriyet”lerinden Üçüncüsünü yaşıyordu. Üçüncü Cumhuriyet dedikleri 1870’de Almanya yenilgisinden sonra Adolf Thiers’in cumhurbaşkanlığında kurulan cumhuriyet. Thiers, 1871’de Paris komününü acımasızca dağıtmasıyla ünlüdür. Paris Komünü, malum, dünyanın ilk işçi hükümeti. Fransa’daki sınıf çatışmasının sonucunda, alternatif bir yönetim biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Komünist Manifesto’da “proletaryanın siyasi gücü iki ay süreyle elinde tuttuğu” dönem olarak geçer. Kanlı başlayan Üçüncü Cumhuriyet yine de Fransa’nın en dayanıklı cumhuriyetlerinden birisidir, 1940’a kadar sürer. Birinci Dünya Savaşı, ülkenin doğu ve kuzey bölgelerini yerle bir etmiş, hazinesini boşaltmış, daha da kötüsü 1,5 milyon gencini yok etmiştir. Nüfus artışı korkutucu bir şekilde azalmaktadır.
Buna karşın savaş, siyasi partileri “Union Sacree,” (ÜNYO/N SAKRE) Kutsal Birlik altında bir araya getirmiştir. Kutsal Birlik’in kutsal ismi ünlü George Clemenceau. (JORJ KLEMENSO) Fransa’nın “Zaferin Babası” dedikleri başbakanları. Bir diğer adı da “Kaplan.” Clemenceau, (KLEMENSO) ayrıca Versailes antlaşmasının baş mimarı. Almanya’nın bir daha asla ve asla Avrupa’yı tehdit eden bir güç olmaması için uğraşan “kindar” adam. O kadar ki, Clemenceau’nın Almanya’yı tam anlamıyla cendereye sokan intikamcı tutumundan olmasaydı, enflasyon o hale gelmez, Hitler doğmazdı denir. 1929 Krizi patladığında Fransız başbakanı olan 1876 doğumlu Andre Tardieu, (ANDRE TARDİYÖ) Versailles’da bu (KLEMENSO’nun) Clemenceau’nun danışmanı.Tardieu başkanlığındaki Fransa’nın kriz deneyimi Avrupa’nın diğer ülkelerinden daha farklı.
Büyük Çöküntü Fransa’ya diğer ülkelere nazaran daha geç bulaştı. Nispeten daha az ama daha uzun süreli etkili oldu. Sanayi Fransa’da da Yirmili yıllarda büyümüştü. Ancak, Amerika’dan farklı olarak, Fransız sanayisinin motoru ihracattı. Sanayi ürünlerinin %30’u yurtdışına satılıyordu. Fransız sanayi üretimi ve yatırımları doruktaydı. İşsizlik söz konusu değildi. Sadece 190 bin kişinin işsizlik parası aldığı söyleniyordu. Fransızlar, mutlu ve gururluydular. İyimserliklerini, New York Borsasının çöküşü bile önleyemedi. Tardieu , 1930’da “artık refah politikaları uygulamanın zamanı geldi” mealinde nutuklar atıyordu. Ancak göz ardı ettiği önemli bir husus vardı: ihracatın artışında frankın rolü. İhracatı arttıran temel faktör Fransız frankının sürekli devalue ediliyor olmasıydı. Hatta, Bir yoruma göre Fransa’nın ’29 Kriz’inden Almanya kadar etkilenmemiş olmasının nedeni, Fransız ekonomisinin dünya ekonomisinden tecrit edilmiş olmasıdır. Bu önemli bir nokta. Krizler çünkü dünya ekonomisine entegre olunduğu ölçüde bulaşıyor. Kendi yağı ile kavrulan bir üçüncü dünya ülkesiyseniz, meselâ, Rusya ya da Güney Asya krizinden etkilenmiyorsunuz. Ama sistemin bir parçasıysanız, bir yerde patlak veren bir buhran eninde sonunda sizi de etkiliyor. Fransa’nın durumunda dünya ekonomisinden “tecit” edilmişlik durumu, Fransız parasının değerinin altında işlem görüyor olmasının getirdiği tecritti. İhracat artıyordu ama frankın değerini düşürdükleri için, mallarını gerçek değerinden daha ucuza sattıkları için artıyordu. Sağlıklı bir ekonomik politika değildi. Buna karşın, ihracatın sürüyor olması çöküntüyü geciktirdi. Ne zamana kadar? Büyük Çöküntü Fransa’nın müşterilerini mal alamayacak duruma getirinceye kadar.
Nitekim, 1929-1932 arasındaki üç yıl içinde ihracat, yarı yarıyadan da fazla düştü. 52 milyar franktan, 20 milyar franka. Metallürji ve tekstil, ihracata doğrudan bağımlı sanayilerdi, dış pazarlardaki daralmadan ve fiyat düşüşlerinden en büyük zararı onlar gördüler. Makinalarını yenileyemeyecek hale geldiler. Çöküş, tüm ekonomiye bu sektörlerden yayıldı. Kağıt, kauçuk, petrol arıtımı, elektrik gibi uluslararası rekabetten korunan endüstriler durumlarını muhafaza ediyorlardı. Hükümetin üretimini doğrudan desteklediği şeker, gemi inşaatı, kömür sanayiine de pek bir şey olmadı. İşsizlik vahim boyutlara ulaşmadı. 1936’da, işsiz sayısı 1 milyon civarındaydı – toplam işgücünün sadece yüzde beşi. ABD ve Almanya’yla kıyaslandığında gerçekten de devede kulak.
Öte yandan işsizliğin düşük olmasının bir nedeninin de baştaki hükümetin yarım-gün çalışmaya ağırlık vermesi olduğu söylenir. Bir hesaba göre yarım-gün çalışma, 1 milyon 300 bin kişinin “işşiz” sayılmasını önlemiştir. Öyle de olsa, Fransa, Büyük Krizi, GSMH’ nda %10’dan fazla olmayan bir düşüşle atlatır. Sanayi ve ticaretteki düşüş %20 ile kısıtlı kalır. Keza, hane tüketim seviyesi de yüzde 14’den fazla inmiş değildir. İngiltere, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak Fransa’da kriz yönetiminin başarıyla sürdüren hükümet, Popüler Cephe hükümetidir. Sosyalistler, Radikaller ve Komünistlerin oluşturduğu Popüler Cephe hükümeti.
Oysa, gerek ekonomik problemler, gerekse Almanya ve İtalya’da güçlenen nazi ve faşistler, Fransa’da da bölünmelere neden olmuş, kanlı nümayişler birbirini kovalamıştı. Bu hengamede Sosyalist, Radikal ve Komünistlerin bir araya gelmeye başarmaları Fransa için büyük bir şanstı. 1936 seçimlerini kazanan Popüler Cephe, milliyetçi-muhafazakar ve şahin Tardieu’yü ekarte etti. Tardieu, siyasetten çekilmesiyle sosyalist kanat reformlara girişti. Bu reformların arasında arasında iş gününü haftada 40 saat ile sınırlamak, toplu sözleşme, ücretli tatil, kamulaştırma, ve Fransız Bankasının statüsünde değişiklik gibi önemli atılımlar var. İşçi ücretlerinin aynı seviyede tutulmuş olmasının talep daralmasını önlemek suretiyle Krizden çıkmaya yardımcı olduğu da söylenir. Söylenir diyorum, çünkü ekonomik analiz, yani neyin neye neden olduğunun çözümlemesi, geriden gelen bir iştir. Hadiseler olup bittikten sonra masaya yatırılır, adeta otopsi yapar gibi, neyin neye neden olduğu araştırılır, bir daha olmaması için tedbir alınmaya çalışılır. Ancak, ekonomistler geçmiş hadiselerin sebepleri ve sonuçları hakkında fikir birliği içinde olacaklar diye de bir şey yoktur.
Çoğu kez herkes ekonomik meselenin bir başka noktasında odaklaşır. Bir başka noktasını öne çeker. Bunun nedeni, ekonominin fen bilimleri gibi laboratuarlarda test edilen, kesin verilere dayanan bir bilim olmamasıdır. İki oksijen bir hidrojen atomu her defasında su yapar. Ama ekonomide, şu icraatı, şu icraatla birleştirirsek bu sonucu alırız şeklinde kesin bir şey söyleyemezsiniz. Çünkü insan toplumları dinamik sistemlerdir. Dinamik sistemler de hiç beklemediğiniz unsurlar araya girer ve planlarınız işlemeyebilir. 1939’da Fransa’nın İngiltere ile birlikte Hitler’e karşı savaşa girmesini onaylayan da bu Birleşik Cephe hükümetidir. Maginot hattının gerçektenden geçilmez olduğuna inanıyorlardı. Değilmiş. Almanya’nın yıldırım harekatı sonucunda kesin bir yenilgiye uğradılar. Fransa aylar içinde boynunu büktü, 1940’da mütareke imzalamak zorunda kaldı.
Ülke biri işgal altında olan, diğeri hür olmak üzere iki bölgeye ayrıldı. “Hür” denilen bölgede toplanan Fransız parlamentosu Birinci Dünya Savaşı kahramanlarından Mareşal Henry Petain’e yeni bir rejimin kurulması için tam yetki verdi. Üçüncü Cumhuriyet’in sonu, yeni rejimin başlangıcı. Fransa’nın resmi yeni rejimi: faşizmdi. Mareşal Petain’in faşizm yanlısı hükümetinin bir adı da Vichy Hükümeti. Vichy Hükümeti adını kurulduğu Vichy şehrinden alıyor, orta Fransa’da. Fransa’nın faşist Vichy hükümetinden kurtulması Amerikalıların ve İngilizlerin sayesinde. Müttefikler, bu hükümeti tanımadıkları gibi, “hür” sayılan bölgeyi işgal ettiler. Petain hükümeti Almanya’ya sığındı. Almanya da işgal edince son buluyor.
Gelelim İtalya’ya. 1870 –1915 İtalya’nın da serpildiği yıllar. Mali işlerini yoluna koyduğu, idari yapılanmasını iyileştirdiği yıllar. Demiryolları gibi temel endüstriler bu yıllarda gelişiyor ve çoğu kez yabancı sermaye ile. İtalya, Bismarck Almanyası ve Franz Joseph Avusturyası ile ittifak halinde, ticari ilişkilerini geliştiriyor – her ne kadar sonunda piyasalarını işgal eden Alman malları karşında narin ulusal ekonomisini kurtarmak için korumacılık uygulamak zorunda kalsa da. İtalya’nın geleneksel sorunu varsıl Kuzey, yoksul Güney sorunu. Tarım, genel olarak ülkenin güneyinde, endüstri Kuzey’de. Tarım, o yıllarda da başarılı değil. Dış piyasalarda tarım ürünlerinin fiyatlarının düşüyor olması, bir yandan da ağır sıtma ile mücadele eden İtalyan köylüsünü kötü etkiliyor. Çiftçiler, ağır vergiler altında bunalırken, endüstri işçileri siyasal olarak örgütleniyorlar, sendikalar güçleniyor. Sendika hareketleri İtalya’da daha 1892’de Sosyalist Partinin kurulmasıyla sonuçlanıyor.
Sosyalist Parti zamanla “Demokrat Parti”ye dönüşüyor. Böylece eski monarşistlerin, ve liberallerin, ve solcu cumhuriyetçilerin, ve reformistlerin yanı sıra sosyalistler de siyasi sahneye duhul ediyorlar. 1913’de İtalyan kadınları henüz oy veremiyorlar ama oy hakkı tüm reşit erkeklere tanınıyor. Birinci Dünya Savaşının başında İtalya toplumsal istikrarı olan bir ülke görünümünde. Daha da önemlisi Avusturya ile olan ilişkileri soğuma yolunda. İtalya geleneksel müttefiklerini terk ediyor, Fransa ve İngiltere’nin yanında yer alıyor. Bu seçiminden karlı çıkıyor. Versailles antlaşmasının sonucunda ülkesine toprak katıyor. Bu yıllar, aynı zamanda İtalya’da çok sayıda siyasi partinin kurulduğu yıllar. Demokratik Partinin yerine kurulan Popüler Parti, Sosyalist Partiden ayrılan ve ünlü Antonio Gramsci’nin başkanlığında kurulan İtalya Komünist Partisi ve tabii Benito Mussolini’nin Faci di Combattimento’su. “Combattimento” mücadele demek. Mussolini, ateşli bir sosyalist demircinin oğlu. 1910’lu yıllarda devrimci Sosyalist Parti’nin başkanı. Hatta “Avanti” isimli bir de sosyalist gazete çıkarıyor.
Fakat ne oluyorsa oluyor, Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte, Mussolini aniden dönüyor, milliyetçi kesiliyor. Yetmiyor, müdahaleciler, yani emperyalizm taraftarları ile bir oluyor. Sosyalist Parti’den atılıyor. Fransa’dan aldığı paralarla yeni bir gazete çıkarıyor, İtalya’nın savaşa Fransız ve İngilizlerle birlikte girmesini teşvik ediyor. Mussolini’nin Faci di Combattimento’nun başına geşmesi Birinci Dünya Savaşından sonra. Hareket saldırgan bir milliyetçiliğe revaç veriyor, komünistlere ve sosyalistlere karşı çıkıyor. Siyah gömlekler giyiyorlar, üyeleri silâhlı gruplar halinde terör estiriyorlar. Söylemleri de, reformları gerekirse sopayla gerçekleştirecekleri şeklinde. Yine de, 1921’de 35 milletvekili çıkarıyorlar, Nasyonel Faşist Parti resmen tanınıyor. Ekim, 1922’de Kıral Üçüncü Victor Emmanuel, Mussolini’yi başbakan ilân ediyor. Mussolini dikta niyetlerini daha ilk günden açık etti. Altı yıla kalmadı, parlamentoyu lağvetti. Muhalefeti sivil polis ve parti militanları vasıtasıyla ortadan kaldırdı. Basını susturdu ve ekonomiyi “birlikçilik” diye çevirmeyi yeğlediğim, “corporativismo” esasına göre düzenledi. Birlikçilik, toplumun bütününün devlete bağlı birlikler şeklinde örgütlenmesidir. Birlikçilik teorisi, işçi ve işverenlerin sanayi ve meslek birlikleri şeklinde örgütlenmelerini öngörür. Birlikler üyelerinin ekonomik faaliyetlerini denetler ve onları temsil ederler.
Fransız İhtilalinden sonra ortaya çıkan bir teori olmakla birlikte, Birlikçiliğin önde gelen teorisyeni Adam Müller diye bir adam. Ünlü Avusturya şansölyesi Prens Metternich’in saray filozofu. Müller, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunan laissez faire’ci Adam Smith’ten hiç hazzetmez. Fransız eşitlikçiliğinden de öyle. Amacı, imparatorluğun geleneksel toplumsal katmanlarına çağdaş bir yorum getirerek, İmparatorun kutsal yönetme hakkını muhafaza etmesini sağlamaktır. Mussolini birlikçilik yolundaki ilk adımlarını başbakan olduğu 1922 yılında atmakla birlikte, uygulamaya geçmesi 1936 yılındadır. Ekonomik faaliyetler 22 birlik altında toplanır: bir numaralı birlik, tahıl birliğidir de mesela, iki numaralı birlik sebze ve meyve birliğidir. Sekiz tekstildir, dokuz madenlerdir, on yedi banka ve sigortacılıktır, yirmi bir tiyatrodur. Böyle gider. Birlikler bir merkez komitesi tarafından koordine edilirler. Bir de Konseyleri vardır. Birlikler Konseyi, 1936’da İtalyan Millet Meclisinin yerini alır, devletin en yüksek yasama organı görevini üstlenir. 823 üyesi vardır, bunlardan 63’ü faşist partiyi temsil ederler, geri kalanlar ise işveren ve işçi konfederasyonlarını. Birlikler Konseyinin kurulması faşist devlet örgütlenmesinin yasal yapılanmasının tamamlanmasını müjdeler. Ancak, bir iki oturum ya yapar ya yapmazlar.
İkinci Dünya Savaşı patlar ve sistem dağılır. İkinci Dünya Savaşı, toplumsal, ekonomik ve siyasi etkileri itibariyle kelimenin tam anlamıyla yıkıcıydı. Altmış bir ülkede yaşayan 1milyar yedi yüz milyon insan bu savaştan doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkilendi. Yirmi milyonu asker, kırk milyonu sivil, altmış milyon insan öldü. Hemen hemen bizim ülkemizin nüfusu kadar bir kayıp… Savaş Amerika’ya 341 milyar dolara mal oldu. 341 milyar dolar! Bir bu kadar da Almanlar harcadılar. Yıkmak, yok etmek, için harcanan toplam para 1 trilyon dolardı. Barışçı amaçlar için kullanılsaydı bir trilyon dolarla gezegenimizin bütünü değilse de herhalde büyük bir bölümü abad olurdu.
New Hampshire ABD’nin kuzey-batısında bir eyalet. 1944 yılında, Savaş henüz bitmemişken, New Hamshire’ın “Bretton Woods” isimli kasabasında 44 ülkeden delegeler toplandı ve savaş sonrası dünya ekonomisinin nasıl yapılanması gerektiğini tartıştılar. “Uluslararası Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası” ve “Uluslararası Para Fonu”nun temellerini attılar. Bankanın kuruluş amacı, “üye ülkelerin topraklarının yeniden yapılanmasına ve gelişmesine yardım etmek “ ve “daha az gelişmiş ülkelerde üretici birimleri ve kaynakları teşvik ederek verimliliği, yaşam standardını, işçilerin koşullarını iyileştirmek” şeklinde açıklandı. Banka’nın kararlarında siyasi mülahazalarla hareket etmesi kuruluş senedinde yasaklanmıştı. Üye ülkelerin siyasi işlerine karışması da öyle. Şu şerhle ki, – kuruluş senedinden okuyorum: “Banka, ekonominin sağlıklı yürümesinin temelinin, siyasi istikrar ve iyi yönetim olduğunu teslim eder. Banka’dan borç para alan üyelerin kamu sektörü idaresi, ekonomik ve mali sorumluluk, hukuki altyapı ve saydamlıklarını iyileştirme gayretlerini tüzüğü çerçevesinde destekler. İlâveten, Banka, yaygın yoksulluğun, cehaletin, kötü beslenmenin ve açığın insan haklarının hakkının verilmesini kısıtladığının bilinci içinde, insan refahının arttırılmasına borç alan ülkelerin yoksulluğu azaltmak ve yaşam standartını yükseltmek gayretleri desteklemek suretiyle katkıda bulunur.” Üye ülkeler, bankanın sahipleri, ortaklarıdırlar. Sahipliklerini “İdare Heyeti” aracılığı ile yürütürler.
İdare Heyetinde her ülke bir üye ile temsil edilir. İdare Heyeti’nin yetkilerinin hemen tümü İcracı Yönetim Kuruluna devredilmiştir. İcracı Yönetim Kurulunun üyeleri sahip ülkelerce atanır. Dünya Bankası başkanını da İcracı Yönetim Kurulu seçer. 1944’den bu yana köprünün altından elbette çok sular aktı. Bugün “Uluslararası Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası,” kısaca “Dünya Bankası Grubu” olarak adlandırılan bir dizi çok-muhataplı kalkınma örgütünden sadece birisi durumunda. IDA var, ICA var. IDA’nın açılımı “Uluslararası Kalkınma Cemiyeti,” ICA, “Uluslar arası Finansman Şirketi.” Sonra, MİGA var. “ Çok-muhataplı Yatırım Garanti Ajansı” ve ICSID, “Uluslarası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi.” Bu kuruluşların sahipleri de üye ülkeler. Kuruluşlar sahipleri ülkelere hesap vermek durumundadırlar. En azından kağıt üstünde böyle. ‘80li yıllardan itibaren Dünya Bankası Grubunun görev tarifi değişmeye başlıyor. Nedeni, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere insanların, Grubu, çevre felâketleri, doğal afetler gibi konulara bigane kalmakla suçlayıp, daha aktif rol üstlenmesini talep etmeleri. Bunun üzerine, suçlamaları inceleyecek bir panel kuruluyor: Adlı Tetkik Panel’i. Panel tahkikatını sürdürüyor oladursun, homurdanmalar artıyor. Banka’nın 1994’de Madrid’te yapılan Yıllık Olağan Toplantısında doruğa ulaşıyor. Banka yetkililerinin kendi ifadelerine göre, o günden sonra çok şey değişiyor. Öncelikle hatalarını kabul ediyorlar: “Kalkınma zor ve riskli bir gayrettir, bu gayret içinde olan herkes gibi Dünya Bankası da yapılan hatalardan nasibini almıştır” diyorlar. Yine kendi ifadelerine göre bu saptamadan sonra çok yol alınıyor. Gruba dahil kuruluşlar, iç ve dış verimliklerini ve hizmet kalitelerini arttırma yoluna gidiyorlar. Bugünlerde en övündükleri başarılarının arasında savaş sonrası Bosna’da, kriz sonrası Doğu Asya’da, hortum sonrası orta Amerika’da ve deprem sonrası Türkiye’de yürüttükleri iyileştirici projeler var.