Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Onur Ödülleri alan isimler açıklandığında aradım Alev Alatlı’yı. Niyazi Sayın gibi bir üstad ile beraber bir ödüle layık görülmekten duyduğu onuru anlattı. Kapadokya Meslek Yüksek Okulu yayını olan “Bize Yön Veren Metinler” elime yeni ulaşmıştı. Batı ve Doğu’ya yön veren metinlerin farkı üzerine bir röportaj yapmaya karar vermiştik. Aradan bir hafta geçmemişti ki Alatlı’nın törende yaptığı konuşma Türkiye gündemine ağır övgü ve yergi olarak düştü. Alatlı üzerine onlarca roman külliyatı bir tarafa bırakılarak yapılan yorumları, literal bir okumayla yapılan yorumlardaki seviyeyi sorgulayacak değilim. Alatlı’nın dediği gibi “akıllı bir muhalefetin kendisine çok veri çıkarabileceği konuşma” tam tersi biçimde muhalefetin eleştiri odağına yerleşti. Alatlı okurlarının aşina olduğu kodları ve uyarıları içeren metin aslında binlerce sayfayı bulan kitaplarının bir sayfalık özeti gibiydi. Merak ettiğim iki şey vardı; kime hangi uyarıyı yapmak istiyordu? Konuşmasında örneklendirdiği isimlerle nereye işaret ediyordu?
Kısmen bunun cevabını aldım. Ortaya çıkan metine mülakat yerine sohbet ve devamında gelen yazışmalar demek daha doğru olur. Geleceğe bırakacağı bir “nasihatnâme” titizliği ile her kelime Alatlı tarafından ince bir elekten geçirildi. Dünyanın yeni bir yol ayırımı yaşadığı bu çağda elbette bir mütefekkir ile “o onu demiş, bu bunu demiş” bağlamında bir dedikodu röportajı yapmamız beklenemezdi. Konuşmasını oluşturan formülü açmaya ve anlamaya çalıştım. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.
Ayşe Böhürler – Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi – 30 Aralık 2014
Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldığınız törende yaptığınız konuşma bir taraftan övgü bir taraftan da tepki aldı. Ne demek istediğiniz doğru anlaşıldı mı?
Doğrusunu isterseniz, kendimi Kâbus’u tekrar yazarken/yaşarken buldum. Hatırlarsınız, o romanda ki adı üstünde bir distopyadır, afazik bir Türkiye hikâyesi kurgulamıştım. Bütün bir millet olarak sözcükleri anlama/kullanma melekemizi kaybettiğimiz, içgüdüleriyle yaşayan yabanıl bir kalabalığa dönüştüğümüz durum. Birbirimizle ancak bağırış, çağırış, itiş kakış, küfür, hakaret düzleminde ilişki kurabildiğimiz bir hâl ve onu izleyen ölümcül ayrışma. Kâbus neticeten bir kurguydu ama bugün yaşananlar sahici. Algısal afazi, anlamsal afazi, içgörü yoksunluğu alarm veriyor.
Parmağıma Değil Gösterdiğim Yere Bakın
Size yöneltilen eleştirileri “afazi” kapsamında mı değerlendiriyorsunuz?
Bana yöneltilen eleştirilere takılmayın, Ayşe Hanım. İçine düştüğümüz anomalide benim konuşmamın yarattığı öfke furyası devede kulaktır. Nihayetinde, söylediklerim bir yazarın hezeyanı olarak da geçiştirilebilir. Kâbus’un girişinde, “Parmağıma değil, gösterdiğim yere bakın.” derim ya, öyle. Büyük resme bakınca, önyargıların, mesnetsiz korkuların güdümünde, koyunun altında buzağı arayan, fitne fücur bir topluma dönüşmekte olduğumuzu görüyorum. Ben ondan korkarım.
Kâbus’ta gelecek bir tarihten bahsediyordunuz, sizce toplumsal “afazi” öne mi çekildi?
İşaretler o yönde ne yazık ki. Az önce, anlatmak istedikleriniz doğru anlaşıldı mı, diye sorduğunuz için söylüyorum. Daha “George Orwell” derken patlayan isterik öfke krizi, olası okumaları da paralize etti. “Olası” diyorum, çünkü törenden birkaç gün sonra ben kendi web sitemde yayınlayana kadar ortada yerilecek ya da övülecek bir metin de yoktu. Trajik, tabii. İnsan ülkesini böyle görmek istemiyor.
Tüylerim Diken Diken
İnsan ülkesini nasıl görmek istemiyor?
Metinde yazılanı değil, söylenenin bütününü değil, yazıldığını/söylendiğini varsaydığını okumak/duymak gibi ölümcül olabilecek bir zaafiyet içinde görmek istemiyor. Benim bir konuşmama bu olursa, ülkenin bütününü ilgilendiren iktidar ya da muhalefet kaynaklı bir programa, bir önergeye, iddiaya, yoruma ne olur düşünün artık. Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor, tüylerim diken diken.
Gülen Siyasete Soyunsun
Geçen yıl 17 Aralık’ta yaptığımız röportajda Türkiye iklimi farklıydı. Hükümet üyelerine yolsuzluk suçlamaları vardı. Gülen taraftarları ve hükümet taraftarları iki farklı resim sunuyorlardı. O günden bugüne sizce neler değişti? Bu Türkiye dindarları arasında nefret dolu olduğu kadar, ayet ve hadislerin bolca kullanıldığı tartışmalara sebep oldu. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce meselenin “hükümet taraftarları – Gülen taraftarları” şeklinde adeta eşitlenerek sunulmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Sayın Erdoğan hâlâ seküler/laik devleti yönetmek üzere temiz pak bir seçimle gelmiş bir lider, diğeri aslında tam da neye karşı olduğu bencileyin laik muhafazakârların anlayamadığı muhalif bir dini cemaatin reisidir. Ha, eğer, ülkeyi kendisinin daha iyi yöneteceğine, hepimizin şikâyet ettiği yolsuzluk vb. kötü uygulamaları ortadan kaldırabileceğine inanıyorsa, cübbesini çıkarıp siyasete soyunması gerekir. Kaç tane siyasi parti var, elli mi, yüz mü, bir tane daha kurulsa ne çıkar? Parti programını görür, adaylarının ehliyetini tartar, ona göre vaziyet alırız. Öte yandan, Türkiye dindarları arasında nefret boyutlarına vardığına işaret ettiğiniz çatışma, bana Müslümanların da toplum mühendisliğine soyunduklarını söyler. Büyük ihtimalle de 70’li yıllarda sol fraksiyonların “Ama Troçki der ki…” diye giden tartışmalarının hadisler, ayetler, tefsirler üzerinden yürütülen yeni bir versiyonu sahnelenecektir. İçi boşaltılmadık bir dinimiz kalmıştı, o da gerçekleşirse, ört ki ölem Ayşe Hanım, daha ne diyeyim.
Beyaz Türkler Öldü
Bilginin seçkin bir azınlığın tekelinde olduğu günler geride kaldı. Rasyonel otoritenin bile yok olduğu bir süreç yaşanırken, beyaz Türklerin geri dönmeleri mümkün değildir. Rasyonel otoriteden kastımın hoca ve talebesi bağlamında, bilenin bilmeyen üzerindeki otorite olduğunu hatırlatayım. Beyaz Türklerin bir vasıfları da yabancı dillere, dünyaya dair malûmata ulaşmalarını mümkün kılan ayrıcalıklarıydı. Günay Rodoplu gibi onlar da hayalleri ve yalanlarıyla öldüler. Ama itiraf etmeliyim ki ben asıl Michael Jackson tipolojisinden korkarım. Beyazlaşacağım derken ucubeleşen zavallı.
Ama Bir Nesil Var Arkada Yine De…
Muhafazakâr dünya görüşüne muhalefet her zaman olacaktır da, “Beyaz Türkler”e atfedilen türden yabancılaşmanın kırılacağını düşünüyorum. Örnek vermek için söylüyorum, Mehmet Şimşek gibi Batman’dan üstelik Gercüş gibi daha da yoksul bir kazasından gelen bir Kürt’ten başarısı uluslararası ölçütlerde tartışılmaz bir Maliye Bakanı devşirebilen süreç geri gitmez.
Toplumlar Da Hastalanıyor
Konuşmanıza verilen tepkilerden kaygınızı dile getirdiniz ve “Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor” dediniz. Nasıl bir cinnetten bahsediyoruz? Açar mısınız?
Rusya’da “ebedî muhalif” diye bir tanım vardır. Her türlü reformun ve kazanımın karşısına düşman gibi dikilen bu zümrenin ülkenin küllerinin üstüne kendi tasarladıkları dünyayı dikebilsinler diye Rusya’nın meselelerinin barışçıl çözümünü önledikleri anlatılır. 20. yüzyılın başlarındaki Rusya’da ihtilâli illâki gerekli kılan hiçbir şey yoktu, ihtilâl olduysa müsebbibleri fanatik profesyonel muhaliflerdi derler. 1917’nin kışkırtıcı kampanyalarını düzenleyen, Petrograd’daki muhafız alayını, streltsî, ayaklandırıp lokal bir yangını ulusal bir cehenneme dönüştürenlerin bunlar oldukları anlatılır. Oysa dönemin başbakanı Pyotr Stolîpin, ülkenin kanayan yarası tarımda görülmedik reformlara imza atan bir devlet adamı. Bugün hâlâ ülkelerinin banisi Aleksandr Nevskî’nin hemen ardından “En büyük Rus” diye anılır. Nevskî’yi Eisenstein’ın aynı isimli filminden hatırlarsınız, Rusya’yı Töton Şövalyelerinden kurtarışını anlatır. Uzatmayalım, halkın ülkenin toptancı bir biçimde dönüştürülmesini istediğine dair en ufak bir veri, bir belge olmadığı halde on milyon insanın öldüğü o korkunç iç savaş. Kıssadan hisse: toplumlar da hastalanabiliyorlar, Ayşe Hanım.
Mevlana Bile Teselli Etmiyor
Türkiye’de bir iç savaş ihtimali görmüyorsunuz herhalde?
Elbette, görmüyorum. En azından bu boyutlarda (Rusya iç savaşını kastediyor) görmüyorum, ama işaretleri de hiç yok değil. Gogol’un İzinde’yi yazarken Rusya’da tanıştığım bir yazar vardı, “Devrimciler halkla konuştular konuşmasına ama duydukları onları düşündüreceği yerde kızdırdı ve şiddete yöneltti.” diye hayıflanırdı. Bahsedilen kızgınlık size de birilerini çağrıştırmıyor mu? Keşke aklın ve merhametin askıya alındığı süreçler sadece Müslüman olmayan toplumlara özgü olsa. Ama değil. Bakın, bir cümlede ne dendiğini ancak ikinci, üçüncü okuyuşunda kaptırabilen “okumuşlar”ın ambargosu altındayız. Toplumsal afazinin ülkeyi siyasal kutuplaşma şöyle dursun, atomizasyonla tehdit ettiği aşamadır bu. Mevlana’nın “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” saptaması da teselli etmiyor.
Biz Bu Memleketi Sokakta Bulmadık
Konuşmanız, iktidarın, gücün yanında olmak gibi algılandı…
Bunu sizinle daha önce de konuşmuştuk. Sizin “Peki, şimdi ne olacak?” sorunuza verdiğim “Ne olacak, eleştirilerimizi erteleyip, Tayyip Bey’in etrafını saracak, destek atacağız.” cevabımın devamı, “Çünkü en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır. Ve devleti korumak, iktidar partisinin boynunun borcudur. Bu memleketi sokakta bulmadık, kuytularda gizlenmiş kurda kuşa emanet edecek halimiz yok Türkiye’yi.” şeklindedir. O gün bugün, ne Türkiye’ye yönelik tehditler azaldı ne benim tutumum değişti ne de algısal afazi sayrılığına çare bulundu.