Aslında, Demokratların revaç verdikleri “Amerikan liberalizmi” denilen değerler bütünü, bize, Ronald Reagan, baba-oğul Bush’lar gibi Cumhuriyetçi başkanlarla birlikte anılan “neoliberalizm”den daha yakın gelir.
Neoliberalizmin amentüsü, IMF, Dünya Bankası ve Amerikan Hazine Bakanlığı’nın 1989’da birlikte oluşturdukları ve “Washington Mutabakatı” diye anılan 10 maddelik bir ekonomik-politika paketidir. Mutabakatın temelinde, devletin küçülmesi, yani, elini ekonomiden tümüyle çekerek, ekonominin denetimini özel sektöre devretmesi istemi yatar. Bu çerçevede, özelleştirme, destek alımlarının, dış ticaret vergilerinin kaldırılması, devlet harcamalarının asgariye indirilmesi, sermaye akımlarını engelleyen mevzuatın iptal edilmesi, işçi sendikalarının kırılmaları, cezaevleri dahil devletin hemen her işletmesinin özel teşebbüse devredilmesi, ihracata yönelik kalkınma modelinin benimsenmesi gibi politikalara ağırlık verilir.
Öte yandan, “modern liberalizm” ya da “Amerikan liberalizmi” denilen dünya görüşü, devleti küçültmek adına eğitim, sağlık ve bireyin özgürce gelişmesi için gerekli diğer hizmetlerden vazgeçmeyen görüştür. Bu yanıyla, “modern liberalizm” karma ekonomiye yakındır; içinde hem bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler türü bir “laissez-faire” barındırır; hem de “devlet müdahalesi”ni toptan reddetmez; kapitalist ideallerinin 20. yüzyılın şartlarına uygun düşecek biçimde törpülenmiş hali gibidir. Büyük çoğunluğu eski başkanlardan Harry Truman, John Kennedy, Lyndon Johnson, Hubert Humphrey geleneğinde Demokrat Parti’ye oy veren Amerikan liberallerine göre, devlet hem güçlü hem de haddini bilen, daha doğrusu, haddini bildiği için güçlü, bir varlık olabilir. Eğitim hakkı gibi, güvenlik gibi, fırsat eşitliği gibi insani gelişmenin olmazsa olmazlarını karşılamak devletin işidir; dolayısıyla, ekonomik ve toplumsal yaşamda daha büyük rol üstlenebilir.
Küreselleşme konusuna gelince; burada liberaller bölünmüş durumdadırlar. Liberal aydınlar ve meslek sahipleri, kozmopolitan idealleri yönünde küreselleşmeye revaç verirken, işçi sendika ve kuruluşları karşıdırlar. Kısaca özetleyecek olursak, günümüzün modern Amerikan liberalleri, “güvenlik ağı” dedikleri, sağlık ve işsizlik sigortasının tüm vatandaşlarını kapsayacak şekilde genişletilmesini; zenginleri daha çok vergilendiren sistemin yerleştirilmesini, işçi sendikaları yasasının yeniden düzenlenmesini, devlet ile kilise ayrımının kesinleştirilmesini, cinsiyet, ırk, yaş, din, cinsel tercih ya da engelliliğin ayrımcılık nedeni olmasının ortadan kaldırılmasını, devlet-din ilişkilerindeki ayrımın kesinleştirilmesini, eğitim kurumlarının parasal devlet desteği almasını, çevre kirliliğini önlemeye yönelik yasaların bir an önce geliştirilmelerini, devletin alternatif enerji sistemlerine el atmasını, liman ve karayollarının denetimini üstlenmesini, bireysel silâhsızlanmayı hızlandırmasını, hayvan haklarının yüceltilmesini talep ederler.
Mecburiyetten söyleyecekler
Diyeceğim o ki, ne Hillary Clinton, ne Barack Hussein Obama ne de diğer aday, bu talepleri seçim beyannamelerine almamazlık edemeyeceklerdir. Başka talepler de var. Obama, meselâ, kürtajın bir hak olduğuna inanmak durumundadır. Obama, idamı kaldıran yasaya da inanmak durumundadır, eşcinsel evliliklere de, ötenaziye de, marihuana ve esrarın serbest bırakılmasına da, ana dilleri İngilizce olmayanların ana dillerinde eğitim görme haklarına da inanmak durumundadır. Aday adayları, “İran’dan endişeliyiz,” diyen liberallere de kulak vermek durumundadırlar: “İran, dünyanın hemen hemen en sık idam cezası veren ülkesi. Af Örgütü’ne göre, reşit olmayanları idam etmekten de kaçınmıyorlar. Bu ülke zina yapan kadınları taşlayarak öldürmeyi, genç delikanlıları eşcinsel oldukları gerekçesiyle asmayı doğru gören liderlerin ülkesi. Böyle bir ülkenin kendi halkını daha çok ezebilmesi için güçlenmesine müsaade etmek, iğrenç bir iş. Bu bakımdan, umuyoruz ki, Avrupa devletleri, Amerika’ya kızgınlıklarını ve ekonomik çıkarlarını kovalamayı bir yana bıraksın, George Bush’un İran’ın nükleer silâh edinmesini önlemek için ambargo uygulamasına yardımcı olsunlar.” Nitekim, bu ve benzeri çağrıları, Hillary Clinton, “İran’ın nükleer silâh imal etmesine ya da edinmesine izin veremeyiz, vermemeliyiz,” üçüncü aday adayı Edwards, “Açıkça söyleyeyim: Hiçbir koşul altında İran’ın nükleer silâh sahibi olmasına izin verilemez” diye yanıtlarken, Obama, “Dünya İran’ın uranyum zenginleştirme programının iptali ve nükleer silâh teminini önlemek için birlikte çalışmalıdır. Radikal bir din devletinin elinde nükleer silâh bulunması çok ama çok tehlikelidir. Askerî harekât dahil, tüm önlemleri göze almalı, ancak sürekli ve kararlı diplomasi ve yaptırımlar yoluyla silâh imalatını önlemeliyiz” sözleriyle karşılamıştır.
Demokrat aday adayları, İsrail konusunda da farklı bir açılım getiremezler. Çünkü, 1960’lı yılların başında güçlenen liberal akımın başını Amerikan Yahudileri çekmişlerdi. Karaderililere uygulanan ayrımcılığın kaldırılmasında yadsınamayacak bir rol oynadılar. Martin Luther King’in ünlü “Özgürlük Yürüyüşü”nü (1962) destekledikleri gibi, yüzlerce liberal Amerikan Yahudisi, ırk ayrımının en keskin olduğu Güney eyaletlerinde gönüllü çalıştılar. Günümüzde, Demokrat Parti, her ne kadar zaman zaman “sıradan insanların partisi” diye anılsa da, aslında Güneyli zenginlerin partisidir. Dahası, Kuzey’in zengin, beyaz Protestan üst-sınıfı tarafından aşağılanan Yahudi ve Katolik zenginler (Kennedy’ler gibi) Demokratlar arasında yer alırlar. Ne Bayan Clinton ne de Obama, Yahudi seçmenleri yok saymayı göze alabilir. Yahudi seçmenler ise karar vermek için İsrail’in gözünün içine bakarlar. Nitekim, Barack Hussein, olası endişelerini gidermek için, Amerika’nın İsrail’i asla yalnız bırakmayacağı şeklinde demeçler vermek durumundadır.
Pew Research Center isimli bir araştırma şirketinin yakın zamanda yaptığı bir araştırma, ABD’de yükselen ideolojinin liberalizm olduğunu ve Amerikan gençlerinin yaşlılara oranda daha liberal olduklarını göstermektedir. Örneğin, 18-29 yaş grubunun % 56’sı, eşcinsel evlilikleri onaylamakta, % 68’i çevreyi önemseyen bir işte çalışmak istediklerini belirtmekte, % 52’si göçmen alımlarına olumlu bakmakta, % 62’si kapsamlı sağlık sigortası programları talep etmekte, % 74’ü “hükümet politikalarının oluşturulmasında halkın iradesinin İncil’in üstüne tutulması gerektiği”ni belirtmektedirler. Bu aynı denekler, seçimleri, Demokratların 1960’tan bu yana misli görülmemiş bir oranla kazanacaklarını düşünmektedirler.
Bize gelince, doğrusu, ne Demokrat Kennedy ne de Demokrat Lyndon Johnson dönemlerinde Türkiye’ye özen gösterildiğine şahit olduğumu hatırlamıyorum. Johnson’un ünlü Kıbrıs mektubu, sonraki ambargo, hatırlardadır. Kennedy’nin kardeşi Edward’ın, Massachusetts eyaletinde Ermenilerle birlikte çalıştığı, Türkiye’ye ciddi sorunlar çıkardığı da hatırlardadır. Birkaç ay önce, Ermeni soykırımı tasarısını Kongre’den geçirmek için olağanüstü bir gayretle uğraşan Bayan Pelosi, Demokratlarla son çatışmalarımızdandır. Yukarıda sıraladığım olmazsa olmazlarına bakıldığında, İslâmcılıktan eşcinsellerin haklarına kadar, Türkiye’nin elini zorlamak babında pek çok bahanelerin bulunabileceği açıktır. Peki, Cumhuriyetçiler de zorlamıyorlar mıydı, diye soracak olursanız, müsaade buyurursanız buna bir Amerikan deyişi ile cevap vereceğim: “None so pure as the purified.” Yani, kimse sonradan tövbekâr olmuş birisi kadar bağnaz değildir.
Demek istediğim, Amerika’yı “değiştirmek” gibi bir iddia ile gelmeye hazırlanan Demokratların başarılı olmaları halinde, Türkiye ile ilişkilerini hiç değilse bir dönem için “kendilerince” daha bir “etik” bir platforma oturtmaya kalkışabilecekleri (ve dolayısıyla başta terör konusu olmak üzere) daha ağırdan alabileceklerini düşünmekteyim. Taç giyen başın taçlanacağını umarken, ne gariptir ki, Barack Hussein Obama’ya duyduğum sempatiye karşın, ben de kendimi Bayan Clinton’dan yana buluveriyorum! Küreselleşme de böyle bir şey herhalde, insana durumdan vazife çıkarttırıveriyor!