Sosyal psikoloji bilimi bize toplumların hastalanabildiklerini, kendilerini sevmeyi unutabildiklerini gösterir. Yıllardır elbirliği ile ektiğimiz “biz adam olmayız!” hükmünün fırtınasını biçiyoruz. Bu hastalık sonunda ete kemiğe büründü ve gittikçe ağırlaşıyor.
Uzun tarihimizde benzeri bezginlik dönemleri vardı. Kurtuluş Savaşı öncesi muhtelif “ver kurtul”cularının söylemleri halâ kulaklarımızdan silinmiş değil. Buna karşın, ruhumuz bugünlerde olduğu gibi zincire vurulmuş değildİ. Hiçbir dönemde gerçeklik kaybının, muhakeme yoksunluğunun, acizlik duygusunun bu denli gönüllü esiri olmamış, bu denli yanlış mevzilenmemiştik.
Cavlağa soyunmanın zamanıdır: Türkiye artık kendisini sevmiyor. ‘Türk’ olarak tanımlanmaktan da utanır olduğumuz bir gerçektir. Yiğit, umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeden, sayısız hasımla tek başlarına halleşebileceği bilgisini güçlendiren, haksızlığa yüreğindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı durandır.
Yiğitlik üzerine bina edilen bir söyleme soyunmak lâzım. Ortak geçmişimizin incelikleri düşünüldüğünde, “biz adam olmayız” hükmünün basmakalıp, kolaycı ama doğru olmadığını göreceğiz. “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir,” der, George Orwell. Ahlâk kavramını yeniden gündeme getirmek, yeniden yorumlamak, dünya görüşümüzün, toplumsal mutabakatımızın temeli yapmak zorunda olduğumuzu görmenin vaktidir.
Cebelitarık’da gemilerini yakan Tarık bin Ziyyad’tan askerlerine “Cengâverlerim, nereye kaçacaksınız? Arkanız deniz, önünüz düşman. Tek umudunuz cesaretiniz, tek güvenceniz muradınız şimdi!” demişti. Onca sene sonra bizim geldiğimiz nokta da budur. Türkiye kendisini gassalın eline bir ceset gibi teslim etmeye talip gibi durmaktadır. Bu durum kabul edilemez.
Gençleri gerçeklerle silâhlandırmak lazım.Verili medyada koparılan toz dumandan korkmadan ama toz dumanı küçümsemeden silâhlandırmak lazım. Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeleri gerekir. Bunu başarabilirsek, umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeden, sayısız hasımla tek başlarına halleşebilecekleri bilgisini güçlendiren, kıyıma yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı duran yiğitlerin sayısı artacaktır.
“Yiğit” kimdir? Yiğit, umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeden, sayısız hasımla tek başlarına halleşebileceği bilgisini güçlendiren, haksızlığa yüreğindeki savaşçıyı uyandırmak suretiyle karşı durandır.
Milletçe fena halde ürkmüş durumdayız. Savunmadayız. Gençlerimizi gerçekliklerle silâhlandırmanın önündeki en büyük müşkül, yitirdiğimiz özgüvenin yeniden tesisidir. Yeni bir kamuoyu yaratmak lazım. Ya Avrupa Birliği gibi düşünü kurduğumuz bir gelecekte yaşıyoruz ya da Asr-ı Saadet gibi hayal ettiğimiz bir geçmişte. Kendimize ait bir cümlemiz yok; “şimdi” yok. “Gün” kaybolmuş gibi; “Gün”ü savuruyor, “Gün”ü acımasızca tüketiyoruz. Saniyeler, dakikalar, saatler akıp giderken, bütünüyle edilgen, beklemedeyiz.
Batı dünyasını kıskanıyor hatta haset ediyoruz, bunun nedeni de bilgisizliğimiz. Taklitle intihar aynı anlama gelir. Ama İslam’da intihar en büyük günahtır. Müntehir cenazesi, (intihar edenin cenazesi) namazsız gider. Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası olur. Ne isek o olmamız gerektiğini artık idrak etmemiz lâzım. Kendimizi ifade etmeyi öğrenmek zorundayız. Aslımızı reddetmenin kurtuluşu olmayan bir kaçış olduğunu görmek durumundayız. Yine bin Ziyyad: “Cengâverlerim, nereye kaçacaksınız? Arkanız deniz, önünüz düşman. Tek umudunuz cesaretiniz, tek güvenceniz muradınız şimdi! Kendimize güvenmekten başka çaremiz yoktur.
Çağımız dünyasından payımıza düşenin hakkını vermek durumundayız. Dil, din, ırk, cinsiyet ayırımının tuzağına düşmeden, zamanımızın en yetkin bilginleriyle, sanatçı ve filozoflarıyla dostluk kurmak durumundayız. Düşüncelerimizi aşkın zekâlarla paylaşmalı, emaneti ehil ellere teslim etmeliyiz. Anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan özürlüler ya da çocuklar değiliz. Devleti veya Avrupa Birliğini veya Amerika Birleşik Devletlerini anamız yerine koymaktan vazgeçmeliyiz *Ülkemizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar olmamalıyız.
Ne kadar narin, ne kadar incinebilir, ne kadar bunalımda gibi duruyorsa dursun, Türkiye, yanlışlarının kefaretini ödeyecek, gençlerini gerçeklere uyandıracak mirasa sahiptir. Ülkenin yaşam mücadelesinde hedef ille de hasmı öldürmek değildir. Sakatlamak bile başvurulacak en son çaredir. Savunma, saldırıyı geçiştirmek, hasmın dengesini bozmak suretiyle kontrol altına almak, yaşam alanını muhafaza etmek esasları üzerine de kurulabilir. İş ki, biz güçlü ve hür gençlere itibar edelim.
Düşünce ve duygularını irdeleyen, düşünce ve duygularının kısıtlamalarının ayırdına varıp, zincirlerini kıran, dünya gerçekliğine ittihat edebilen gençlerin önünü açalım. Ülkenin geleceğine ilişkin kötümserliğin yaygın olmasının, kolayca yandaş bulmasının nedeni ataletlerini mazur göstermeye çalışanlardır. Korkaklıklarına, tembelliklerine bahane bulmaya çalışanlardır. Karanlığa en çok sövenler, karanlıkta yollarını en kolay bulanlardır. Kötümserliğin, aczin kölesi haline gelmemeliyiz. Acizlik duygusunu yok etmeliyiz.
Kaybolan haysiyetimizi, bütünlüğümüzü, bağımsızlığımızı, milli gururumuzu yeniden bulmalıyız. Bunu yapmanın yolu, kendimizi bilmek, gerçekleri görmek, başımıza geleni doğru tahlil etmek, firar durumundaki gençlerimizin meselelerini çözmektir. Kendimizi sorgulamalı, bu çöküşte bireysel payımızın ne olduğunu itiraf etmeliyiz. Esnaf, köylü, şarkıcı, türkücü, işçi veya ev hanımı… kim olursak olalım, ülkemizin yozlaşmasındaki payımızı sorgulamalıyız. Çocuklarımızın bencilliklerini teşvik ederken, toplumcu duygularını törpülediğimizi görmeliyiz.
Vermeden almak Allah’a mahsustur. Hep beraber arsız bir tüketim furyasına yuvarlandığımızı görmeliyiz. Çocuklarımızı memleketten kaçıran yozlaşmadan her birimizin nasibini aldığını ama yozlaşmaya her birimizin de farklı biçimlerde katkıda bulunduğunu teslim etmeliyiz.
Hırsızla aynı masaya oturmamalıydık.
Zalimle sohbet etmemeliydik.
Dolandırıcının yaşam biçimine özenmemeliydik.
“Geçme namert köprüsünden ko’ apartsın su seni!” derler. Bu kadim deyişi unutmamalıydık.
Bizi güvensiz yapan, yalnız bırakan, sade ve onurlu bir hayatın keyfini çıkarmaktan alakoyan yozlaşmaya karşı durmakta geç kalmamızdır. Kötümserliğin bizi milletimize, hakka, makûllüğe, doğruluğa beslediğimiz inancı yok etmesine, üçüncü dünya ülkesi dağınıklığına sürüklemesine izin vermemeliyiz.
Yaşam koşullarının giderek zorlaşmasına, milletimize, medeniyetimize ilişkin hemen her şeyin aşağılanmasına rağmen direnebilmeliyiz. Gelişmeler karşısında şaşkına dönmüş, direnme gücünü yitirmiş, gelişen dünyayı kendi kaderine terk edip içine kapanmış Osmanlı’yı yüzyıl sonra bugün, daha kolay anlayabiliyor olmamız acıdır.
Sanki başladığımız noktaya geri dönmüş gibiyiz. Yaşamı dayanılır kılan tek şeyin gününü gün etmek olduğunu fısıldayan aşağılık seslerin peşine takılmış gidiyoruz Bu sesler bize düşünmekten vazgeçmemizi, kaderimize razı olmamızı fısıldıyor. Huzuru yozlaşmaya teslimiyyette, gidişatı kabullenmekte ya da ülkeyi terk etmekte bulacağımızı söylüyor.
Laiklik söyleminin, toplumumuzun vahiye dayalı ahlâk anlayışını yok ettiği doğrudur. Rüşvet almaktan, yalan söylemekten, zulümden, Allah yasakladığı ya da Peygamberimiz öyle buyurduğu için uzak durmadığımız da öyle. Cehennem bile artık bizi dizginlemiyor.
İslamın ahlâk sistemi gitti ama yerine – kapitalist olsun! – bir ahlâk sistemi de konmadı. Sonuç, Batılıların nicedir yakındıkları “göreceli” ahlâk sisteminin zaferi. Herkesin ahlâkının kendine göre” olduğu bu düzenlemede, bireye haz veren şey “iyi,” haz vermeyen şey “kötü” oldu. Hedonist ahlâk derler, tümüyle özneldir. Güçlü olanın, sesi daha gür çıkanın kendi kurallarını dayatmasıyla sonuçlanır. Cazgırın onayladığı davranışlar “iyi,” onaylamadıkları “kötü” sayılır. Hırsızların cazgır olduğu bu sistemde, hırsıza, hırsız diyemez olur, sinersiniz.
Ahlâk ilkeleri ihlal edildiklerinde, insanoğlunun akli ve duygusal olarak çözüldüğü bilinir. İslâmiyet, bu durumu “kişinin Yaratıcı’sını unuttuğu için kendisini de unuttuğu, kim olduğunu bilmediği, ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırdığı durumdur” diye tanımlar. “Yabancılaşma” bu ruh halinin “laik” terminolojideki karşılığıdır.
Yurttaşlarımızı acizleştiren, karamsarlığa sürükleyen ruh halinin ardında bu ahlâk sistemi yatar. Genç ya da yaşlı, bizleri muhakeme etmekten, davranışlarımızın sahici sonuçlarını öngörmekten alakoyan, direnme gücümüzü hırpalayan, sindiren, aciz bırakan, ezen, güçlü olduğu kadar da akıldışı olan bu ahlâk sistemidir. Her türlü geri kalmışlığımızın nedeni olarak görmeye şartlandığımız İslâmiyet’in vahiye dayalı ahlâk sistemini reddedeceğiz diye, hak-haksızlık, doğru-yalan, haysiyet-onursuzluk, sadakat-ihanet gibi Türkiye’yi Türkiye yapan değerler arasındaki seçimi bireylerin keyfine bırakamayız.
Hak, namus, doğruluk, haysiyet, onur mutlak doğrulardır, bireylerin keyfine bırakılmaz. Demokratik oylamaya da bırakılmaz.
İnançlı olsak da olmasak da, biçimle değil özle, kurumlarla değil insanlarla ilgilenmenin zamanıdır. Yabancılaşmayı ortadan kaldırabilirsek, belki aynı camide namaz kılamayız ama daha alçak gönüllü, daha sevgi dolu olacağımız kuşkusuzdur.
Günümüz “ver kurtul”cularını, “bırak gitsinci”lerini yaratan bugünkü ruh halimiz, yabancılaşmayı davet etmektedir.
Yeni bir kamuoyu yaratmalıyız. Bu savaştan muzaffer çıkmamız gerçeklikleri doğru saptamak kadar saptamalarımızın doğruluğuna duyduğumuz güvenle mümkün olur. Gençlerimizin cesaretle dillendireceğiniz gerçeklikleri görecekleri, doğruluklarını teslim edecekleri kuşkusuzdur. Biz bize, yüz yüze, gönülden gönüle iletişim kurarak, düşüncelerimizi aktarabilir, perdahlayabilir, olgunlaştırabiliriz. İktidardan, nüfuzdan yoksun olan bizler, insanın asıl ve doğal mücadele yöntemini kullanarak, kendimizi yabancılaşmadan koruyabilir, “biz adam olmayız” yalanına karşı savunabiliriz. Mücadele yöntemini doğru seçtiğimiz taktirde, bizi durduracak hiçbir güç yoktur. Ne içerde, ne de dışarda.