23 Temmuz 2015 / Alev Alatlı - Mehmet Hakan Kekeç STAR GAZETESİ SÖYLEŞİ
(Özgün tam metin verilmiştir.)
KADİM DOĞRULAR İKTİDAR MUHALEFET AYRIMI TANIMAZ
MHK: Siyasette ‘sivilleşmeden’ konuşuyoruz, bedeli de ödeniyor. Acaba benzer süreç sanatta da mı yaşanıyor? Sanatın merkezden çevreye yayılması, bir ayrıcalık aracı olmaktan çıkması; bedel olarak mahalle baskısını mı getiriyor?
AA: Önce şunu söyleyeyim. Bu “sivilleşme” kelimesinden ben oldum olası haz etmiyorum! Askeri darbelere çakmak için icat edildiydi, gelin görün, serbestleşme, özgürleşme, çoğulculuk, ademi merkeziyetçilik gibi farklı kavramları barındıran bir torba kelime oldu çıktı! Ne mahzuru var diye soracaksınız, mahzuru, meselelerin adını doğru koymamızı zorlaştırıyor olması! Şimdi, kelimeyi “serbestleşmek” anlamında kullanıyorsak ve varsa bir serbestleşen, onun “sanat” değil, olsa olsa “sanatçı” olduğunu söylerim. Olsa olsa” nitelemesine de mim koyun, lütfen.
MHK: Ne demektir sanatçının serbestleşmesi?
AA: Sanatçının serbestleşmesinden murat, sanatını “icra” ederkenki özgürlüğüdür. Ressam ise, resmetmek istediği objeyi ya da temayı, veyahut kullanmak istediği tekniği seçmekte özgür müdür? Yazar ise, içinden geleni yazmakta özgür müdür? Müzisyen ise sazını, efendim, icra edeceği eseri seçmekte ve yorumlamakta özgür müdür? Yönetmen sahneye koyacağı oyunu, rejisör filme çekeceği senaryoyu seçmekte özgür müdür? Sanattan bahsediyorsak, tartışma konuları bunlar olmalıdır. Sanatçının içrek özgürlüğünden, otosansür eğilimlerine, açık ya da örtülü yasaklara, eserinin beğenilmeme, kınanma korkusuna kadar, türlü faktörlerin irdelenmesini gerektirir.
MHK: Sanatın merkezden çevreye yayılması, dedim ilk soruda. Ama sanırım bu ifade de tanıma muhtaç?
AA: Öte yandan, “sanatta merkez” ancak üstün yeteneklerin sanata standart getirdiği bir kurumun varlığı söz konusu ise anlamlı olabilir. Örneğin, bir Bolşoy, balede performans standartı koyar. Balerinlerin maaşlarını devlet ödediği için değil, bir Anna Pavlova yetiştirdiği için merkezdir. Yada, La Scala, Leyla Gencer’i dünyaya kabul ettirebildiği için merkezdir. Bu bağlamda onlarca merkezden söz edebiliriz. Bize gelince, Cumhuriyet’le birlikte halkın aşina olmadığı sanat türleriyle tanışmasını sağlayacak bir dizi girişim yapıldı. Devlet opera ve balesi, devlet filarmoni orkestrası, şehir tiyatroları, belediye kültür sanat birimleri, konservatuarlar, halkevleri bu kapsamdadır. Bunlar “merkez” olabildiler mi? Tiyatroyu alalım, devlet tiyatrosu merkez olabildi mi? Kısmen oldu elbette, hatta konservatuar mezunu olmanın belirli bir ayrıcalığı vardır ve olmalıdır da. Mamafih, boynuzun kulağı geçmesi de pek uzun sürmedi. Yanılmıyorsam devlet tiyatrosundan ilk atan sürgünlerden birisi AST’tır. 1963’de kurulduydu. Daha niceleri var. Buradan baktığımızda, devlet girişiminin sadece tiyatroya değil, Türk sinemasına da oyuncu takviyesi yaptığını görebiliyoruz.
SANATÇILIK AYRICALIK DEĞİLDİR.
Bununla beraber, “sanat”ın bir ayrıcalık olduğuna katılmıyorum. Özel bir yetenek gerektirir, doğru, ama meselâ matematik de özel yetenek gerektirir, cerrahi de öyle. “Ayrıcalık” ancak işinizde kolay kolay ikame edilemeyecek kadar iyi iseniz, kitlelerin teveccühünü kazanabiliyorsanız söz konusudur. Siz istediğiniz kadar destekleyin, meğer ki, kişinin içinde olsun, topluma bir İdil Biret, bir Cüneyt Gökçer kazandıramazsınız. Diyeceğim, devlet eliyle “ayrıcalık” olmaz, “kayırmacılık” olur. Onu da “sanatçı” kendisine yediremez. Sanatçı “ayrıcalık”ını yürek gücüyle kendi kazanandır.
SANATÇININ ÖDEDİĞİ ‘BEDEL’ YALNIZLIĞIDIR.
Gelelim “bedel” konusuna, sanatçının ödediği “bedel” yalnızlığıdır. Bakın, sanatın olmazsa olmaz şartı özgünlüktür. Neşet Ertaş’ı, Nazım Hikmet’i, Niyazi Sayın’ı düşünün. Sanatçı, bırakın mahalle baskısına boyun eğmeyi, gelir geçer toplumsal yargılara, hatta zamanın ruhuna bayrak açacaktır. Özgünlüğünü yitiren sanatçı, sıradanlaşır. Sanatçı olmaktan çıkar, başka bir şeye evrilir. “Başka bir şey” dediğim, ticarettir, siyasettir, memuriyettir. Sanatçı, sanatçıya sanat adına karşı çıkıyorsa itirazı anlamlıdır. Gerisi, galiz olduğu kadar da sıradan sokak kavgası.
MHK: Sivil ya da vesayet yolu ile kurulmuş olsun, sanatçı için bütün iktidarlar ‘bir’ mi olmalıdır, yani tüm iktidarlara kategorik olarak düşman m olmalıdır sanatçı?
AA: Az önce söylemeye çalıştığım gibi, sanatçının “iktidar”dan anladığı, işini bildiği gibi yapmasını engelleyen erktir. Bu erk herşeyden önce sanatın içinden, az önce konuştuğumuz “merkez”lerden çıkar. Bir an, ressam olduğunuzu düşünün. Diyelim meselenizi empresyonist tarzda resmetmek istiyorsunuz. En çetin muhalifleriniz klasik tarzı benimseyen meslektaşlarınız olacaktır. Siyasi iktidar ille de empresyonizme karşı tavır alacak ve dolayısıyla sizi kendisine düşman edecek diye bir şey yoktur. Düşünün ki, klasik batı müziği Türkiye’de ilk kez Cumhuriyet iktidarları döneminde revaç gördü. O dönemde de mutsuz çellocular vardı ama öfkeleri siyasi iktidara değil, yetersiz buldukları orkestra arkadaşlarınaydı. İnönü’nün huzurunda çello çaldı diye hakarete uğrayan müzisyen duyulmamıştır!–
MHK: Bu kadar ‘sivilleşme’ deyince Ece Ayhan geldi aklıma. Ne diyordu Ece Ayhan, o günden bugüne baktığımızda nasıl algılamalıyız Ece Ayhan’ı?
AA: Ece Ayhan’ı bu sorunuza cevap verebilecek kadar iyi tanımıyorum, maalesef.
MHK: Türkiye’de bir ‘sanatçı/kültürel iktidar’ olduğuna katılır mısınız? Son zamanlarda çok konuşuluyor: Kültürel iktidar. İçersinde ‘kültürel’ ifadesi barındırması duyuyu okşuyor ama bir yandan ‘öteki’ye ‘köpek’ diyebilen bir ‘paçozlaşma’ durumu galiba bu?
AA:Dünyanın her ülkesinde, zamanın ruhu doğrultusunda kâh güçlenen, kâh zayıflayan, nitelik değiştiren, “sanatçı/kültürel” elit, dilerseniz, iktidar vardır. Bir dönem Pink Floyd ve uzantıları iktidardadır, bir dönem Madonna ve uzantıları. Bir dönem, Köy Enstitüleri merkezli edebiyatçılar, bir dönem, toprağı bol olsun, Metin Kaçan ekolü. “İktidar” olmuşlukları, belirli bir dönem için dahi olsa toplumda karşılık buluyor olmalarından geçer. Öte yandan, bence “kültürel” kelimesine kutsallık atfetmenin de anlamı yoktur, Hakan bey. Kültürün resmisi olur, halkçısı olur, ecnebisi olur, alt kültür, üst kültür olur, İslamisi olur, seküleri olur. Ha, şimdi, iş küfürleşmeye gidiyorsa, onu küfredenin tıynetsizliğinde aramak gerekir. Düşünün ki, “sanatçı” tanımı icabı siyah-beyaz, dost-düşman, 0/1 kafalı biri değildir. Bedbaht bir tinerci ile aynı konuşma tarzını benimseyen, ağzını açtığında mahalle kabadayısını aratmayan tipoloji zaten sanatçı değil, bir başka sefildir.
MHK: Söz konusu Türkiye olduğunda sanırım bir konuda farklı düşünmek gerekiyor, o da şu: Türkiye’nin ‘aydın’ sınıfını resmi ideoloji oluşturdu. Bu sınıf Özal’a “gel beraber intihar edelim” derken bu cömert teklifi Evren’den, vesayetçilerden esirgedi. Türkiye’nin bir ‘aydın imtihanı’ yaşadığını düşünüyor musunuz?
AA:İsterseniz, Türkiye’nin ‘aydın’ sınıfını resmi ideoloji oluşturdu demeyelim de, Tanzimat’la başlayan/başlatılan, Batılılaşma sürecini içine sindiremeyenler olduğu gibi, şevkle benimseyenler de oldu diyelim. Bu ikinci grubun Avrupa ve ABD’de odaklanması, öykünmesi teşvik edilmişti, nitekim öyle de oldu. Bunların aralarındaki göreceli olarak daha iyi okumuş yazmış olanlara “aydın” sıfatı yakıştırıldı, “münevver” kelimesi muhafazakârlara tahsisli kaldı. Buraya kadar böyle. Gelelim, Özal’a, bakın, ben şahsen yaşadım, Türkiye’de, Özal’a “gel beraber intihar edelim” diyen “aydın” olmadı! Tam tersine, rahmetli hayattayken, duymadığı hakaret, atılmadık iftira kalmadı, buna eşinin lezbiyen olduğu imaları dahil! Bir gün fırsatınız olursa, dönemin karikatürlerine bakın, ne denli aşağılık, ne denli rezil, acımasız bir muhalefete maruz kaldığını görürsünüz. Özal’dan ne istediler diye soracak olursanız, rahmetlinin lâkabı daha DPT müsteşarıyken “takunyalı”ya çıkmıştı. Yok, DPT koridorların ellerinde ibrikle dolaşırlarmış da, yok feşmekân daire başkanının odası boşaltılmış, mescide dönüştürülmüş falan filân. Beştepe külliyesindeki altın klosetler gıybetinin bin beteri! Herneyse, rahmetlinin mütedeyyin olması dışlanmasına yettiydi. Evren’e gelince, orada, “vur abalıya!” sendromu işledi. Müdahaleyi azmettiren “siviller” baştacı edilir, vefatlarında bayraklar indirilirken, Evren, trajedinin yegâne sorumluymuşçasına, yapayalnız gömüldü. Bakmayan siz, rahmetli Tahsinkaya’ya atılan iftira da, Balyoz rezaletini aramaz. Hani diyorsunuz ya, “aydın imtihanı,” boşverin. Bu, “aydın”lar kadar necip halkımızın da imtihanıydı ve maalesef, ne denli bir soysuzlaşmanın eşiğinde olduğumuzu bir kez daha yüzümüze vurdu! Bakın, altı yüz subayın intiharından bahsediliyor, ve kimseden gık çıkmıyor!
MHK: Sivil irade neticesi de olsa; Erdoğan içeride bir ‘iktidar’ figürüyken dışarıda BM, IMF, NATO gibi kurumlarla çatışan bir muhalif. Bu ayrımı nasıl yapacağız, ‘iktidar – muhalif’ okumalarını salt yerel olana sıkıştırmak ne kadar doğru?
AA: Bakın ben bazen aklî melekelerimizi toptan yitirdiğimizi filân düşünüyorum! Allah aşkınıza, “iktidar” olmak suç mudur?! Ya da “muhalefet” olmanın saygınlığı/arzu edilirliği nereden ileri gelir?! Kadim doğrular, “iktidar-muhalefet okumaları” dediğiniz etkinler üzerinden yorumlanmazlar Hakan bey! “Doğru” söyleyene göre “doğru” olmaz! Meğer ki, kafanız karışık olsun, siz kendiniz doğruyu yanlıştan ayıramayacak halde olun, siyasi iktidar ya da siyasi muhalefet, her kim dillendirirse dillendirmiş olsun, “doğru”yu teslim etmek durumundasınız. Meğer ki, Filistinlilere reva görülen zulmü “oh, olsun pis Araplar” diye karşılıyor olasınız, Tayyip Beyin “one munite” çıkışını onurlandıracaksınız! Meğer ki, dünyanın beş süper güç tarafından parsellenmesini “doğru” sayın, “Dünya beşten büyüktür” tesbitini alkışlayacaksınız! Aksi, hamakat değilse, sahtekâlıktır! Gayri alın hamakatı, vurun sahtekârlığa!
MHK: Aslında şöyle bir tehlike içersindeyiz: Sanatçılara işlerinden çok siyasi sorular soruyoruz. Sabit fikirlerimizi sanatçılara sürekli onaylatma derdindeyiz sanki? Ya da sanatçı mı eksik kalıyor bu noktada, nedir düşünceniz?
AA: Vallahi, eğer gözleminizde yanılmıyorsanız vay halimize! Mamafih, Fatma Girik hanımı Şişli’ye belediye başkanı da yapmışlığımız vardır bizim! Kadıncağızı aday gösterene mi yazıklanırsınız, oy verene mi, Şişli’nin hali pür mealine mi? Nihayet, Fatma hanım oraya silâh zoruyla oturmadı, seçimle geldi! Layık olduğunuz yönetimle yönetiliyorsunuz vesselâm. Bakın, işin özünde galiba bizim “her işi yaparım, abi” yetersizliğimiz yatıyor. Ne bizim sanatçının sanatına ilişkin anlamlı soru soracak müktesebatımız var, ne de sanatçının “ben anlamam kardeşim” diyebilecek öz güveni.
MHK:‘Beyaz Türkler’i sormak istiyorum. Küstüler ve sonunda sanırım HDP’li oldular. Nedir ‘beyaz Türkler’i ve sanatçıların bir çoğunu Kürt siyasi hareketiyle buluşturan?
AA: Yok, HDP’li filân olmadılar. Papaza kızıp, oruç bozdular ki, bu atar ergen tavrını biz daha önce de yaşadık. Bedrettin Dalan ki, İstanbul’un gelmiş geçmiş en iyi belediye başkanlarından birisiydi, Özal’a kızdığı için İstanbul’lu oyunu çekti, Nurettin Sözen’e verdi! Sonra da dört yıl o seçiminin ceremesini çektik. Akmayan sular, toplanmayan çöpler, v. vs. Aklı başa toplamayınca böyle oluyor. Yoksa, Kürtlere bayıldıklarından değil. Hamiş: Bayılmış olsalardı zaten işler bu hale gelmezdi. Bir de sorun bakalım, Beyoğlu’nu “işgal eden” Suriyeliler hakkında ne düşünüyorlar.
MHK: HDP hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir yandan (Batı’da) kucaklaşma, 21. yy değerleri derken; öte yandan (Doğu’da) 20.yy’ın ilk çeyreğini anımsatan ulusçu/sağcı söylemlere hapsoluyor. Kafanızı karıştırıyor mu bu durum?
AA: Ben, “Valla, Kurda Yedirdin Beni”nin yazarıyım, Hakan bey, bu filmi yirmi beş önce gördüm ve kaydettim. O bakımdan kafam öyle kolay karışmaz. Kaldı ki, 21.yüzyıl değerleri dediğiniz, yirmi beş yıl öncesinin sol söylemidir. Ulusçu söylem diye nitelendirdikleriniz için de, TİP bildirgelerine bakacaksınız. Özgür Gündem arşivine girin. Mehdi Zana gibi dönemin kamuoyu önderlerinin konuşmalarını okuyun. Sağcı söylem istiyorsanız, Ahmet Türk’ün müktesebatını gözden geçirin. Hasılı, tarih sıçrama yapmıyor, bugünden yarına değişmiyor.–
MHK: Kılıçdaroğlu % 60’lık kutuptan bahsetti. Bu karşıtlık üzerine kurulmuş bir hareket(sizleştirme) çabası mı?
AA: Son tahlilde öyle. Gerçekçi bir toplumsal değerlendirmeye Kılıçdaroğlu’nun donanımı müsait değil. Daha da acıklı olan, alemin gözündeki çöpü görürken, kendi gözündeki merteği fark edemeyecek kadar tutkulu bir tipoloji olması.
DÜŞMANIMIN DÜŞMANI DOSTUMDUR!
MHK: Olmaz denilen odaklar bir araya gelince ister istemez Abdulhamid’e karşı oluşturulmuş kutup geliyor akla. Abdulhamid’ten sonra pek iyi geçinememişlerdi. %60’ın başarılı olduğunu, sistemin ‘Çankaya fanusuna’ yeniden sıkıştığını varsayalım, bir ‘ütopya’ ile mi karşılaşacağız?
AA: Kimsenin bir araya geldiği yok, Hakan bey. Sanıyor musunuz ki, AKP faktörü ortadan kalksa, “odaklar” makul bir ittifak yapabilirler? İran’da Şah’a karşı, Tudeh ile Devrim Muhafızlarının ittifak ettikleri günleri hatırlayın! Bu yaşadığımız da, fevkalâde sıradan bir “düşmanımın düşmanı dostumdur” sendromudur. Abdülhamid’e gelinceye kadar ne ittifaklar vardır. Size Churchill-Stalin-Roosevelt dayanışmasını da hatırlatırım. Yalta konferansından bahsediyorum. Bir de, tabii, Abdülhamid dediğinizde de bir otokrattan bahsediyoruz. Erdoğan, bambaşka koşulların lideridir, isimlerinin bir arada anılması bile zait. “Fanus” lâfzı da gevezelikten ibaret.
MHK: Ne öngörüyorsunuz bundan sonrası için? Bu karşılıklı aşırılıklar /radikalizm kısa vadede çözülecek gibi değil? ‘Filozofları olmayan ülkelerde ağız dalaşı ve tabii paçozluk hâkim olur’ demiştiniz. Asıl sorunumuz bir tartışma ve diyalog ortamı kuramamak mı?
AA: Erken seçim öngörüyorum. Milletin aklını başına toplayacağını, çoluğunun çocuğunun geleceğini ön plana alacağını umuyorum. Bakın, bizimki gibi anı yaşayan, atarlı ergen sendromunun kural olduğu toplumlarda “kutuplaşma” bile uzun ömürlü olmaz. Siz bakmayın, “paçoz” dediğimiz varoluşun tanımlayıcı niteliklerinden birisi de kaypaklıktır. Anlık çıkarını kollayacağı için, bugün fena halde milliyetperverdir, yarın bir bakmışsınız kozmopolit ses vermiş! Gayri, eşref saatinin gelmesini bekleyeceğiz!