Yıl 1986. 14 yaşındayım. Yıllar sonra kitaplardan dergilerden değil, yayınlandığı esnada bir edebiyat polemiğine ilk şahit olduğum seneydi o sene. Yalçın Küçük, “Küfür Romanları” adlı bir kitap yayınladı. Kitapta başka yazarlara yer verse de ağırlık merkezini Latife Tekin oluşturuyordu. Yalçın Küçük, kitapta 12 Eylül Darbesi’ne atfen saydığı yazarları “Eylülist” diye yaftalayıp eleştiriyordu. Bu kitaba karşı da Alev Alatlı “Aydın Despotizmi” isminde bir başka kitap yayınladı. 14 yaşında bu kitapları okumadım elbette. Ancak eve giren çeşitli gazete ve kitaplarda bu tartışmanın yankıları uzun uzun yer aldı. Polemikle ilgili haberler, röportajlar, soruşturmalar ve köşe yazıları okudum. Okuduğum yazıları ne kadar anladığım ayrı bir tartışma konusu elbette. Ancak tek bildiğim polemiği takip etmemin ilgimi çekmesiydi. Anlamıyor olmam çok problemli bir durum değildi benim için. Orada tam anlamasam da ilginç bir hareketlilik vardı. Okuduğum metinlerin çok büyük bir bölümü meseleye Yalçın Küçük’ün perspektifinden bakıyordu. Hem Yalçın Küçük’ün hem de Alev Alatlı’nın isimlerini ilk bu vesileyle öğrendim ve resimlerini de ilk o günlerde gördüm. Alev Alatlı ismi bir şekilde hayatıma girmiş oldu böylece. O polemik, okurluk hayatımın o an için geçemesem de varlığını fark ettiğim bir eşiğim oldu.
İkinci sahnemiz 1993’e ait. “Or’da Kimse Var Mı?” dörtlemesinin ilk üç romanı yayınlanmış. Üniversitedeyim. Alev Alatlı, bir söyleşiye gelmiş. Alev Alatlı hayranı arkadaşımla gittik oraya. Etkinlikten sonra bir grup arkadaş ve Alev Alatlı’yla birlikte Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin karşısında bir kafeye oturduk. Alev Alatlı’yla ilk karşılaşmam o vesileyle oldu. Alev Alatlı’nın o gün bende bıraktığı intiba o kadar olumluydu ki ben de kısa bir zamanda Alatlı’nın yazdığı bütün kitapları okudum. Hatta serinin dördüncü cildini de bir süre beklemek zorunda kaldım. Asıl Alev Alatlı okurluğum o dönem başladı diyebilirim.
Her ne kadar Alev Alatlı, daha önce “Yaseminler Tüter Mi Hâlâ?” ve “İşkenceci” adlı iki roman yayınlasa da “Viva La Muerte”, onun asıl romancılık macerasının başladığı nokta oldu. Mehmet Narlı’nın tespitiyle: “Viva La Muerte’nin belki en dikkat çeken taraflarından biri, en azından kitabın çok okunmasının sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, okuyucunun, kendi sınıfını eleştiren, Türkiye’de yaşanan yalanlardan hareketle kılıcını bütün siyasi ve kültürel tabakalara sallayan bir aydınla karşılaşmasıdır.” Bu kitaptan sonra hacimli ve oylumlu kitaplar yayınladı Alatlı.
Üçüncü sahnemiz 2000’li yıllara. O zamanlar yaygın mail gruplarından biri de Alev Alatlı okurlarına ait olandı. Alev Alatlı da aktifti bu grupta. Çok verimli tartışmalar yaşandı bu grupta. Hatta bir de kitap doğdu. “Safsata Kılavuzu”. Bir dizi mantık hatası sistematik, bütünlüklü bir şekilde ve zengin bir örneklemeyle kitaplaştı. Bu grup sanal âlemin ötesine geçti ve Yıldız Parkı’nda da zaman zaman buluştu. Ben de birkaç buluşmaya gitme fırsatı bulabildim. Alev Hanım’ın içtenlikli ve samimi tutumuna o buluşmalara gelen herkes şahittir. O dönemde “Leke” ismindeki hikâyem Alev Alatlı’nın kişisel web sitesinde beğenisini içeren ama “hikâye değil deneme” uyarısıyla yayınlandı. O günlerde yaşadığım bir işsizlikte, telefonla Alev Hanım’ı arayıp durumu anlatınca beni evine davet etti. O zaman Ortaköy’de olan evinde beni ağırladı. Mutfağında oturduk ve bana elcağızıyla yaptığı sucuklu yumurtayı ikram etti. Medya sektöründe çalıştığım için bana “Musluk tamircisi ol, su tesisatçısı ol. Bu sektörü yol yakınken bırak.” dedi. Hatta Erbil Tuşalp’i örnek vererek medyada çalışmanın akıl kârı olmadığını anlattı. Bu tavsiyesine uymadım. Ancak hayatım boyunca hafızamın bir kenarında bu tavsiye zaman zaman su yüzüne çıktı ve kendini hatırlattı. Özellikle de işsiz kaldığım dönemlerde ve eve su veya elektrik tesisatçısı çağırmak zorunda kaldığım zamanlarda. (Bazen iki vesile bir arada yaşandı ve bu tavsiye zihnimde daha da güçlü bir şekilde canlandı.)
İkişer romandan oluşan “Schrödinger’in Kedisi”ni ve “Gogol’un İzinde”yi heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Alev Alatlı’nın her romanı zihnimizin kavram paletine yeni renkler, yeni derinlikler getirdi. Bu seçimimden dolayı Alev Alatlı okurları beni kınayacaktır eminim. Ancak itiraf etmek zorundayım ki “Yaseminler Tüter Mi Hâlâ?”, en sevdiğim Alev Alatlı romanı. Alatlı’nın o romanda ve “İşkenceci” tutturduğu mayanın diğer bütün romanlarını da mümkün ve güzel kılan asli unsur olduğunu düşünüyorum.
İki minör roman, o koca ciltlerin, o her biri birer dünya olan romanların habercisiydi. Bazen habercilerin, müjdecilerin verdiği sevinç çok büyük olur. Evet, o iki romanı okuduğumda Alev Alatlı’nın nehir romanlar çoktan çağlamaya başlamıştı ve ben o nehri doğduğu yere, geriye doğru iz sürerek ulaştım. Yine de bir müjdenin ilk doğduğu yerdeki yankılanması daha cazip geldi bana.
Ne yapalım? Bu da benim hatam olsun. Gerçi asıl hatamı henüz anlatmadım. Baklayı ağzımdan şimdi çıkarmak zorundayım. Yazının kalan kısmı tam da o baklayla ilgili.
Bu yazıda dördüncü bir sahnemiz yok. Hâlbuki olabilirdi. Zira Alev Hanım, çalıştığım televizyon kanalına defalarca gidip geldi ve ben hep uzaktan baktım ona. Her nedense yanına gidebilecek cesareti bulamadım. Anlamsız bir duvar örülmüştü aramıza. Kuvvetle muhtemel sadece ben biliyordum ve ben görüyordum. Yani ben yıkmaya cesaret edebilseydim Alev Alatlı için ortada bir mesele kalmayacaktı. Bu da benim ağır ve telafi edilme imkânı kalmayan bir ayıbım olarak kaldı. Bu satırları başkaları için yazıyorum zaten.
Bir cenaze namazı bölümüyle başlar “Viva La Muerte” romanı. Şimdi hiç düşünmediğim bir şekilde bu yazıyı gerçek bir cenaze namazıyla bitiriyorum. Çok önceden yapılmış ve iptal edemeyeceğim bir program sebebiyle Alev Alatlı’nın cenaze namazında yer alamadım.
Bu yazı da esaslı bir “nihai” cümleye sahip olmadan yarım kalmaya mahkûm oldu bu sebeple.