Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 – 2008
Alev ALATLI, Ayşe Böhürler
“Batı feminizmine karşı değilim. Kendi bilecekleri iş.. Sorumluluk almadan, üzerine ‘eşitlik’ battaniyesi çekemezsin! Hayat ‘yiğit’ tanımı üzerine kurulur. Kadının da vardır yiğidi… “
İşin başından beri kadının ayrı bir faktör olarak ele alınmasını yadırgayan biriyim. Bana öyle geliyor ki, dünyanın neresinde olursa olsun kadın yaşadığı kültürün ayrılmaz bir parçası. Şimdi hâl bu iken özel kadın odaklı teoriler bana her zaman bir taraftan aksar gibi geliyor. Belki bir nedeni de kadın olarak, sırf kadın olduğumdan başka bir kültürün kadını ile otomatik olarak işbirliği yapabileceğim veya bir anlayış geliştirebileceğim gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Böyle bir ima var. Yani dünyanın kadınları diye bir şey yok. Biz hangi kültürdensek o kültürün yarattığı bir kadın tipi var. O yüzden uluslararası kadın dayanışması filan bana hep sakat yani iniş çıkış gibi gelmiştir. Çünkü dünya kadının ortak tarafı varsa o da çocuk doğurmasıdır. Ve hep söylediğim bir şey var. Meselâ Madam Merkel’i, Sudanlı bir çocuğa sütannelik yaptığı zaman kadın olarak görebiliyorum. Onun dışında görmüyorum. Yani ortak noktamız doğuruyor olmak, süt veriyor olmak. Şimdi bu temel ortak nokta işlemediği sürece geri kalan bana biraz moda akımı gibi geliyor. Bunun altında yine Batı çıkışlı bir feminizm olduğunu düşünüyorum.
Batı çıkışlı feminist hareket, “Batı’dan çıkan her şey doğrudur.” diye kendi tırnak içindeki biçimini yaratıyor sanki. Dolayısıyla bakıyorsunuz herkes yeni bilim sahası bulmuş gibi üstüne gidiyor. Bana sorarsanız bütün bunlara gerek yok. Kendi toplumumuz içinde abartmadan, kabartmadan genellemeler yapmadan, dört bir tarafı bulaştırmadan kendi ailelerimizin içindeki duruma, kendi toplumumuzdaki durumun içindeki duruma bakalım. Kadına baktığımız zaman erkeği görmemek mümkün değil. Erkeğe baktığımız zaman kadını görmemek mümkün değil. Bunu bir holistik, bir bütünlük içinde ele alıp gözlemleyelim.
Eril-Dişil Dengesi
Bunları söylerken kadın hareketinin ve feminist teorinin kadın sorunlarının çözümüne faydasını yok saymıyorum. Çocukları biçimlendiren eril veya dişil öğe saptanmasında yarar var. Şöyle ki; kadın egemen toplumlarda erkek çocukların bilinerek veya bilinmeyerek kadınsı yetiştirildiğini gözlemledim. Kadınsıdan kastım daha çabuk yorulan, fiziğini geliştirmeyen, kendi başına kalmayı beceremeyen, bireyselleşemeyen. “Ben bir yumurta bile kıramam.” lafının neredeyse bir erdem gibi algılandığını görüyorum. Eğer bireysellik önemliyse eril ve dişil faktörleri dengede tutmak gerekir. Eğer bunların üzerine gider de buradan bir takım ip uçları bulabilirsek eğitim sistemimizde bunun önemli olduğunu düşünüyorum.
Türkiye Anaerkildir
Benim gözlemlerime göre, ayrıca bunu bir tez olarak ileri sürüyorum, Türk toplumu yaygın inancın ya da yaygın söylemin tersine ataerkil değildir. Tersine, bizim toplumumuz anaerkil bir toplumdur ve bugün de böyle. Niye bu yaygın inanç doğdu diye baktığımda kadın-erkek ilişkisini karı-koca ilişkisi gibi, sevgili ilişkisi gibi görüyorlar; yani birebir ilişki gibi. Oysa kadın-erkek ilişkisi ayrı anne-oğul ilişkisi ayrı olmalıdır.
Anne-oğul ilişkisi olarak baktığınız zaman kimin hakimiyetinde olduğunu toplumda çok net görebilirsiniz. Türkiye’de annedir hakim olan ve bu annenin hakimiyeti oğlunun üzerinde bir ömür boyu sürer. Hiçbir gelin, hiçbir sevgili, hiçbir eş erkeğin annesinin otoritesini ne yok edebilir ne de bu otoritenin dışına çıkabilir. Bu arada kendi eşi üzerindeki otoritesinden bahsediyorum. Şimdi hâl böyleyken, kalkıp bir ataerkil toplumdan bahsedemeyiz.
Ataerkil bir toplumdan bahsettiğiniz zaman İngiltere gibi 14 yaşındaki çocuğunuzu denize gönderirsiniz. Bir daha hiç göremezsiniz. Çocuk evden, anneden kopar ve annesinden sonra ilişkiye girdiği kadınlarla olan münasebeti birebir ilişki hâline gelir. Hayatının ikinci kadını, eşi, sevgilisi her neyse onunla olan ilişkisi birebir bir ilişkidir. Bizim ülkemizde bu böyle olmaz. Bir kere çocuk kopmaz. Hiçbir zaman 14 yaşındaki çocuk kapının önüne bırakılmaz. Bu da yetmez, askere gider ve evine döner. 30 yaşındaki çocuğun arkasına annesi hâlâ havlu sokar, terledi diye. Peki annesinden sonra hayatına giren kadının rolü nedir? Dikkat edin yine annesidir. Orada bir ayırım başlar. Eş anne rolünü üstlenir. Ondan anne olması beklenir. Çocuk doğuran bir kadın eşinin annesinin yerini alır. Eğer teke tek ilişki varsa bu evlilik dışı ilişki şeklinde olur. Ama yine zincir Türkiye’de bozulmaz.
Töreyi Koruyan Kadın
Başka endikasyonları da var. Örneğin töre cinayetlerine bakın. Töre cinayetleri toplumun belli bir kesiminde geçerlidir. Güneydoğu kökenlidir bu cinayetler ama töre cinayetlerine bakarsanız, hiçbir annenin kızının önüne atladığını, onu koruduğunu göremezsiniz. Silahı oğluna veren annenin ta kendisidir. Kadın unsuru korur töreyi.
Töreyi koruyan eğer kadınsa, ki öyledi, kimse bana kadının ikinci sınıf olduğunu söyleyemez. Töreyi koruyorsunuz. Kraliçe sizsiniz. Şimdi hâl bu iken neyin ezilmesinden bahsediyorsunuz? İktidara bakmak lâzım. Bizim toplumumuzda kadın kendi evinde kesinlikle iktidardır. O kadar ki evinin eşyasına karar vermesinden tutun, duvarların rengine, evin döşenmesine karar vermeye kadar her şey kadının işidir. Dahası 1923’ten itibaren yasal olarak, ondan evvel fiili olarak kadın bir de evinin dışındaki sahada egemen olmaya başlamıştır. Bakın, şimdi Türkiye’deki ilkokul öğretmenlerinin ezici çoğunluğu kadındır. Peki bu ne demek? Kadın unsurunu siz ilkokuldan itibaren zaten işin başına getiriyorsunuz. Ortaokul keza, lise keza… Üniversitede de Avrupa’yı solladığımızı biliyoruz. Bütün bunlar, kadın faktörünün toplumu şekillendirmede egemen olduğunu gösterir. Bunun dışında ezme ezilme vs. gibi iddialar, bana sorarsanız marjinal iddialardır.
‘Siyasette Kadın’ Metropol Mitidir…
“Siyasette kadın niye olsun?” Benim buna cevabım bu olur. Bu başlı başına bir kriter olamaz; kriter yanlış. Öyle bir tablo konuyor ki ortaya, sanki kadının egemen olması için siyasette olması lâzım. Eğer siyasette değilse hâkim de değildir. Kim demiş bunu? İsteyen siyasete giriyor mu girmiyor mu, buna bakın. Bence giriyor. Ama birisi bir şeyi yapmak istemiyor diye onu suçlayamazsınız ve de aşağılayamazsınız.
Ben bu toplumda siyasete giren bir kadına kötü bakıldığını görmedim. Kim kocası istemediği için siyasete girmemiş? Bunun karşıtı doğru olabilir, kocasına siyasete girmeye izin vermeyen kadınlar olabilir. Kim bilir kaç tane erkek vardır karısı istemiyor diye siyasete giremeyen. “Kadın siyasete girmiyor diye eziliyor.” diyorsunuz ama ben siyasete girmek istemiyorum. Belki siyasete girmek isteyen oluyordur. Böyle bir iddiada bulunanın bana kocası istemediği için siyasete girmeyen kadınların sayısına dair bir istatistik vermesi lâzım. Böyle bir istatistik yok. Bu bir metropol mitidir.
Sovyetler Birliği’ni hatırlatırım size, Bolşevik devrimini hatırlatırım. Kadın-erkek eşitliği, özgürlük vs. vs… Peki Presidium’da neden kadın yoktu? Siz bana onu söyleyin. Sovyetler Birliği’nde, koca toplumdan kaç tane kadın çıktı. Eski Sovyetler, yani Rusya da anaerkil bir toplumdur. Bunlar böyle Batılı bir sosyologun kendi kafasına göre bir hipotezden öteye gitmeyen, nesneyi döndürüp döndürüp veri gibi sunmasından ibaret.
Şiddet Nedir?
Şiddet her toplumda var. Bana en gelişmiş dedikleri Amerikan toplumundaki şiddetin ölçüsünü verin ben de size Türkiye’dekini vereyim. Neyle bağdaştırabiliyorsunuz ki bunu? Yani Türkiye Müslüman’dır diye mi dövüyor? Yok canım! Peki Babtist niye pataklıyor önüne geleni? Şiddet başka bir unsur, bunu karıştırmamak lâzım. Toplumun şiddet anlayışı farklı efendim, elinizde istatistikî veri yok.
Köyde konuştuğum kadınlardan birisi “Evet, suçum varsa vurur!” diyor. Böyle konuşan bir toplumun kriterlerinin farklı konması da lâzım. Şiddet nedir? Bunun karşılığını koymak lâzım. Son derece göreceli bir olay. Meselâ; ‘Ben bir İskandinav kadınıyım. Bana geçerken dokunursanız bağırırım, kıyameti koparırım. O yüzden benim kriterlerime göre bu şiddettir.’ Ama bu kriter o topluma mahsus, bize değil.
Töre cinayetlerinde de bu töreleri tutan zaten kadının kendisi. Yani kızının erken evlendirilmesini isteyen de, onun boşanmamasını isteyen de, kocasının hükmü altında olmak isteyen de kadın. Hâkimiyet onda. Benim sorguladığım şey, insanları tek tip bir şeye itmek için niye bu kadar debelenildiğidir. Aşağılayan biz değiliz. Aşağılayan, dışarıdan bakan.
Bugün ben de evli olsam, kocamdan dayak yesem karakola filan gitmem. Hiçbir kuvvet beni karakola götüremez. Bu sopadan hoşlanmamdan değil; kol kırılır yen içinde kalır. Benim itirazım, kendi yaşam biçimimizin bize bir türlü bırakılmamasınadır. Şiddet gibi bir takım kavramlar Batı kökenli tanımlara hapsediliyor ve bundan dolayı da dönüp dolaşıp biz suçlanıyoruz. Buna itiraz ediyorum.
Evlilik Yaşı Mesele Mi?
Ben dert nedir, onu anlamıyorum. 13 yaşında evlendirdiğiniz kızın kocası, yani oğlan zaten 14 yaşında. Kimin meselesini nasıl çözüyoruz?
İstatistik isterim efendim! Öyle söylemekle olmaz. Bulamayacağınıza eminim! Bugün 16 yaşında kim evlendiriliyor? Böyle meselelerin yaş ortalaması ile ilgisi yok! Hayat beklentisinin kısa olduğu dönemler insanlar daha erken evlendirilir, töreler de bunu devam ettirir. Bunlar zamanla aşılacak şeylerdir.
Benim genç kızlığımda, 18 yaşında nişanlısı olmayan kıza evde kalmış diye bakılırdı. Şimdi 42 yaşındaki kadın doğuruyor. Bunun doğurganlık yaşıyla da ilgisi var. Doğurmayı ne kadar zamana dek sürdürebilirsiniz? Bununla ilgisi var. Yani bunların uluslararası bir mesele olmadığı kanısındayım. Bunlar değişemez mi? Tabi değişecek, hayat zorluyor zaten. Eğer kadın 40 yaşında doğuracağını biliyorsa 15’inde doğurmaya gayret etmez. Görmüyor musunuz şu son 30 senede Türkiye’deki değişimi? Bunda sadece törelerin filan etkisi yok. Hayat şartları, gelir düzeyi, sağlık imkânları vs. Dolayısı ile bu toplumda toptan bir değişim olacaktır.
Türk Erkeği Çok Yalnız!
Bu toplumun erkeği o kadar yalnız ki. İki tane annesi var: Birisi gerçek annesi, ikincisi annesi olmaya itilen eşi. Bu erkeğin eşi var mı zannediyorsunuz? Eşi yok, yaşadığı şeyleri, aşağılanmasını anlatacak kimsesi var mı? Yok! Bunu yapamaz, hiç bir şey anlatamaz. Hayat arkadaşı yok; birileri var ama hayat arkadaşı yok.
Kadınların var mı? Erkeğin olmayınca tabii ki kadının da yok. Ama kadının en azından iktidarını sürdürdüğü çocukları var. Çocukları hep kollektif anneler büyütüyor. Anne yoksa teyze var, anneanne, babaanne vs. Bu nedenle kadın iktidar. Erkek ava çıkmak istese bile bunu çocuğuyla yapamaz. Töreyi devam ettiren dişil öğedir. Töreden kopup ufuklara yelken açan eril bir ilke var. Eğer bugün büyük denizaltılar, gemiler varsa bu eril öğenin çalışmasına izin verildiği içindir. Eğer bir keman virtüözü varsa bu eril öğeye izin verildiği içindir. Çünkü kadın hiçbir zaman çocuğunu 12 saat bırakıp içeride keman partisi yapmaz. Bunun için eril öğeye izin vermemiz gerekiyor.
Hadi Özgür Ol!
Bende özgürlüğün tek karşılığı var: O da bilgi. Bilgi özgürlüktür, onun dışındakinin palavra olduğunu düşünürüm. Eğitim deyince de spesifik olarak kız veya erkek diye ayırmıyorum. Kime erişebilirsek, kime götürebilirsek… Ben kadının ve erkeğin yani Türk insanının dünyayı doğru okuyacak şekilde donatılmasından yanayım. Aksi takdirde özgürleştireceğim derken köleleştirirsiniz. Hadi özgür ol efendim!
Ben şunu da görüyorum: Buraya gelen (yabancı) misafirlerden biliyorum, müthiş derecede önyargılı oluyorlar. Kendilerine benzemediğiniz sürece özgür olmadığınızı düşünüyorlar. Bunları ikna etmek de mümkün değil özgür olduğunuza. Çünkü şekillerden yola çıkıyorlar, yasalardan vs. vs… Hâlbuki öyle değil! Bilgi varsa özgürlük vardır.
Tam İktidar! Yok Böyle Bir Şey
Bireyselliğe, bireyselleşmenin getirdiği boş vermişliğe karşıyım. Bireyselleşme kapitalizmin bir uzantısıdır; bir kere bunu kabul edelim. Bireyselleşme eşittir kapitalizm. Kapitalizmin bizi götürdüğü yol bellidir. Çok dip bir yerden alıyorum işi. Aşırı üretim ve tüketim… Bu gezegen bunu kaldıramaz. Kapalı sistemdir ve bunu çökertiyorsunuz. Bireyselleşmenin bu çökmeyle birebir ilişkisi vardır. Bu, benden sonra tufan haline gelir ve yıkıma götürür.
İnsanlar benden sonra tufan dedikleri zaman, bunun sonucu ozon tabakasının delinmesinden, çevrenin kirliliğine kadar gider. Şimdi hâl böyleyken bireyselleşelim mi, bireyselleşmeyelim mi, nereye kadar bireyselleşelim? Kime bırakacağız dünyayı? Tek sahibi biz miyiz? Eşrefi mahlukat, eşrefi mahlukat olmayı ne kadar sürdürebilecektir? Eğer eşrefi mahlukat olmayı sürdürebileceksek bütün canlılardan sorumlu muyuz? Sorumluyuz! Peki eşrefi mahlukat kavramının içselleştirilmesi için gerekli unsurlar nelerdir? Buna bir bakalım. Batılı anlamda bireyselleşme bunu yapabilir mi? Bence hayır, yapsaydı bugüne kadar yapardı.
Ben sorumluyum dediğiniz anda bireyselleşemezsiniz. Hem onu hem bunu isteyemezsiniz. Eğer sorumluysanız aile yerinde durmak zorundadır. En yakınınız ailedir, aşirettir, vesairedir… Bunlar yaygınlaşarak gider. Türkiye her şeyi aynı anda istiyor. Bence kafa karışıklığının nedeni de o zaten. Her şeyi aynı anda istiyoruz. Hem bireyci olacağız hem toplumcu olacağız. Eee?! Hem özgür olacağız, hem eşimiz bize prenses gibi davranacak, yaa!.. hem içeride hem dışarıda iktidar… Yok böyle bir şey!
‘Eşitlik’ Battaniye Bir Kavram…
Eşitlikten kasıt nedir? Böyle bir battaniye kavram olamaz. Türkiye’de bütünde, her şeyden önce eğitim dağılımında büyük bir uçurum var. Bizim en büyük problemimiz bu. Bence bu eğitim dağılımındaki uçurum gelir dağılımındaki uçurumdan daha da kötü. Çünkü gelir dağılımını, transfer ödemeleriyle filan bir şekle sokabilirsiniz. Ama eğitim öyle değil, bir tarafta elifi görse mertek zannedecek 17 yaşındaki çocuk, öbür tarafta dünyanın birinci sınıf bilgisayar mühendisi…
Harvard’ın son yaptığı araştırmaya göre Türkiye, Amerika’ya birinci sınıf bilim adamı veren dördüncü ülke çıktı. İngiltere, Çin, Hindistan, Türkiye… Deliye döndü millet! Türkiye nereden çıktı, diye… Bizim şu anda Amerika’da çalışan 4500 birinci sınıf bilim adamımız var. Bir yandan bu haldesiniz öbür taraftan tam bir elif mertek hikâyesi. Durum çok vahim; çünkü eşitlenmeye çalışmak en az bir kuşak ister…
Ben kavgada yumruk aranmaz diyen biriyim. Yani bu karmaşa içinden kadınları çekip, “Bak kadınların hali daha kötü.” demek bana göre değil. Öncelikle bütüne bakmamız gerekir.
Erkek De Çile Çeker!
Evet ‘çile çekmek’ sözü daha çok kadınlar için kullanılır çünkü bence erkek daha nahiftir ve ‘çile çekiyorum’, demeyi kendine yediremez. Ayrıca şuna da dikkat ediyorum ki kapitalist düzene geçtikten sonra bu ülkenin erkekleri çok horlanıyor. Ben de bu kanaatteyim.
Çok aşağılandı erkekler, çok horlandı, işi yok, gücü yok, eğitimi yok. Geliyor şehre, şehirler zaten rezil vaziyette. Bekâr odalarında kalıyor. Allah aşkına birisi bekâr odalarına baksın. Orada sürekli aşağılanıyorsunuz. 2. ve 5. sınıfsınız. En olmadık işleri yapmak zorundasınız. Yani Türk erkeğinin geldiği yere baksanıza… Şurada görün ne kadar sinmiş durumdadır. Ne olur bunu belirli katmanlarla karıştırmayalım, genele ve genelin altına bakın.
Feminizme Değil Öykünmeye Karşıyım
Batı feminizmine karşı değilim. Kendi bilecekleri iş, diye bakarım. Yani nasıl isterlerse öyle yapsınlar. Onlara öykünülmesine karşıyım. Temelsiz öykünmeye karşıyım, bu düşüncenin dayatılmasına karşıyım ve bunun getirdiği yıkıma da karşıyım!
Meselâ nasıl bir yıkım anlatayım: Görüyoruz, papaz hanımlardan, kardinal hanımlardan… Meselâ İncil’in yeniden yorumlanması vs. Bizde de çıktı! “İsa kadındır” diyen Kürtler çıktı… Bir garipliktir gidiyor. Yani bu abesle iştigale gülüyorum. Karşı olduğum bunun bir oyun hâline gelmesi.
Hayatı ‘Yiğid’ Ayakta Tutar
Uniseks meselesine gelince; yok kadına benzetilemeye çalışan erkekler, yok metroseksüellik, yok zırıl zırıl ağlayan erkekler, yok efendim silah taşıyamayan erkekler, şuradan şuraya yürüyemeyen erkekler vs. Bütün bu geçici modun müthiş tahripkâr bir şey olduğunu düşünüyorum.
Erkeği kadınlaştırmanın kimsenin işine yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü ben şu kadar dünya tarihi biliyorsam açıkça söyleyebilirim ki, hayat “yiğit” tanımı üzerine kurulur. Kadının da vardır yiğidi. Bu şekilde mükemmeliyete giden yolları kesiyorsunuz. Sabır, disiplin gibi kavramları yok ediyorsunuz.
Yiğit tanımı derken kast ettiğim, her an can verebilme fedakârlığı. Yiğit verir canı, başka kimse vermez. Bütün bunlar vatanın bireyselleşme hareketiyle çok paralel şeyler. Benden sonra tufan kopar, diyorsanız eğer, niye yiğit olup da bir başkası için canınızı feda edeceksiniz? Örnek açıktır. Şurada Irak meselesine bakın. Amerikalılar kimleri gönderdiler orada savaşsınlar diye? Yeşil kart karşılığı gariban “Hispanikler”i değil mi? Daha önce de bu yapılmıştı biliyorsunuz. I. Dünya Savaşı’nda “Gurkalar” filan savaşmıştı. Siz savaşı ihâle ediyorsunuz. Kime? Kendi erkeğiniz kalmadığı için veya kendi erkeğinizi feda edemediğiniz için. Bencilliğe bakın! Eğer adamsanız gider kendi savaşınızı kendiniz yaparsınız. Oradan “Hispanikler”i bulup kendiniz için savaştırmazsınız.
Eğer savaşın doğru olduğuna inanıyorsunuz o zaman gereğini yerine getirecek, riskini göze alacaksınız. Nitekim asker millet olarak bilinmemizin nedeni budur. Geçmişte kadın erkek birlikte savaşmıştır her zaman. Eğer savaşa yabancılaşırsanız, savaşı başkasına ihâle ederseniz o zaman savaşmamanız için hiçbir neden kalmaz.
‘Çalıkuşu’ Cumhuriyet’ten Öncedir
Cumhuriyet’in ‘Batılı kadın projesi’ni soruyorsunuz. Bir kere cumhuriyet projesi lafının abartıldığını iddia ederim. “Çalıkuşu” cumhuriyetten öncedir. Çalıkuşu’nun ne işi var? Kız rüştiyelerini açan kimdir? Abdülhamit’in kendisidir. Dolayısı ile bu işlerin sevabını ve günahını 1923’le sınırlamak pek doğru değildir.
Batı projesiyse bile bu Tanzimat’ta başlamıştır. İkincisi, Batı projesi bir bütündür. Siz Yıldız Sarayı’na tiyatroyu koyarsanız bunun yanı başı da kadın projesidir zaten. Yani özel bir kadın projesi olmamıştır. Mümkün de değildir zaten. Ama kaçınılmazdır. Çünkü siz bütün kurumlarınızı değiştiriyorsunuz ve bunu bayağı uzun bir zaman yapıyorsunuz.
Bence sadece yasalar eksikti onu da biri verdi. Yani bunu Atatürk’e borçluyuz demek veya onu suçlamak yanlış. Atatürk birçok şeyde olduğu gibi ileriyi gören bir adam ve o kesme noktasını yapıyor. Atatürk zamanını, dünyayı iyi okuyan biriydi. Ama toplum bu kadar hazır olmasa idi bir şey yapamazdı.
Atatürk bu işin ne sevabını ne günahını üstlenecek birisi değildir. Zaten Atatürk’ün çevresindeki kadınların varlığı başlı başına bunu söylüyor. Latife Hanım’ın eğitimine bakın, o da mı Atatürk’e borçlu? Yani işin aslı öyle değil. Orada bugün olduğu gibi Batı’ya daha yakın -hatta belki bugün olduğundan daha yakın- seçkin bir sınıf var: Çocukları yabancı diller bilen, piyano dersi alan vs. Bu elit sınıf, Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’e yamandı. İşin savaşında yoktular ama ne zaman ki balo düzenlendi baloya koşturdular.
Batı tipi modern kadın biraz da dayatıldı. Millî eğitim dayatır zaten. Bakın eğer millî eğitim yapıyorsanız şayet -ki toplumsal bir projenin parçasıdır millî eğitim- öyle olmak zorundadır. Eğitim nasıl bir vatandaş yetiştirmek istediğine karar verir. Bu vatandaşı eğitirsiniz. Kadın da bu eğitimin bir parçasıdır.
‘İslam Kadını Eziyor’ Yalanı
İslam’ın kadını ezdiği iddiaları tümüyle yalan! Acı olan şu ki ne biz Tevrat ve İncil’i okuyup oradaki kadının durumunu görüyoruz. Ne Ortodokslardaki örtünme zorunluluğunun farkındayız ne Yahudilerdeki örtünme zorunluluğunun farkındayız.
Siz biliyor musunuz ki yıllarca hakiki Yahudi kadınlar -New York’ta bugün hâlâ böyle- saçlarını göstermemek için perukla gezdiler. Biz hiçbir şeyin farkında olmadığımız için ne zaman hayır diyeceğimizi bilmiyoruz. Ne bizim müderrisimiz ne imamımız ne de din adamımız Hıristiyanlığı ve Yahudiliği biliyor. Bilmediğimiz için böyle palavraları yutuyoruz. Tersine İslamiyet Batı’nın ancak aydınlanmada gelebildiği bireyselliği baştan koymuştur.
Şu anlamda bireyselliktir bu: Sorumluluğu insanoğluna vererek sağlar bunu. Bu sorumluluğu Batı ancak Voltaire’den sonra konuşmaya başladı, İslamiyet bunu yapmıştı zaten. Ama maalesef bu ülkenin İslam’ını, töresini, geleneğini savunabilecek sesi yok. Hâlâ da bu ses oluşmadı. Onu görüyorum, tırsıyor!
Karamsarlıktan Kurtulalım
Batı’yı tanımıyorsunuz ama Batı’nın kavramları ile konuşup düşünmeye çalışıyorsunuz. Fakat hâlâ Batı nereden, gelmiş nasıl gelmiş bilmiyorsunuz. Çünkü bu noktada bugün kariyer yapmanın en iyi yolu feminizmden geçer. En iyisi nedir, biliyor musunuz? Feministseniz, lezbiyenseniz, dinî değerleri aşağılıyorsanız ve bir de siyahiyseniz tercih edilirsiniz.
Binlerce yıllık yalnızlığı siz gelin Türkiye’ye sorun.. Gelin bakın buraya duvarların dibinde 16 yaşında oturan çocuklar var. Bunlar İstanbul’a gelse ne yapacaklar? Neyle uğraşıyoruz Allah aşkına? Siz ne derseniz diyin, evine ekmek götüremeyen erkek kadar kimse aşağılanamaz. Bu insanları kıstırıyor, sindiriyor ve sonra katılamadığı sisteme muhalif hâle getiriyor ve yıkıyor.
Bunun çözümü, İstanbul’da bulduğun her yerde özel üniversite açmak değildir. Ne yapıyor bu özel üniversiteler? Meselâ uluslararası ilişkiler okutuyor. Ne yapar bu bölüm? Dünyaya üst düzey diplomat yetiştirir. Peki kaç tanesini yerleştirebiliyorsunuz bunların? Ne oluyor bu kadar mezun? Bunlar başka ülkelere gidiyor beyin gücü olarak. Benim rüyam tüm bunlara karşı durmak “Bu ülkeden Bir şey olmaz!” lafını tersine çevirmek, yani karamsarlıktan kurtulmak.