Batı Dünyasında Neler Oluyor?

‘Mücahitlerin dünya çapında cihad ilân ettikleri, Yaradılışçı’ların yürüyüşe geçtikleri çağımızda, dinin geri döndüğünü inkâr edebilmek için ya kör olmak gerekir, ya da deli! Günümüz tanrıtanımazları bile bu mucizevi dirilişi kabul ediyorlar.” Bu cümle, Kenan Malik’e(1) ait.

Bahsettiği “Yaradılışçılar” 1920’li yıllarda ABD’de baş veren köktenci Hıristiyan hareketi “Creationism” müridleri. Bu insanlar, Kutsal Kitap’ın kâinat ve dünyanın yaradılışının anlatıldığı ilk bölümü olan Tekvin’e, hiçbir yoruma tabi tutulmaksızın, harfi harfine iman edilmesini savunuyor ve dolayısıyla Evrim Teorisi’ne itibar etmiyorlar.

Dahası, okullarda öğretilmesini engelliyorlar. Darwin 1960’ın ortalarına kadar Amerikan okullarına giremiyor. O tarihten 1975’e kadar evrim teorisini fen derslerine “bilimsel yaradış” adı altında destek konu olarak eklenmiş olarak görüyoruz. 1975, yüksek mahkemede görülen bir davanın (2) sonuçlandığı yıl. Mahkeme, okullarda yaradılışın İncil’i esas alarak öğretiliyor olmasının Amerikan Anayasası’nın kilise-devlet ayrışımı ilkesine ters düştüğüne hükmedince, Eski Ahit’e yapılan göndermeler müfredattan kaldırılıyor. Buna karşın, halen devam eden davalar (3) da var. Prof. Malik’in “yürüyüşe geçtiğini” söylediği Hıristiyan hareketinin özü böyle. Malik’in dinin mucizevi dirilişini kabul ettiğini söylediği “tanrıtanımaz”lara gelince, dokundurduğu zat, 2004’te ölen Jacques Derrida’dan sonra dünyanın en büyük filozoflarından biri sayılan Alman felsefeci, Yeni-Marksist sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas. (4) Uzun yıllar kararlı bir ateist ve sekülerizm savunmacısı olarak tebarüz eden Habermas, epeyce bir süredir dinlerin insan onuru, özgürlüğü ve sorumluluğu gibi değerlere ters düşmeyebileceği şeklinde düşünceler dillendirirken, sekülerizmin birtakım kısıtlamalarla malûl olduğunu da itiraf etmeye başlamış. Hatta, Papa 16. Benedict’le yaptığı bir konuşmayı müteakip, “modern eşitlik ve adalet fikirlerinin aslında Musevi ve Hıristiyan dinlerinin ilkelerinden süzülmüş kavramlar” olduklarını beyan etmekten kaçınmamış. Yeri gelmişken, günümüzde Batı dünyasında “dinlerin yükselişi”ne ilişkin entelektüel tartışmalarının Musevi ve İsevi inançları ile sınırlı olduklarını, “İslâm’ın yükselişi”nin ise tamamen farklı saiklerle değerlendirildiğini vurgulamalıyım.

Papa 16. Benedict’in tutumu, iyi bir örnek: “Gelişmiş Batılı ülkelerde gittikçe güçlenen sekülerizm karşısında Hıristiyanlığın zayıfladığını” ileri sürerek, Avrupa’nın köktenci Hıristiyan değerlerine geri dönmesi gerektiğini savunan, Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan ligi olmasını, İsevi inancının AB anayasasında yer almasını talep eden Hazret, konu İslam olunca, Müslüman liderleri “dini siyasileştirdikleri için” eleştirmekten geri durmamaktadır. (5) Oysa malûm olduğu üzere, “Sezarın (6) hakkı sezara, İsa’nın hakkı İsa’ya” şeklinde özetleyegeldiğimiz anlayışı gereği, kilisenin alanını dünyevi yönetimin alanından ayırarak, “ruh”un salâh bulması üzerinde yoğunlaşan din, Hıristiyanlıktır, İslamiyet değil! “Hıristiyan ikiciliği” (“dualism”) olarak tanımlanan anlayış, insanoğlunun dünyevi meselelerinin çözümünü dünyevi iktidarlara bırakmak suretiyle sekülerizmi (7) doğuran anlayıştır. Papa hazretlerinin zengin Batı ülkelerinde güçlendiğinden yakındığı sekülerizm, herhangi bir dünyevi devlet gibi hareket eden Kilise’nin “İsa’nın alanı”nın dışına çıkarak, inananlar üzerindeki kurduğu maddi ve manevi baskıya karşı haklı ve doğal bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Bu anlamda, Hıristiyanlığın alanını daraltmış olması söz konusu olmadığı gibi, tersine, Kilise’nin asli görevine yönelmesini sağlayan oluşumdur. Hal buyken ve Papa hazretlerinin hiç işleri olmaması gerekirken, AB için İsevi bir anayasa için bastırıyor, bu meyanda bambaşka saiklerle hareket eden İslâm liderlerine veriştirmeyi de ihmal etmiyor olmalarının, “dinlerin yükselişi” tartışmalarının ilâhi çerçeveden çıkarılıp, dünyevi iktidar kavgasına dönüştürülmekte olduklarından başkaca açıklaması yoktur. Esas yükselen ne? Mamafih, Hazreti, biz, henüz Alman Kardinal Joseph Ratzinger olduğu günlerde, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği karşıtı demeçlerinden tanırız. Kendileri, “Hıristiyanlık barışçıl ve makuldür, İslamiyet şedit ve mantık dışıdır” söylemini (8) alenen dillendirmekten de hicap etmemişti. Dahası, “Hıristiyanlığın hükümdar ile Tanrı arasındaki farkı gözetmek” suretiyle, “dünya tarihine yepyeni bir açılım getirmiş olması”yla övünmüş olması da (9) bir vakıadır; ruhani ve dünyevi iktidarların ayrışmasında yarar olduğunu, zira “böylece ortaya çıkan özgürlük alanının bireyin devlete karşı çıkmasını mümkün kılacağını” iddia ederken, oklarını yine İslâm’ın yükselişine çevirmişti. Ona göre, dünyanın önemli bölümünde “siyaset dünyasını inanç dünyasıyla bir arada mülâhaza eden eski görüş” (nesi eskiyse!) geri gelmiş, “ahlâkı sadece siyasi gücün kollayabileceği” inancı yeniden hakim olmaya başlamıştı ki, bu adamakıllı kaygı verici bir durumdu. Makaleyi kaleme almaktaki amacımın, varsa aramızda dünyada dinlerin yükseliyor olmasından İslâmiyet’e pay çıkaranlarımız, durumu bir kere daha değerlendirmemiz gerektiğini vurgulamak olduğunu söylemeliyim. Kişisel hissiyatım, “Yanılmaz” (10) da olsalar, İslâm söz konusu olduğunda, günümüz Papalarının bile mühürlerinden kurtulmayı başaramadıkları şeklindedir. Hal böyle olunca, meselâ, Katolik rahibelerinde kutsallık simgesi olarak saygı duyulan başörtüsünün, Müslüman kadınlarında baskı simgesi olarak kötülenmesi, hatta başta Katolik Fransa, yasaklanması çabalarının şaşıracak bir yanı yoktur. Papa’nın dahi, ne önyargıda, ne de çifte standart uygulamasında sakınca görmediği koşullarda, başörtüsünün hatta peçenin, Avrupa Medeniyeti’nin iki bacağından biri sayılan Yahudi-Hıristiyan geleneğinde de var olduğu olgusu da düşüncelerini değiştirmeyecektir. İnternet sitelerinde, dergilerde, Müslüman gençler, istedikleri kadar, meselâ, Hazreti İsa’nın havarisi Aziz Paulus’un söylemlerinden örnekler getirsinler, meselâ, Musevi yasasının “karısının saçının görünmesine izin veren erkeği lânetlediğini” tekrarlasınlar, İslâm’a empati duyulmasını sağlayamayacaklardır. Çünkü, dinlerin yükselmekte, dünyeviliğin zayıflamakta olması, Batı toplumlarının dindarlaştıkları anlamına gelmemektedir. Günümüzde yükselen, aslî anlamı değişmiş, ne Tanrı, ne de ilâhiyatla uzun boylu ilgisi olan bir din; daha doğrusu, özü itibariyle fevkalâde dünyevi (seküler) bir kavram olan “kimlik” fikridir. Bu çerçevede sekülerizmin (dilerseniz, laikliğin) üç ayrı anlamından bahsedilir. (11)

Bunlardan birincisi, siyasetin dinden, kamu alanının bireysel alandan ayrıştırılması; ikincisi, dini inanç ve ibadetlerin zayıflaması; üçüncüsü, inanç koşullarının dönüşmesi, yani, Tanrı inancının bir veri olarak kabul gördüğü, kimse tarafından sorgulanmadığı bir toplumdan bir tercih meselesinden ibaret olduğu topluma dönüşmüş olması halidir. “Modernite” bu dönüşüm ifadelerinden birisidir ve “Büyük Kopuş”a delâlet eder. Ne din ne de bilim çağı 1800’lü yıllarda gerçekleşen “Büyük Kopuş” dedikleri süreç, siyaset inançtan, kamu alanı bireysel alandan ayrışırken, dinî dogmaların üzerindeki tartışmaların gündemden düşüp, yerlerini ideolojik kavgalara bırakması hadisesidir. Nitekim, son 200 yıllık dönemde, Batı toplumları, dinî inançlarının farklılığı değil, savaş ve devrim, sınıflar ve sosyal adalet, ırk ve milli kimlik meseleleri nedeniyle savaşmışlardır. 1800’lü yıllar, ayrıca Darwin, Marks ve Nietzsche (12) gibi, her biri Batı toplumlarının dinlere karşı tutumlarını altüst etmeye namzet üç adamın yaşadıkları yıllardır. Darwin, Yaradılış’ın Tanrı’nın dahli olmadan da gerçekleştirilebileceği anlamına gelen evrim teorisi ile tanrı-tanımazlığı mümkün, hatta akla yakın kılarken; Marks, dine siyasi cenahtan meydan okur. Her ikisi de Avrupa Aydınlanması’nın aklı vahyin önüne geçiren, beşeri tanrılaştıran ruhundan beslenmekle beraber, Hıristiyan tanrısına en büyük darbe Nietzsche’den gelir. “Tanrı’nın ölümü”nü ilân eden Nietzsche, insan aklını, mantığını göklere çıkarır; “üstüninsan” kavramını geliştirir. Din, ahlâk, çağdaş kültür, felsefe ve bilim gibi konularda eleştiriler yazarak, değerlerin göreceliğini savunur, “iyi” ve “kötü” kavramlarına saldırır. Öyle ki, 1800’lü yılların sonlarına doğru, Batı toplumunda yaşanan inanç krizine, bir de “akıl, mantık krizi” eklenir. “Aydınlanma”nın rasyonel insan ve makinanın yenilmez birlikteliği sayesinde her şeyin yoluna gireceği şeklindeki iyimserliği erirken, ilerleme denilen devinime inançsızlık, yerleşik “doğrular”a karşı şüphecilik yerleşir.

Böylece, “Tanrının ölümü” beraberinde “hakikat”ın ne olduğuna dair klasik fikirleri, mantığı, evrensel değerleri, geleneksel dini ve Aydınlanma’nın dine olumsuz yaklaşımı da beraberinde götürerek, derin bir yabancılaşma duygusu” yaratır. Günün sonunda, “Hıristiyan tanrısı ölmemiştir ama bir şeylerin solmaya başladığı kuşkusuzdur.” Böylesi bir mirası devralan yirminci yüzyıl, ne dinler, ne de bilim çağına benzeyecektir. Batı dünyasının her ikisinden de niteliksel olarak farklı yeni bir sürece girdiğinin ifadesi olarak sahne alır. (1) Prof. Kenan Malik, Hint asıllı İngiliz; nöroloji ve bilim tarihi uzmanı, psikolog. Sussex, Cambridge, Oxford, Oslo ve Melbourne üniversiteleri öğretim üyesi, The Guardian, Financial Times, The Independent, Independent on Sunday, Sunday Times, Sunday Telegraph yazarı, BBC Radio 4 yazarı. (2) Daniel vs. Waters (3) Edward vs. Aguillard 1987, Kitzmiller vs. Dover, 2005 (4) Jürgen Habermas, 1929, Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci. (5) Catholic World News, 11.26.2003 (6) Sezar, Latince Caesar’dan, “imparator,” Almanca, Kaiser. (7) “secular” dünyevi; “secularism” dünyevilik (8) 22 Eylül 2006 (9) 2003 Kasım, İtalyan “Il Giornale” gazetesi (10) Papanın sıfatlarından biri (11) Charles Taylor, A Secular Age (12) Charles Robert Darwin, 1809-1882; Karl Heinrich Marx 1818-1883; Friedrich Wilhelm Nietzsche, 1844-1900