ONARIMCILARA MEKTUP

MANİFESTO :-)) !

Bu dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur. ”Matematik kanunları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar,” diyen Einstein’in kendisidir. Matematik dünyası sahici dünyadan farklıdır; tarif ettiği dünyaya uymaz. Birisi, yapay; cetvelle çizilmiş gibi düzgün, ötekisi, sahici yani dağınıktır, pusludur. Keza, fiziğin tanımlamaları da yüzde yüz değildir. Fizik, doğrusal sistemleri çözer, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yoktur. Şu şöyle etkilenirse, bu sonuç alınır şeklinde kesin bir şey söylenemez. Dahası, “bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğu” matematiksel olarak kanıtlanmıştır; Werner Heisenberg tarafından daha 1920’lerde. Fizik kuralları ancak belirli bir yere kadar doğrudur. Hal böyle olunca, insan “aklı” dünya ve/veya evrene dair tartışmasız gerçeği çözemez. Yaygın kanının aksine, “bilim”in meselesi de bu değildir.

Matematikçiler ve fizikçilerin bütün uğraşları tutarlı, bütünlüklü fakat kurgusal bir kainat inşa etme çabasıdır ki, bu son tahlilde bir zeka oyunudur, sanattır. İnsanoğlu, dünyayı/kâinatı teoriler yöntemiyle akla uygun bir biçimde kurgular ve aklının kurguladığı bu hayali kainatın bir yerde, bir biçimde Evren’in gerçekleriyle çakışacağını umud eder. Öte yandan, fiziğin, insan yapısı matematiği reddetmediği de bir vakıadır. Geçen yüzyılda Maxwell, ışığın bir elektromanyetizm türü olduğunu matematikle oynarken keşfeder; fizikçiler test eder, doğru olduğu ortaya çıkar. Einstein, enerji-kütle denklemini (e=mc2) göreceliğin matematiği ile oynarken bulur; doğru olduğunu nükleer bomba kanıtlar. İnsanoğlunun gözünü açan matematiktir. Ne kadar çok matematik öğreniyorsak, Kainat’ı o kadar iyi anlıyoruz. Bunun için derler ki, matematik varsa, kimse görmemiş olsa da, Kainat var. Ya da Kâinat varolduğu için matematik var.

Stephen Hawking, “Kainat başka türlü olsaydı, Biz onu idrak edemezdik,” diyor, “Kainat, ‘biz’ burada olabilelim diye böyle. Ya da Kainat öyle ki, ‘biz’ buradayız. Hiçbir şey bizim bildiğimizden başka türlü değil! Kainatı ‘Kainat’ yapan, bizim sorgulamamız, bizim varlığımız. Kainat var ki, biz varız. Biz varız ki, Kainat var.” Böyle bakıldığında, esmai-mevsuleden birisi matematik. Akıl Ve “akıl” olmazsa olmaz koşulu insan olmanın. Olmazsa olmaz ama yeterli değil. Çünkü, ahlâkın denetimde olmayan aklın şerir olabildiği de bir vakıa. Fransız Aydınlanma’sının “insan mantığının insanlığın esenliğini sağlamaya yeteceği” savının doğru olmadığı, teknolojinin şer’e hizmet etmesinin önlenememiş olmasının tastikinde. Birbirinden ahlâksız iki dünya savaşı, Vietnam, Afganistan vb. vb. son olarak da Irak. Ahlâki “değerleri reddeden bilim, zehirli bir yılan gibi şerir olur” deyişi, en az iki yüz yıllık. “Sientifiçeskaya” gibi bilim ile dini bütünleştirmeyi amaç edinen cemiyetlerin kurulma nedenlerinden birisi de. Adalet, ahlâki değerleri onurlandırmanın yegâne yolu. Özgürlüklerden de daha önemli, çünkü ahlâki değerlerin şekillendirmediği özgürlükler de, tıpkı bilim gibi, şer’e bükülebiliyor. Adap, akıl-ahlâk-adalet üçlüsünün yöntemi. Adaba riayet edildiği sürece, mahkemelerin işlevleri kadük oluyor. Bir örnek, Japonya. Sanayileşmiş dünyada fert başına en az avukat sayısı o ülkede. Adam, fikir ayrılıklarının karakolda bitmesini önlüyor. Aşk Aşka gelince, aşk, insanoğlunun bekâsının sırrıdır. Dünyayı hergün, yeniden kuran güçtür. Soytarıları adam eden, korkakları yüreklendiren, aşktır. Derler ki, güneş, dünya kurulalı beri her yerde Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan ari ve zahir olan hakikati arayan er kişinin gözlerini kamaştırır, o’nu bakışlarını yeryüzüne indirmeye, sorularının cevabını yeryüzünde bulmaya zorlarmış. Böyle yapmasının nedeni, er kişiye Ezeli ve Ebedi Güzellik’in bu gezegendeki temsilcisinin ‘kadın’ olduğunu anlatmaya çalışmasıymış. Yaratıcısının muradını anlayan er kişi, kadınını araştırır, ona koşar, türünün bu formunun davranış ve zekâsında hakikatın ipuçlarını bulmaya çalışırmış. Ve gün gelip, sevgililerin bedenleri Hakiki Güzellik’in vaadlerini yerine getiremez olduklarında, aşıklar bedenlerini aşar, birbirlerinin ruhlarına düzenledikleri keşif seferlerini sıklaştırırlar; kadın ve erkek, böylece birbirlerini yeniden tanımlarlarken, aşk, bir kez daha parlar ve tıpkı güneş ışıklarının boğduğu gibi lambaları, kaba muhabbeti söndürür, aşık ruhları arındırır ve kutsarmış.

Yine derler ki, kendisini öteki‘ne veren, kendisi ile buluşur. Bu buluşmadan yepyeni bir insan doğar. Keskinleşmiş bir algılama yetisi, yeni hedefler, yeni maneviyat, yeni erdemler. Aşk söz konusu olduğunda, en miskin insanın bile hayatı karşılayacak gücü bulduğuna şahit oluruz. Aşık olan insan, damarlarında dolaşanın Kâinat’ın özsuyu olduğunun idrakine varır, yüzünü yerden kaldırır, Yaratıcısı’na yönelir. Aşk, temiz ve sahici olan tüm diğer ruhlarla buluşmanın kapısını aralar. Başlangıcında bir kişi için duyulan sevgi, diğer canlıları da kapsayacak şekilde büyür. Düzeyli, mutevazi, içten sohbetler, perdahlar, inceltir, yüceltir. Taraflar birbirlerinin ruhlarını gölgeleyen, lekeleyen, birbirlerine ulaşmalarında zorluk yaratan mainaları konuşarak saptarlar. Sevgili ruhlar, alınmadan, gücenmeden yardımlaşırlar. Aşk, zihni kemale ulaşmanın yoludur. Zihni kemal, hakikatin anahtarı. Aşk, ışık saçan, doyumsuzluk telkin eden, kendisini sonsuza dek geliştiren bir öyküsü olan güzelliktir. İnsanın kendisini karşısında yetersiz, selâhiyetsiz hissettiği Güzellik. Muhteşem bir gün batımı üzerinde ne kadar hak iddia edebilirse, sevdiğinin üzerinde de o kadar hak iddia edebileceğini idrak ettiren Güzellik. Tevazu dayatan Güzellik. Aşk, aşık olunanın ‘tanrılaştırılması’ ya da ‘tanrıçalaştırılması’ şeklinde tezahür eder. Şehvet, ruhun cismanileşirken bedenin ruhanileştiği bir enstantane yaratıyor ki, o ‘an’a hakikatin bize açılan bir başka yüzü olarak saygıyla yaklaşmaktan başka çaremiz yoktur. Aşk, insanoğlunu kolayca gayri-şahsi hale gelebilen cinsel ilişkiden, ‘hobi’ye dönüşen cinsel ilişkiden, oburluktan, düşüncenin ve duyguların kabalaşmasından korur. Gerçek evliliklerin, yani çiftlerin birbirlerini yücelttikleri birlikteliklerin teminatıdır. Fiziki cinselliğin ötesini amaçlayan birliktelikleri, Kâinat’ın dalga cenahına kanatlanabilen cinselliği, zihni kemale yaklaşmanın işaretlerini yüceltir ki, insanoğlunun yaşayakalmasının sırrı buradadır.

5-A ve İslam Ehli Kitap çıkışlı olmakla birlikte, Fransız/Avrupa Aydınlanması sonrası Batı kültürü, “Düşünüyorum, öyleyse varım,” diyen Descartes’dan itibaren ölümü fizikî bir oluşum olarak kabullenmeyi seçmiştir. “Düşündüğüm sürece varım, düşünmüyorsam yokum” anlayışıyla şekillenen Batılı dünya görüşü doğrultusunda hayat, bireyin mezara konmasıyla birlikte sona erer, yaşanmışlıklar da dahil olmak üzere bu dünyaya ilişkin her şey anlamını yitirir. Buna karşın, ister eski olsun, ister çağdaş, İslâm kültürüne mensup insanlar, toplumlarını bir bütün olarak tasavvur ederler, ebediyete kadar yaşayacak birşeyler inşa etmeye savaşırlar. Ölümsüz olmanın yolu hiç değilse geride bir “hoş seda” bırakmaktır. Bizimki, “Hücreler ölür ama organizma yaşamaya devam eder” şeklinde bir düşüncedir. Ölüm meselesi ile böyle halleşiriz. Biz, hayatı, ömürlerimizin tükenmesiyle birlikte sona erecek bir anlamsızlıktan ibaret görmez; ebediyete kadar yaşayacak erdemler, yani bir tür ölümsüzlük inşa etmeye çalışırız. Sonsuzluğu yakaladığımız duygusuyla avunabilmemiz, iyilik gibi, güven gibi, ülkü gibi, aşk gibi kendimizden sonra da yaşayacak doğrular inşa ettiğimize inanıyor olmamıza bağlıdır. Bizim gözümüzde ölüm, çabalarımızın anlamsızlaşmasıyla çöken o nafilelik duygusunun yanında coşkuyla karşılanacak hayırhah bir kurtarıcı olabilir. Oysa, Aydınlanma sonrası Batı’da, birey “toplum denilen soyutlama”dan yüce tutulur.

Ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah’a bile bireyin yaşamından üstün bir vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda aşk da dahil olmak üzere az önce saydığımız kadim değerler, “Ortaçağ” kafasına, az-gelişmişlik sınıfına giren yanılsamalar olarak değerlendirilirler. Akıl, ahlâkın; ahlâk adaletin denetiminden kurtulur; aşk, “ruhani temelleri” olan bir yanılsama olarak anakronistik ilân edilir, yerini kaba cinselliğe bırakır. Irak’a müdahale şu saydığım ilkelerden hepsini reddeden bir müdahaledir. İlkelliğe geri dönüştür. Irak ABD’nin son hareketi geçmiş elli yılın kazanımlarını bir kalemde silmek olmuştur. Bundan böyle BM’e itaat etmediği için, kimi suçlayabilirsiniz ki? Ancak, bu noktaya bu gün gelinmedi. Bakın, daha 1998’de Kofi Annan 188 üyelik Genel Kurulda yaptığı konuşmada, “ulusal bağımsızlık” şeklindeki geleneksel kaygının “haydut ülkeler” söz konusu olduğunda BM tarafından kaale alınmayacağını ilân etmişti. Ruanda ve Kosova gibi, “müdahalenin haklı ve meşru olduğu durumlarda” Güvenlik Konseyinin bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğini savundu. “Haydut devletler, ulusal sınırlarının kendilerini korumayacağını bilseler, Güvenlik Konseyinin insanlık suçlarına seyirci kalmayacağını bilseler, bu tür hareketlere başvurmazlar. Kapsamlı ve sistematik insan hakları ihlâllerine, nerede olursa olsun, izin verilmemelidir,” dedi. Buna Afrika Birliği Başkanı, Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Bouteflika, cevabı vardır: “’Bağımsızlığımızı zedeleyecek her türlü harekete karşı sonsuz ölçüde duyarlıyız! Bu, sadece, ulusal bağımsızlığımızın eşitsizlikler dünyasında bizim son savunma hattımız olduğu için böyle değil, Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmediğimiz, kararlarına müdahil olamadığımız için de böyle” demiştir.

Diyeceğim, mesele zaten Bouteflika’nın ortaya koyduğu gibidir. Şimdi bu da gitti. Ama bu dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur derken buna felâketler de dahildir. Yeri gelmişken bir kadim doğru daha: Her şerde bir hayr vardır. Avrupa nereye? Bu gelişmenin kökenleri de Aydınlanma’dadır. Az önce de ifade ettiğim gibi, meselelerini “Allah’ından bulsun” şeklinde yaratıcıya havale edebilen, Allah eksenli “Ortaçağ” dünya görüşünü sürdüren toplumlara karşı, “Aydınlanma” sonrası Batı insanında insan haklarının vahiy değil, ‘akıl’ gereği olduğu düşüncesi yerleşti. Akıl, insan haklarının korunmasının Allah’a havale edilmesinin yetmeyeceğini söyler. Seküler yasalar gerekir. Bu doğrultuda, bir yandan yurttaşlarını bir yandan bireyselleşmeye, kişisel çıkarlarını kollamaya teşvik ederken, öte yandan da haklarını seküler yasalarla sıkı sıkıya güvence altına alma yoluna gitmişlerdir. Geçen yüzyıl içinde ifadesini “Liberty under God!”/Özgürlük, Allah’ın emridir, ibaresinde bulan insan haklarının insanının eşref-i mahlûkat olmasından kaynaklanan doğal haklar olduğu savı hemen tümüyle unutuldu.

Eğitim, Jean Jacque Rousseau’nun ‘Emile’ adlı romanında önerdiği sistem doğrultusunda, “Tanrı, herşeyi iyi yaratmıştır. Kötülük insanlar işe karışınca ortaya çıkar; bu nedenle, çocuklar doğuştan iyi olan fıtratlarının bozulmayacağı şekilde ‘doğal’ olarak yetiştirilmeli, içine doğdukları kültürün, ahlâki ve dini telkinlerinin onların doğal iyiliğini bozmasına izin verilmemelidir”den yola çıktı. Geldiğimiz bu noktada, Batılı aydınlar, ne dini ve ahlâki telkinlere, ne de ‘Aydınlanma’dan kaynaklanmayan hak ve özgürlüklerin varolabileceği düşüncesine tahammül edebiliyorlar. Allah’a, maneviyata, ahlâka, dine dayalı olduğunu düşündükleri değerleri düşünmek dahi istemiyorlar. Hal böyle olunca, “Aman diyene kılıç çekilmez” gibi, onlar da insandır gibi, yazıktır, günahtır gibi “akılcı” terminolojide yer almayan değerler içlerini kıpırdatmıyor. Daha da kötüsü, doğrusal bir tarih görüşü hakim. Yani, tarihi tek bir evrensel değerde birleşecek olan sürgit bir ilerleme olarak görüyorlar. Fukuyama’ın “Tarihin Sonu” dediği bu. Hal böyle olunca, insanın Allahın kulu olmasından doğan hakları olduğu düşüncesi Ortaçağ’a ait olduğundan, gerici bir düşünce olarak algılanıyor. Bize gelince: biz, Cemil Meriç’ten mealen söylersem, “sefil bir şimdiden muhteşem bir geçmişe geri dönmenin nesi gericilik” diyen insanlarız. Ama onlar orada değiller. Helâl Olmayan Haklar Gerçeklik olmasına gerçeklikti de, ortada afazik bir durum var.

Bakın, Batılı, “insan hakkı” derken, örneğin, iflas etmiş bir komşunuzun evini mümkün olan en ucuz fiyata kapatmanızın yasal hakkınız olduğunu söylüyor ve bu hakkınızı koruyor. Irak’a girmelerini de “göze göz dişe diş” bağlamında “yasal hak” ilân edebiliyor. Burada bizim anlamadığımız, onlarda “helâl” kavramının olmamasıdır. Yasal haklar, her zaman “helâl” değildir. Demokrasi de her zaman “helâl” sonuçlar doğurmaz. Hukukun üstünlüğü de öyle. Sırf hukuk üstünlüğünü korusun diye, vicdanınıza sığmayan bir sisteme tahammül edebilir misiniz? Eşitlik, keza. İnsanlar eşittirler diye, bir deha ile bir mongoloid’e aynı hakları tanır mısınız? Bizim eşitlikten algıladığımız “kardeşlik”tir, ancak bu kelimelerin karşılıklarını koyamadığımız için şaşırıp duruyoruz. Osmanlı, hiçbir zaman bir sömürge imparatorluğu olamadı, neden? Çünkü, onlardaki “utendi et abutendi” yani “kullanmak tüketmektir” anlayışına karşı, bizimki “bir şey sırf oradadır diye kullanmak zorunda değilsin” anlayışıydı. İnkaların gümüş madenlerini boşaltmak, işgalci ulusun “yasal hakkı” olabilir ama milyonlarca insanı böylece yer yüzünden silmek, “helâl” midir? Islah olmaya ihtiyaçları olduğu muhakkak ama “Aydınlanma”ya değil! Baksanıza, ilk serpintide tüm yaldızları dökülüyor! Kime göre? Tabii, helâl kavramında ısrar eden bizlere göre! Avrupa nereye? 2 Bu oyunu biz üç yüz yıldır yaşıyoruz. Teknoloji ile birlikte daha da aşağılıklaşıyor ve tehlike artıyor. Bakın, 6,5 milyarlık dünya nüfusunu “halleşilebilir” bir rakam dedikleri, 1,5 milyara indirmekten bile bahsedenler var. Nasıl yapacaklar? Ya silâhla, ya da Ruanda’da olduğu gibi, insanları açlıktan ölmeye terk ederek ve bunu onların kendi kabahatleri olduğuna inandırarak. Irak savaşında görmediniz mi, bizim bile adeta içimiz rahatladı adamların yağma yaptıklarını gördüğümüzde; değmezlermiş gibi bir duygu oluşturduğu için. Amerika nereye? Avrupa anlayışı ile Amerikan anlayışı arasında fark yoktur. Irak’ın durumunda ortaya çıkan, ayrıntıda anlaşmazlıktır. Tıpkı, Süveyş kanalı meselesinde olduğu gibi. Amerika, Avrupa’nın beceriklisidir, hepsi bu. Kırılma noktaları Batı düşüncesinin “Aydınlanma”dan sonra geldiği nokta, bireysellik ve “benden sonra tufan” anlayışının yerleşmiş olmasıdır. Bu durum bir yandan müthiş bir özgürlük getirir. Toplumunuz ya da dünya için şu kadar yıl sonrasını hesaplamak gibi bir durumdan kurtarır onları. Varsa bir kırılma noktası, o da gezegenin bu tüketimi kaldırmayacağıdır. Kirlenen sular, delinen ozon tabakası, sera etkisi gibi fiziki tehlikeler. Daha az tüketerek pekalâ da mutlu olunabileceğini anlamak zorundalar. Ama öyle görünür ki, bu şimdilik çok uzak bir ihtimal. Modernite ve fizik Isaac Newton, “Aydınlanma”yı başlatan adamdır; modernite ise doğrudan Aydınlanma’nın ürünü. “Modernleşme” kelimesi ile ifade edilen iyimserliğine karşı çıkanlar, Newton kanunlarının tarihin doğrusal ilerleme şeklinde algılanmasına neden olduğunu, oysa tarihin deterministik değil, inişli-çıkışlı (cyclical) geliştiğine işaret ederler. Tarihi inişli-çıkışlı olduğu anlayışı ki, biz buna Türkiye’de mehter adımı deriz, ilerlemenin olmadığını söylemediği gibi, bazı toplumların sürgit geri kalacaklarını da söylemez. Kuantum fiziği, asla bilemeyeceğimiz birşeyler olduğunu ispat ettiği için, deterministik ya da doğrusal tarih anlayışına itibar etmez. Yeri gelmişken, post-modern dünyada Irak savaşı, bu bağlamda da anakronistik bir savaştır. Pirus zaferi olmayacaksa bile, nihai bir zafer olmayacaktır, çünkü “nihai” yoktur. Tersine, bu değerler “bütün”ü işaret ederler. Birbirlerinden bağımsız düşünülemedikleri için doğrusal değillerdir. Kaldı ki, az önce de konuştuğumuz gibi, kurmak istediğimiz dünya nihayet bize ait bir tasarımdır ve eğer bu değerler bizim esenliğimizi sağlayan değerler ise, bu tasarımın temel ögeleri olmak durumundadırlar. İyilik ve kötülük Evrende değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu biliyoruz. Öte yandan, şekil ve muhteva değiştirmekle birlikte, kötülüğün varlığı kadim bir bilgidir; ahlâk, kötülüğü zabturapt altına almanın yolu. Teslim edersiniz ki, bu kavramlar üzerinde yüz binlerce sayfa yazılan kavramlardır, burada tanımlamaya kalkışmamız abes olur. Ne “Doğu” vardır, ne de “Batı!” Gelin şuna, “Aydınlanma Öncesi” ve “Aydınlanma Sonrası” gerilimi diyelim, ne dersiniz? Aksi taktirde, bir Japonya’yı, Singapur’u nereye koyacağız diye uğraşmamız gerekecek. Gerilime dayalı bir insanlık tasavvur olsa olsa, birisinin diğerini asimile etmesi olur. Ben, kültürel soykırımdan bahsetmeyi tercih ediyorum. Evet, vahşi bir soykırım var ve bunun Aydınlanmacıların lehine işlediği kuşkusuz. Elbette, blok halinde bir Batı yok. Tersine, “Batı” dediğimiz topluluklarda, Aydınlanma öncesi cemaatler var. Bakın, onlarca düzene muhalif kült var. Sadece İskandinavya’da üç milyondan fazla Odinist yani paganizme geri dönen var. Chomsky’nin başında olduğu Friends of the Earth’ün sekiz milyondan fazla üyesi olduğu söylenir. Green Peace’i düşünün, o hareketi biz Müslümanlar başlatmalıydık. Tarih, modernistlerin düşündükleri için gelişmediği içindir ki, türlü çeşitli kulları Allah’ın hepimiz buradayız. Şimdi yapılacak için müttefiklerimizi tanımak, dayanışmaktır. Türkiye nereye? Türkiye bence “Aydınlanma öncesi”ne yakındır. Allah korkusunu herşeye rağmen unutmamış bir toplumdur; helâl kavramını atamamış bir toplumdur.

Bence bu keyfiyeti ile gezegenimizin ve insanlığın emniyet sübabı olabilecek bir toplumdur. İslam ve bilim Teslimiyyeti asla bilemiyeceğimiz birşeyler olduğu bilgisini. İtiraf etmeliyim ki, kuantum fiziğinin bunu matematiksel olarak isbat etmiş olması da bana çok iyi geldi, hiçbir şey olmasa, inanmayanların ağızını tıkadığı için. Dünyaya ne verebileceğine gelince: huzur derim. Bu dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur, buna felâketler de dahil dendi mi, ben bunu derhal “Allah’ın hikmetinden sual olmaz,” diye çeviriyorum, “Mevlâm ne eylerse güzel eyler” diye çeviriyorum, “Allah’tan umut kesilmez” diye çeviriyorum. Kim demiş şimdi hatırlamıyorum ama “bilim ve din hakikate giden yolun iki yüzüdür” demiş, bence doğru söylemiş.