Alev Alatlı – Hüseyin Sorgun Söyleşisi

HS: Günde kaç saat uyuyorsunuz?

AA: Maksimum dört

HS: Entelektüel çerçevede düşündüğümüzde, kendi adınıza dünya nöbetinde olduğunuzu düşünüyor musunuz?

AA: Korkarım, öyle!

HS: Peki, hangi aydın tavrının biçimlendirdiği bir nöbettesiniz?

AA: Onu bilemiyorum. Bildiğim, kâinattaki kişisel koordinatlarımın güdümünde olduğum duygusundan hiç kurtulamam. Fiziki koordinatlardan bahsediyorum. Ayağımı bastığım yer Beykoz’da dört desimetrekarelik bir toprak parçası, bu noktadan açılarak Beykoz, İstanbul, Türkiye, sonra kıtalar, okyanuslar, dünya, diğer gezegenler, takım yıldızlar, Samanyolu, öteki galaksiler. Demirkazık nerede, Orion ne tarafıma düşüyor, bilmezsem yaşayamam gibi bir duygu. Hal böyle olunca, siz küçülüyorsunuz, başta insanlar, tüm diğer canlılar büyüyor. Kendinizi ister istemez algılabildiğiniz en uç noktaya kadar gözlemlerken buluyorsunuz. Böyle bir nöbet işte. 

HS: Bu algının içerisinde bir yanıyla kâhin bir Alev Alatlı öne çıkıyor mu?

AA: Nöbetteyseniz meteorları görmezden gelemiyorsunuz. Ya da ozon tabakasındaki deliğe, kuruyan bir içdenizin yokettiği doğaya, acından kırılan insanlara bigâne kalamıyorsunuz. Dahası, işaretleri okumaya, gidişatı kestirmeye başlıyorsunuz. Kehanet denebilir mi, bilemiyorum ama gidişatın sonuçlarına dair verileri bol bir tahmindir belki.  

HS: Peki, klasik aydının halkla ilişkisi biraz iktidara bulanmış durumda. Sizin halkla kurduğunuz ilişkide iktidar nerede duruyor?

AA: Ben iktidar arayan aydınlardan değilim, hayır. İktidar beni korkutur, çünkü dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu ispat edilmiş tek bir olgu olmadığını iyi bilirim. Hal böyle olunca, kendi kurgumun kurbanı olmaktan öte, aynı zaman dilimini paylaştığım insanlarımı kendi yanlışlarıma ortak etmekten korkarım. Ama bu elini ateşe uzatan çocuğa müdahale etmeyeceğim anlamına da gelmez. 

HS: Gördüğünüz toplumsal realiteyi bir başka toplum üzerinden kurgulamak bir kaçış mıdır; değilse bir hayret olgusunun peşi sıra söze yer açma gayreti mi?

AA: İkincisi. Nedeni de şu: bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki, dünya nöbetine Rus entelijansiyası kadar adanmışlık, sadakat, özen ve özveriyle talip olan birilerine rastlamış değilim. Beşeri bilimleri, fen bilimleri, edebiyatı, ilâhiyatı, sanatı, müziği içeren devasa bir entelektüel birikimi haiz bu insanların onca çabalarına karşın nihai trajediyi önleyememiş olmaları bana acı veriyor. Serüvenlerinin bizim tecrübemizle çakıştığı en azından şimdilik söylenemez ama ayna tuttuğu muhakkak. Masumiyete sığınmamışlar, kaçmamışlar ve öylesine şeffaflar ki, hayranlıkla karışık kıskançlık hatta korku veriyorlar ama insan olarak özdeşleşiyorsunuz ve gururunuz okşanıyor. Öte yandan, itiraf etmeliyim ki, söylenecek ne kaldı gibisinden bir ruh haline girdiğim, kitapları at suradan denize, sen de git intihar et noktasına gelebildiğim de olmuyor değil. 

HS: Sosyal gerçekliklerin doğurduğu sonuçlar düşünüldüğünde, Türkiye ya da Rusya okuması yapıyor olmamız, denklemin sonuçlarını değiştirebilecek bir etken midir?

AA: Türkiye okuması yapamıyoruz ki, adam gibi kıyaslayabilelim. Türkiye’de kaynaklara ulaşamıyoruz, çünkü gerekli nitelikte Osmanlıca yok. Ne yazık ki, hiç bir zaman bir Rus aydınının kendi ülkesini okuduğu gibi, Türkiye’yi okuyamayacağız biz.  

HS: Bu da aslında daha derin bir trajedi değil mi?

AA: Türkiye’yi muz cumhuriyetine indirgeyen bir trajedi. Oysa, Rusya’da benim gibi bir aceminin bile şansı var, çünkü, araştırılmış, kaydı tutulmuş bir toplum. Rusya’yı sadece kendi aydınları değil, yabancı aydınlar da yazmış. Hâlâ da yazıyorlar. Glastnost’tan sonra peteğe doluşmuş arılar gibi onbinlerce yabancı, cinsellikten, batıl inançlarına varasıya didikliyorlar. Oysa, Edward Said bile Türkiye sınırlarında durmuştur.  

HS: Gelelim romana. Güloya Gürelli. Kendi doğululuğunu keşfetmiş ve bu keşifle kendisini doğunun da doğusuna atmış bir karakter. Güloya, batıda bir gelecek değil de trajik de olsa sonunu görmek adına doğuda bir gelecek arıyor. Neden?

AA: Batılı olamayan, batılı olmanın keyfini çıkaramayan, kolaylığını yaşayamayan bunun da nedenini merak eden, kişisel muhalefetini çözümlemeye, tanımlamaya çalışan bir karakter Güloya. “Bu dünyada Doğulu olmanın bitmez tükenmez reformlara maruz kalmak,” diğer bir deyişle, “hükümsüzleştirilmeyi peşinen kabullenmek” demek olduğunun farkında. “Yaşayakalabilmen kendini iptal etmenden geçer” türünden bir totolojinden anlam çıkarmaya çalışıyor. Şu değişecek, bu değişecek dayatmalarının içerisinde suratına çarpan bir ünlem var; sen yanlışsın! Bu kendi ülkesinin sınırları içindeyken de böyle. Buna karşın, “Doğulular” doğurmaya devam ediyorlar, neden? Sorunun cevabını bulabileceği iki ülke olduğunu düşünüyor: Filistin ve Rusya. Filistin’e sokmuyorlar. Rusya’ya göçüyor.  

HS: Güloya’nın tarif ettiği Doğululuk çerçevesinde baktığımızda bu tepkinin bir Doğulu çığlığı olduğunu söyleyebilir miyiz?

AA: Umarım. Güloya Gürelli ve aziz dostu Aleksî Zelenskî’nin çığlığını duyarabilmiş olmayı umarım. Kızıl Ordu Korosu “Oynama şıkıdım” diye gerdan kırdığında bazılarımızın gözleri neden dolar, anladığımı ve anlatabildiğimi umarım. 

HS: Güloya aslında hükümsüzleştirmeyi en yakınındaki Aytunç’da yaşıyor; onun bir imzası ile boşanarak. Elbette Aytunç’un batılı bir geleceği seçiyor olması da unutulmamalı. Bunların etkisi nedir bu karakter üzerinde?

AA: Önce iptal edilmişlik, hiç olmamış gibi olmak sonra kıstırılmışlık duygusu. Bütün kalelerinin zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş olduğu duygusu. Bakın, Kızıl Ordu Korosunun “Oynama şıkıdım”ı ile Aytunç’un Kızılırmak havzasına beton dökmesinin ya da Dubai’deki o grotesk otellerin arasında fark yok aslında. Güloya’nın meselesi duyarlılığını gerekçelendirmek, mümkünse paylaşılabilir kılmaktır.  

HS: Bu hengamede bir Rus olan Aleksi ile Osmanlı olan Güloya arasındaki düşünsel uzlaşmanın kodları da hayli ilginç. Bu anlamda bu ikiliye Theresa ve Aytunç da farklı anlamlar katıyor. Nedir Aleksi ile Güloya’nın ortak paydası?

AA: Doğululuk. Benden sonra tufan diyememeleri. Doğunun iki büyük imparatorluğun envanterini tutuyor olmaları. Aleksî, Romanov’ların son başbakanları Stolîpin’in ahfadından, “Ne Sovyet, ne Rus, ne de Batılı” olabildiğinin farkına varan birisi. Amerikalı Theresa’yla ilişkisi, Aytunç’un Güloya’yı terkedip evlendiği mimar hanımla olan ilişkisi gibi. Theresa Aleksî’nin Rusya’sının; Aytunç, Güloya’nın Türkiye’sinin geleceğinden gelen insanlar; geleceğe dair kötü haberler getiriyorlar.  

Aleksî Rusya’nın geleceğini batıda görüyor!

“Buraya kadarmış” diyor. “Rus entelijansiyasının gayretleriyle buraya kadar geldi, buradan sonrasıyla Amerikalılar uğraşacaklar.” Ne ki, Amerika şimdiden yenik. Amerika, korkularına yenik düştü, Amerikan populizmi aydınlarına kıydı. Bu kez ithal de edemeyecekler, çünkü başta Yeni Ruslar herkesi kendilerine benzettiler.  

HS: Karşımızda iki büyük mirasın aynı anda sonunu görmüş ve bu sondan bir başlangıç üretmeye çalışan iki ülke var; Rusya ve Türkiye. Aydınlanma sürecinde batıyla yüzleşmiş bu iki ülkede, nasıl bir ortam doğuyor?

AA: İlerici/Batılılaştırmacı Rus aydını, bizden çok daha donanımlı, çok daha fedakâr ve çok daha acımasız. Ussal düzenlemelerini, tasavvurlarını gerçekleştirmek uğruna kendi hayatı dahil, gözden çıkaramayacağı hemen hiçbir kadim değeri olmayan bir “köktenci.” Üstüne üstlük köle sahibi, “soylu.” Deli Petro’dan başlıyarak ki “İlk Bolşevik Büyük Petro’ydu; Çariçe Ekaterina Birinci Lenin’dir” demeleri de bu, milyonlarca insanın kıyımıyla sonuçlanan toplum mühendisliği projelerini yürürlüğe koymaktan kaçınmamışlar. Bolşevik devriminin acıları malûm; ne ki, ‘90lardaki serbest-pazar ekonomisine geçiş projeleri de bir o kadar köktenci ve acımasız – açlıktan ölen insanların ortalama günlük sayılarının üç haneli rakamlarda seyrettiği oldu. Yine tepeden inme şaalı “reformlar,” şu farkla ki bugünkülere “serbest-pazar Bolşevikleri” deniyor. Tek yol sosyalist devrim ile tek yol liberal devrim arasında fark yok aslında. Bu bağlamda, bizim reform tarihimizle hemen hiçbir niceliksel benzerliği yok, çok şükür. Türkiye’de ne Saray’la, ne cumhuriyet kadrolarıyla, ne de olmayan aristokrasimizle halkımız arasında böylesi yabancılaşma yaşandı. Deli Petro’nun, “Tanrı benim rakibimdir, patronum değil” sözüne karşın, Üçüncü Ahmet, her Cuma “böbürlenme padişahım senden büyük Allah var” diye uyarılırdı. Bir de tabii Rusya, beş asal dinin, yüzelliye yakın ulusun oluşturduğu bir ülke – değil, kıta. Belki de ülke olamayacak kadar büyük.  

HS: Gogol’ün izinde dolaşıyorsunuz bu coğrafyayı. Gogol bütün bunları önceden gördüğü için önemli sanırım. Neden önemli Gogol?

AA: Gogol bitmez tükenmez “aydınlanma” ve “reform” çabaları, ussal düzenlemeler, toplum mühendisliği projeleri yaşamış; 1800’lerin daha birinci yarısında zekânın ahlâkın garantisi olmadığını, hayırdan ziyade şerre bükülebileceğini görmüş olan adam. Daha o zamandan insanoğlunun esenliğinin yönetim sistemi ya da laik yasaların ötesinde ruhani değerlerle kaim olduğunu sezinlemiş. Bu bağlamda, Avrupa Aydınlanması’yla başlayan medeniyet projesi tuzaklarının ilk habercilerinden birisi. “Rasyonel insan savaşmaz” söyleminin kofluğunu, sanatın insan ruhunu inceltmeye yetmeyeceğini Hiroşima’yı görmeden bilen, Kafka’yı yüz yıl once yaşayan adam. Rusların “edebiyat kehanettir” saptamalarını doğruluyor. 

HS: Görüp önerdiği şey nedir Gogol’ün?

AA: Nizamı aleme burun kıvırmamayı öneriyor. Hayr, şer, iyilik, kötülük gibi olguların varlığını teslim etmeyi öneriyor. Hayrdan yana tavır almayı öneriyor. Puşkin’e “En ufak bir tantanası, rüküşlüğü olmayan, en içten, en özgün mizah! Ve dahası – o ne şiirdir, ne duygu yüklü incecik anlatımlardır onlar! Bütün bunlar bizim edebiyatımızda öylesine rastlanmadık şeyler ki, hâlâ kendime gelmiş değilim!” dedirten bu adam, gün geliyor, yazdıklarının şerre hizmet etmeseler bile, insanı iyiye yönlendirmedikleri düşüncesine kapılıyor ve açlık grevine giderek, korkunç acılar içinde ihtihar (belki de ötenazi) ediyor. Edebiyatın meseller şeklinde de gelişebildiğini bilenler için anlaşılabilir bir kaygı. Marcus de Sade yazmasaydı insanlık ne kaybederdi diye düşünülebilir, değil mi? 

HS: Gogol bu minval üzere gidilirse kıyameti yakın gören bir dimağ. Bu anlamda romanın ikinci cildinde de kıyameti yakın görüp, gelmesi için çalışan Frankistler de var. Çürümeye dikkat çekmek, çürümeyi hızlandıran bir şey haline de gelebiliyor. Gogol bu noktada nerede duruyor?

AA: Gogol, bir Ortodoks tabii. Bir Müslümandan farklı olarak, bir Hıristiyanın hele de Ortodoksun eli kolu bağlıdır. Eşrefi mahlûkat olma sorumluluğu gelişmemiştir. Kilise hiyeraşisi doğrultusunda yol almak, bir kurtarıcı, bir mehdi beklemek durumundadır. Gogol, Frankistler misali mesihin gelmesini hızlandırma yoluna giden sapkın birisi değil ama öngördüğü nizamı alemin gezegenimizde “çar”da nihayetlendiği de bir vakıadır. Bu bakımdan, Tanrı’nın düzenini koruma adına o berbat Çarlık hiyerarşisini de korumak durumunda kaldığı olur. Bu bağlamda “ilerici” akranları tarafından yerden yere vurulmuştur. Buna karşın dünya nöbetinin altına ezilecek kadar alîcenaptır. 

HS: Bir açıdan baktığımızda Marks’ı mesih olarak görüp, ikinci bir diriliş için Bolşevik Devrimi’ne destek ve moral vererek yaşamı yücelten bir yanı da var bu coğrafyanın. Yaşam adına bir şeyler oluyor. Bu optimist yan nereden besleniyor sizce?

AA: Yaşamı yüceltiyor mu, bakın o kuşkulu. Ya da şöyle söyliyeyim, yücelttiği “yaşam”ı nasıl tanımlıyor? Örneğin, 1917 Kızıl Ordu kumandanlarından Tasarov-Rodionov’un “Şokolad” isimli bir öyküsü vardır, yerel bir Çeka (Karşı-devrim ve Sabotajla Mücadele Olağanüstü Komitesi) başkanının rüşvet, vurgun, karşı-devrimci bir balerinle ilişki kurmak suçlarından haksız yere yargılanmasının ve kurşuna dizilmesinin hikâyesidir. Aslında suçsuz olduğu Tahkikat Komitesi tarafından da saptanmıştır ama “kitlelere örnek olması için” idam edilir. Öykünün son cümleleri şöyle: “… amaca ulaşmak için kurşuna dizilmelidir. Devrim keskin bir çelik çivi gibi çakılırken, muazzam bir baskı yaratır. Bu baskı, bazen çividen mikro ölçekte çelik parçacıklarının kopmalarına neden olur. Ancak, sıradaki ikinci adam boşalan yeri doldurur ve çivi yoluna devam eder. … durumunda da bu böyle olmalı.” Demek istediğim, “yaşam nasılsa bir biçimde devam eder” anlayışından yola çıkıyorsanız, trajediyi görmez oluyor, hatta trajediye destek ve moral verebiliyorsunuz. Trajedi, ancak insan hayatının bir değeri varsa trajedidir. “Yaşam”ın değeri varsa demiyorum, bitki örtüsü de yaşar, deniz plaktonları da, mikroskobik varlıklar da. Ama bireye o eşsiz ve tekrarlanamayan insana değer veriyorsanız, tanrısal bir mutlaklıkla canına kastetmeden önce çok ama çok düşünmek durumundasınız. O kanlı Fransız ihtilâlinin ve 1917 Devriminin ki dünya tarihindeki yerleri özeldir, optimizmden ziyade insanı maddeye indirgeyen dünya görüşünden beslendiğini düşünürüm. Yaygın söyleme karşın, bu dünya görüşünün bir yüzü Bolşevizm ise, öteki yüzü IMF kapitalizmidir.  

HS: Peki Rusya’dan alacağımız dersler nedir?

AA: İlk aklıma gelen ünlü tarihçileri Maksimilyen Voloşin’in insanlığın verili bir tarikte doğrusal ilerlediği ya da ilerleyeceği inancının reddi. Voloşin, tüm ulusların ama hızlı ama yavaş, tek bir standarda, küresel standarda, doğru yol aldıkları şeklindeki tarih anlayışını modernleştirmeci Batıcıların temennilerinden ibaret görür ve reddeder. Buna karşın inişli-çıkışlı, cyclical, tarih anlayışını benimser ki, bence bu hem çok daha gerçekçi bir bakıştır, hem de nihayetinde dinamik sistemler olan insan topluluklarını daha iyi kucaklar. Kibiri bir yana bırakıp, tarihin inişli çıkışlı doğasını teslim edersek, kimbilir belki de yeni dünya düzeninin de “tek yol” olmadığının bilincine varıp, kadercilikten, umutsuzluktan silkiniriz diye düşünürüm. İkincisi, Rusya’nın tecrübesi özgürlüklerin şerre bükülme olasılığına işaret edeceğinden, “özgürlük” kavramını bizatihi bir değer olarak algılama yanlışından koruyabilir. Bir üçüncüsü; yazılı tarihi esas alırsak sekiz bin yıl ama çok daha öncesi var, hiç de dostane olmayan bu soğuyan gezegende tutunmayı başarmış insanoğlunun yazılı olan ya da olmayan deneyimini küçümsememeyi öğretebilir. Bununla ilişkili olarak, binlerce yıl aileler, obalar, uluslar halinde toplanıp, bir medeniyet tasavvuru doğrultusunda yapılanan insanoğlunun bir bildiği olduğunu teslim etmemiz gereğine uyarabilir. Dağılmanın, didişmenin kimseye hayır getirmediğini gösterebilir. 

HS: Batı modernleşmesiyle yüzleşen ve bu yüzleşmeden yenik ve mahcup çıkan bir Doğu var karşımızda. Bugün de ülkesi popüler kültür tarafından istila edilmiş durumda. Ben “sosyal nihilist” demeyi tercih ediyorum, bir kötümserlik havası var sanki. Bu açıdan baktığımızda bu hava biraz yersiz mi sizce? Güloya’nın trajedisi ile Aytunç’un geleceği arayışı arasında nerede durulacak sizce? Güloya’nın yolculuğu imkanlı duruyor mu?

AA: Mahçup çünkü kendi paradigmasını sistemleştiremedi; sistemleştiremediği için ne kendisi hayrını görebildi, ne de deyiş yerindeyse “ihraç” edebildi ama herşeye karşın henüz “yenik” değil, hayır. Yine Ruslardan bir alıntı: Küçük Kaynarca antlaşmasıyla sonuçlanan (ve Kırım’ı kaybettiğimiz) 1768-1774 Rus-Türk savaşının muzaffer kumandanı General Aleksandr Suvarov’un bir sözü var: “Bir savaş ancak son asker de gömüldüğü zaman bitmiş sayılır.” Bence bizim meselemiz, tepe sersemi olmamız. Kör döğüşü şeklinde, ilkel bir savunma yapıyoruz. Nihilistliğimiz, şaşkınlığımızdan olmalı derim. Medeniyetin fert başına düşen enerji harcamasıyla ölçüldüğü bir anlayışı benimsemek şöyle dursun, ciddiye almak nasıl mümkün olabilir? Bin yıl ömür biçilen kapalı bir biyosistem olan bu gezegende medeniyet ölçüsü olarak sunulan üretim/tüketim endeksleri nasıl ciddiye alınır, yetmez önünde ezilinir? Edep dışı bir tüketim furyasının insanlar şöyle dursun Caretta Carette kaplumbağalarını bile yerlerinden eden bir medeniyetin “uygar”lığından söz edilebilir mi? İkinci Dünya Savaşı dün gibi, film, kitap vs vs arşivleri elimizin altındayken, Afganistan’a çarparım, İran’ı tepelerim türünden ilkellik, kabalık, zorbalık karşısında alınacak tavrı belirlemek bu kadar zor olabilir mi? Sessiz olmamız yenik düşmüş olduğumuz demek değil, hatta olası müttefiklerimizin sayılarının arttığını da gözlemleyebiliriz. İş ki, aynı çağda bir çok farklı çağın yaşandığını görebilelim. Meselâ, “Batı”yı Hollywood kalıplarının ötesinde değerlendirebilelim; Amerika deyince aklımıza iktidardaki Bush kadar, muhalefetteki Al Gore da, Noam Chomsky’nin sekiz milyon üyeli “Friends of the Earth”ü de gelebilsin. Daha düşük bir yaşam standardında mutlu olmanın sırrını bilen yegâne ulus biz değiliz. Doğulu ya da Batılı kadim ahlâki değerler üzerinde mutabakat sağlıyabileceğimiz ittifaklar kurabilir, daha iyi bir dünyanın pekalâ da mümkün olduğunu haykırabilirz. Hayat son tahlilde bir tasavvurdur, bir şiirdir. Tek bir cıstak melodiye mahkûm olmadığımızıın idrakina varırsak, sonsuz ses kombinasyonları düşünüp, kendi müziğimizi besteleyebiliriz. Unutmayalım ki “güzel” tanımlanmadan, çirkin ortaya çıkmıyor.  

HS: Alev Alatlı kimliğinin “sosyal nihilizmi” dahi kaldırmayacak entelektüel ve mümin bir aurası var. Bu anlamda Rusya’yı öncelerken de bir tür uyarıcı aydın görevi üstleniyorsunuz. Rusya ne söylüyor peki bize?

AA: Bakın, her yazar nihayetinde kendi kültürel ikliminin ürünüdür. Dünyayı ve batıyı takip edebilen, Batıyla onların terimlerinde hesaplaşabilen biriyim ama benim bakışımı harmanlayan Müslüman kimliğim gözden kaçırılmamalıdır. Demek istediğim, maneviyatınız size Allah’ın öngörülmeyen yolları olduğunu söylüyorsa; bu inancı, dilerseniz sezgiyi, bir de kuantum mekaniğinde örneğin Heisenberg’in bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematiksel olarak kanıtladığı bilgisiyle zenginleştiriyorsanız, sizden kolay kolay nihilist çıkmıyor. Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler sözünü özüne alan bir inançla yoğrulmuşsanız, bir yerlerden bir şeylerin fışkıracağı şeklinde ümitten de öte adeta beklentiniz oluyor. Ancak, o zamana kadar çok canın yanacağını da kestirebiliyorsunuz. Çıkarcı, pis oportünist bir davranış gibi duruyor, açıkcası beni utandırıyor ama ülkemizin bu aşamasında Rusya’yı bir ayna gibi kullanabileceğimizi, hatalarından ders çıkarabileceğimizi görüyorum. Hüdayı nabit değiliz, son tahlilde türdaşlarımızla paylaşmadığımız hiçbir niteliğimiz de yok, çünkü. Yine de gönül isterdi ki, ne onlar bu trajedileri yaşamış olsunlar, ne de biz kendimizi kıssadan hisse çıkarmak zorunluluğu hissettiğimiz bir konumda bulalım.