Ve Orwell’in haykırışı: “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir.” ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ağzına bakan Birleşmiş Milletler’in “hayırhah”lık iddiası, evrensel dolandırıcılık değil de nedir?
Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 2 Ocak 2015
Dindar nesile itirazınız olmadığını söylediniz, peki zorunlu din derslerine ne diyorsunuz?
Önce şunda anlaşalım, Sayın Erdoğan’ın “Dindar bir nesil istiyorum.” sözlerini yadırgamadığımı söyledim ama benim isteyebileceğim “dindar nesil” nasıl bir yapılanma olmalıdır, bakın onu söylemedim! Şaka bir yana, zorunlu din dersinden benim anladığım, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersidir ki, insanoğlunun onbinlerce yıllık düşünce/inanç serüveninin başta kitaplı dinler ve mezhepleri olmak üzere, Budizm’den Taoizm’e kadar mümkün olabilecek en geniş yelpazeyi içerecek şekilde öğretilmesinin en az tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji gibi beşeri bilimler kadar önemli, hatta dört başı mamur bir eğitim sisteminin olmazsa olmaz şartı olduğunu düşünürüm. Ve fakat buyurun size yeni bir çıkıntılık daha: Felsefe ve mantık gibi gelişkin soyutlama melekesi gerektirdiği için, zorunlu din dersleri ilköğretimde değil en erken dokuzuncu sınıftan başlatılmalıdır.
İslam’ı Öğretecek İyi Kurumlar Var
Çok geç olmaz mı?
Öyle olmadığını düşünüyorum. Kâinat tasavvuru gelişmemiş bir çocuğa hele de televizyonların abuk sabuk bilim kurgu filmlerinin egemenliğinde olduğu günümüzde Rabbül Alemin’i ancak ezberletebilirsiniz, içselleştirtemezsiniz kanaatindayım. Bana sorarsanız, ilâhiyat eğitimi de belirlenecek alanlarda lisans derecesi almış öğrencilerin girebilecekleri yüksek lisans ve doktora programları seviyesine yükseltilmek suretiyle mükemmelleştirilebilinir. Siz sormadan şunu da söyleyeyim, çocuklara İslam akidesini öğretecek dersler beşinci ders yılından itibaren ayrı bir müfredatla sunulabilir. Bakın işte seçmeli olacaksa onlar olur, çünkü çok şükür İslâm’ı milli eğitim sisteminin dışında ve büyük ihtimalle çok daha iyi öğretecek kurumlarımız vardır.
Dublaj Türkçesi Fecaati
Ya Osmanlıca diyelim de bu faslı kapatalım. Osmanlıca’nın yeniden gündeme gelmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bence çok iyi olur! Bu saatten sonra eski Türkçe’nin hakkıyla öğretilebilmesinin pek mümkün olmadığı kanısındayım, çünkü mesele alfabeden öte kelime bilgisi meselesidir. Malûm olduğu üzere, eski harfleri sökseniz bile kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamazsınız. Ama hiç değilse yeni Türkçe’ye maledip üzerinde durmadığımız o dört yüz kelimelik dublaj Türkçesinin fecaatına karşı farkındalık geliştirilebileceği umulur. Kavramları yerine oturtmaya, idrakta incelmeye mutlaka faydası olacaktır. Geçmişle bağ kurma noktasında, mezar taşlarını okuyabilecek düzeyde Osmanlıca eğitimi fevkâlâde ağırdır, uzmanlaşma gerektirir. Yapılacak iş, orta eğitimde haftada birkaç saatle dostlar alışverişte görsün misali geçiştirmek yerine, üniversitelerdeki Türk dili ve edebiyatı ve ilgili filoloji birimlerini güçlendirmek, günümüzde sayıları iki elin on parmağını geçmeyen nitelikli dilbilimcilerin sayısını arttırmaktır. Eski eserleri yeni Türkçeleştirecek dev bir kampanyaya girişmektir diye düşünürüm.
Sorokin’in Gözlemi Hâlâ Geçerli
Modern dünyaya yön veren disiplinlerin yıkıcı etkileri dedikleriniz neler?
Müsaade ederseniz, ne demek istediğimi Pitirim Sorokin’den bir alıntı ile izah etmeye çalışayım. Harvard’ın sosyoloji bölümünü kuran pek ünlü bir bilim adamıydı, Sorokin. Rus kökenli, muhteşem bir hümanist aydınlanmacı. 1941’de yayınladığı özeleştirisi, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum.” diye başlar: “Beklediğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.” Toprağı bol olsun, Sorokin’in gözlemi bugün halâ geçerli. Son yıllarda yaşananlara bir bakın. Irak’taki “Facility 1391” nam işkencehanede resim çektiren gencecik Amerikalı kadın askere bakın, Kaddafi’ye fiili livata uygulayan Müslümana bakın. Uzağa gitmeye ne hacet, Diyarbakır’da o dört ergeni linç eden ergenlere bakın. Allah’ın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü şöyle dursun, insanoğlunun aklının sınırlı olabileceği ihtimalini düşünseler, edebe, adaba, geleneklere, sıradan insanların düşüncelerine biraz değer verseler, hadlerini böylesine aşmazlar, bunca acıya neden olmazlardı.
Vicdanin Sesi Kısılıyor
İnsan hakları kavramları gelişiyor derken aydınlanma sürecini iyi okumak gerekir diyorsunuz.
Öyle. Anlaşılan o ki hümanist dünya görüşü yerleştirilmeye görülsün, “hümanist” derken, kelimeyi bizdeki yaygın ve yanlış kullanımıyla “iyiliksever” manasında değil, “Tanrı’nın fonksiyonlarını üstlenen” mealindeki özgün anlamında kullanıyorum. Allah’ın yerine kadiri mutlak bir “Tanrı-insan,” bir süpermen, yerleştirilmeye görülsün, insanoğlu kendisini derhal onun yerine koymaya kalkışıyor. Dünyayı ve diğer insanları dilediği gibi kullanmakta özgür olduğu düşüncesine kapılıyor. Tevazuyu, sorumluluklarını unutuyor. Vicdanın sesi kısılıyor. Sonra, gelsin ihtilâller, darbeler, gelsin beyaz adamın uygarlaştırma misyonları, gelsin özgürleştirme, demokratikleştirme aldatmacaları. Gelsin, Stalinler, Hitlerler, Maolar, Frankolar. Hasılı insanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesiymişcesine muhasebeleştirildiği mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrilmiştir, vesselâm.
Doğrusu bizim medeniyetimiz de pek sakin gelişmemiş, çatışmalar, kavgalar, savaşlar…
Ben “bizim” medeniyetimiz, “onların” medeniyeti diye bir ayırım yapmıyorum Ayşe Hanım. Küresel bir gezegende Doğu-Batı şeklindeki coğrafi ayrıştırma esasen absürttür. Türdeşler arasındaki fark, aydınlanmanın tezgâhından geçmiş olanlarla, geçmemiş olanlar arasındaki doğayı ve insanlığı algılama farkıyla ifade edilebilir. Yoksa her ikisi de dünyanın dört bir tarafına serpiştirilmiş yaşamaktadır. Mesele, bölgesel yoğunluk ve iktidara yakınlık meselesi. Kamçatka’dan öte “Doğu” yok ama en zalim gulaglar Kamçatka’daydı. Gulaglarda telef olanları “devrimin yakıtlarıdır” diye muhasebeleştiren Stalin, Batılı Himmler’i aratmaz. Benim itirazım, şu ya da bu medeniyete veya topluma değil, aydınlanmanın insanoğluna nihai hakikatmış gibi, kaçınılmaz bir kadermiş gibi dayatılmasınadır. Tarihin doğrusal yorumunadır. Gri alanların yok sayılmasınadır. Sosyal Darvinizmedir, ırkçılığadır, insanat bahçelerinedir. “Tek yol şu ya da bu” anlayışınadır.
Nefret Yasaları Birer Toplum Mühendisliği
Konuşmanızda nefret yasalarına kesin bir dille karşı çıktınız. Anti-Semitizmi önlemek açısından yararlı olduklarını düşünmüyor musunuz?
Nefret edilen oluşumu ortadan kaldırmak yerine -ki bu durumda nefret edilen oluşumun Siyonizme evrilen Semitizm olduğu açıktır- nefret edeni cezalandırmanın adaletle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Nefret yasalarının tek bir açıklaması vardır: toplum mühendisliği. Arzu ettiğiniz dünyanın oluşmasını engelleyen “kusurlu” türdeşlerinizi ceza yoluyla ıslah etmek çabası.
Teşekkür konuşmanızda başka örnekler de verdiniz. Meselâ, ‘atar ergenleri sokağa döken yazarlar.’
Bahsettim, evet. Toplum mühendisliğinin ders kitabı örnekleridir bunlar. Korunaklı mahallelerde kurgulanan “daha üstün” ideolojiler adına feda edilebilir maddesel kitlelere indirgenen ergenler. İdealize ettikleri yaşam biçimlerine atar ergenlerin sırtlarından, onların hayatları pahasına kavuşmayı içlerine sindirebilen kalem erbabına itirazım var. Tutumları doğaya ve diğer canlılara karşı geliştirilen hükmedici tavrın uzantısıdır. Oysa, tarih bizi ütopik ideolojilere düşkünlüğün ölümcül sonuçlarına karşı da uyarır.
Terk ettiğiniz aydınlanma kutbunun nasıl bir yer olduğu az çok anlaşılıyor, peki hicret ettiğiniz pak topraklar nasıl?
Henüz yoldayım, Ayşe Hanım, hicret tamamlanmadı. Kızgınlıklarımı tümüyle yok edebilmiş değilim. Şekilde görüldüğü gibi, akranlarımla helâlleşebilmiş de değilim. Bitirmemi bekleyen kitaplar olduğu sürece, topluma olan borçlarımı kapatmış da sayılmam. Tek bildiğim ağlamasını bilmeyenlerin kutbundan, ağlamasını bilenlerin kutbuna hicret etmeye çalıştığım. Bu aşamada merhamet kutbunu ancak tasavvur edebiliyorum.
Holigan Tarafgirlik
Konuşmanızda en çok da Orwell’den bahsetmiş olmanız tepki topladı.
Evet, “solcu” ya arkadaşlar, soykırım sözcüğünü Ermenilerden kıskanan Yahudiler misali, “devrim” sözcüğünün, velev ki bambaşka bağlamda olsun, Sayın Erdoğan’ın ismiyle yanyana telâffuz edilmesine içerlediler! Orwell bizim mahallenin yazarıdır, sizin mahalleden birini mümkünatı yok alkışlayamaz tıkanıklığı. Rakip takımın kalecisinin muhteşem kurtarışını takdirden aciz holigan tarafgirliği diye de düşünebilirsiniz. Mamafih, Orwell’in 1984’ünün de diğer kitabının da, Alice Harikalar Diyarında gibi, Küçük Prens gibi, çocukluk okumalarına kurban giden kitaplardan olduğunu söylemeliyim. Okuduğunuzu sanırsınız ama aklınızda sloganlaştırmaya müsait birkaç cümleden fazla birşey kalmadığını idrak etmeniz zaman alır. Bildiğim kadarıyla “Katalonya’ya Saygı” da ancak bu yıl yayınlanabildi.
Esma Biltaci Bizdendir
Sayın Erdoğan, Esma için gözyaşı döktüğünde ne düşündünüz? İhvan lideri Muhammed El Biltaci’nin kızı…
Bizdendir diye düşündüm. O törende Emine Hanım’ın gözleri dolunca da öyle.
“Siz” kimsiniz?
Konuşmamda da söylediğim gibi, var olmanın, bu gezegende yaşayakalmanın dayatılagelenlerden daha insancıl yollarının olduğunu görebilen sanatçılar, edebiyatçılar ve ekurileri. Erdoğan’ın reel politiğe aykırı çıkışlarının arkasında yatan hak arayışına bigâne kalamayanlar. Bakın, aydınlanmanın yıkıcı etkilerine karşı uyaranların kısmı azamı bizim taifedendir. Defoe, 1740’da öldü; Orwell 1950’de, Soljenitsin 2008’de. Ömürleri yaklaşık iki asıra serpiştirilmiş bu adamların ortak noktaları; tanıklık ettikleri baskı, zulüm ve hunhar katliamlara karşı uyarı görevlerini yerine getirmiş olmalarıdır. Benim bu isimleri zikretme nedenim, günümüze değiyor olmaları.
Konuşmanızda Orwell’e, Defoe’ya gönderme yapmış olmanız tepki topladı.
Ne yapalım, Ayşe Hanım, ben ne derim tamburam ne çure durumu. Bu ne ilk anlaşmazlığımızdır ne de son olacak, besbelli. Bakın, Defoe, İngiliz Anglikan Kilisesi’nin horgördüğü Presbyterian mezhebindendi. Hapisler, boyunduruğa vurulup Londra meydanlarında yüzüne tükürülmek üzere sergilenmeler, daha neler neler. Kahire’de demir kafeslere tıkılan İhvan’a reva görülenlerden aşağı değildir çektikleri. “Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır” diye başlayan sözü, İkinci James’e karşı dikilirken söylediği sözdür. Öteki İngiliz, Orwell… İspanya İçsavaşı’nda Franco taraftarlarına karşı savaşmış bir komünistti. Onun feryadı da fuhuşa, dilenciliğe son veren, Katalonya’yı insanca yaşanabilir hale getiren sosyalist organizasyonlara ihanet eden Stalin’e. Avrupa’da zamansız bir devrim hareketinin başlamasını tehlikeli bulan Stalin, kendi dünya kurgusuna engel teşkil ettiğini düşündüğü yoldaş devrimcilere savaş açar. Ve Orwell’in haykırışı: “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir.” ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ağzına bakan Birleşmiş Milletler’in “hayırhah”lık iddiası, evrensel dolandırıcılık değil de nedir?