“Alev Alatlı Anısına Kapadokya’da Matematik” Temalı “Uluslararası Matematik ve Matematik Eğitimi Konferansı-ICMME-2024” NEVÜ’de Düzenlendi.

Prof. Dr. İlhan Öztürk, 3.10.2024

ALEV ALATLI VE MATEMATİK

Değerli Konuklar,

Sizleri saygıyla selamlıyorum.

Uluslararası Matematik ve Matematik Eğitimi 2024 (ICMME 2024) Sempozyumunun; Kapadokya Üniversitesinin kurucusu, Mütevelli Heyet Başkanı, yazar, düşünür, ülkemizin önemli entelektüellerden birisi olan ve 2 Şubat 2024 tarihinde ebediyete irtihal eden sayın Alev Alatlı’nın anısına ithaf edilmesinden dolayı Kapadokya Üniversitesi olarak memnuniyetimizi ifade ediyor, üniversitemiz adına Matematikçiler Derneği yönetimine ve Düzenleme Komitesine teşekkürlerimi sunuyorum.

Bu konuşmamda zamanımın elverdiği ölçüde sayın Alev Alatlı’nın Eğitim sistemi, Yabancı dil ile eğitim, Mantık ve Matematik, konularındaki bakış açısı, tespitleri ve önerileri üzerine duracak, Türkçe-Mantık-Matematik ilişkisi bağlamında görüşlerine yer vermeye çalışacağım.

Öncelikle Alev Alatlı’nın kısa bir biyografisini gözden geçirelim.

1944 İzmir doğumlu olan Alev Alatlı, liseyi Japonya’da (Tokyo), Ekonomi & İstatistik lisansını ODTÜ,  Ekonomi & Ekonometri Yüksek Lisansını Fulbright bursu ile gittiği ABD, Vanderbilt Üniversitesinden (Nashville, Tennessee) aldı.  Daha sonra felsefe öğrenimine başlayan Alatlı doktora çalışmalarını New Hampshire, Dartmouth College’da sürdürdü.

İlâhiyat, Düşünce ve Medeniyet Tarihi üzerinde yoğunlaştı. 1974’de Türkiye’ye döndü, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğretim görevlisi, Ankara Devlet Planlama Teşkilatında kıdemli ekonomist olarak çalıştı. California Üniversitesi (Berkeley) ile ortak psiko-dilbilim çalışmaları yürüttü. “Bizim English” adında bir dergi çıkaran Alatlı, daha sonra Türk Yazarlar Kooperatifinde (YAZKO) başkan yardımcısı olarak görev aldı. 1985 ve 1986 yıllarında Edward Said’in “Haberlerin Ağında İslam” (Covering Islam),  “Filistin  Sorunu” (The Questions of Palestine) çeviri kitapları yayınlandı. Filistin davasını duyurmak üzere yaptığı çalışmalar, 1986’da Tunus’ta sürgünde olan Yaser Arafat tarafından “Özgürlük Madalyası” ile onurlandırıldı.2006 yılında Rusya’da Mihail Aleksandroviç Şolohov 100. Yıl Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2014 yılında edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün sahibi oldu.2012 yılında Bülent Ecevit Üniversitesi; 2017 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi tarafından fahri doktora payesi ile onurlandırıldı.

2005 yılında Kapadokya Meslek Yüksek Okulunu kurarak 2017 yılına kadar Kapadokya Meslek Yüksekokulu mütevelli heyet başkanı, 2017 yılından vefatına kadar Kapadokya Üniversitesi mütevelli heyet başkanlığı görevini yürüttü.

Onlarca kitap ve yüzlerce makale kaleme aldı. Sayısız röportaj, söyleşi ve televizyon programları ile fikirlerini, düşüncelerini anlatmaya çalıştı. Kitaplarının her biri yayınladığı dönemlerde büyük ses getirdi, ilgi çekti, eleştirildi, tartışıldı. Özellikle geniş ve yetkin ekiplerle çalışarak derlemesi yaptığı binlerce sayfayı bulan ve Kapadokya Üniversitesi tarafından yayınlanan “Batıya Yön Veren Metinler”(4 Cilt: 0-1970 yıllarını kapsayan yaklaşık 2000 sayfa) ve “Bize Yön veren Metinler”(7 Cilt:750-2020 yılları arasını kapsayan yaklaşık 5250 sayfa) eserleri, her bilim dalında çalışan bütün araştırmacılar için önemli kaynaklar olarak kabul gördü.

Sürekli değişen ve dönüşen dünyada, iyi şeyler yapabilmek, hakikate yaklaşabilmek için yeni yollar aramak ve bulmak gayreti içinde bulunan, bunu yaparken de dünyanın geçmişinden gelen yolları bilmenin önemine inanan bir düşünürdür Alev Alatlı. Bir taraftan “Ütopyamız olmalı” derken diğer taraftan “gerçekler üzerine kurulmayan hayaller hiç bir işe yaramaz”[4]  ifadeleri ile gerçeklerin gözden kaçırılmaması gerektiğine de vurgu yapar.

Alev Alatlı için Biyografi kitaplarına bakıldığında; romancı, denemeci, yazar, akademisyen, köşe yazarı, hatta şair olarak tanımlandığına şahit olabiliriz. Onun eserleri, çalışmaları ve hayat tarzına bakılınca, bu tanımlamaların doğru ancak eksik olduğunu hemen fark ederiz. Çünkü söz konusu eserlere yakından baktığımızda bu eserlerin türlerin klasik tanımlara uymadığını görürüz. Ne romanları klasik roman çerçevesine oturur ne denemeleri ve ne de şiirleri. Hemen tamamı sıra dışı ürünlerdir. Edebî metin olmaklıkları açısından birer “sanat ürünü ”dür her biri, ama her satırında yazarının sanattan, sanatın gerçeği retoriğe hapseden doğasından kaçmaya çalıştığını hissederseniz. Bütün bu metinlerin yazarı, sanki sahip olduğu bütün bu sanatsal enstrümanlarla dev bir “proje”yi, bilinçli ve yerinde hamlelerle tamamlamaya çalışan soğuk kanlı bir “mühendis”, bir “bilim adamıdır”. Yazı hayatı da gündelik hayatı da kurgu ya da gerçek her bir ânıyla o büyük projenin bir parçasıdır sanki[7].

Alev Alatlı’nın derin felsefi düşünceleri, entelektüel birikimi ve mirası, onun sadece bir yazar değil, bir düşünür, bir vizyoner ve bir insanlık savunucusu olma vasfını da ortaya koyar[14].

Bu nedenle Alev Alatlı; hemen hemen her eserinde Türk düşünce tarihine birçok yeni kavramın kazanılmasına vesile olmuş bir aydındır. Mesela paçozlaşma kavramı ilginç bir tanımlamadır onun dilinde. “niteliksizleşme, sıradanlık, sürekli pazara oynanması hali”; yani  “Matematiksiz teknoloji, Biyolojisiz çevre, notasız müzik olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketirsiniz” ya da “sadece tüketim odaklı düşünen insanlar paçozlaşmıştır” der [8].

Fizik, Matematik ve sosyal bilimler ilişkisini değerlendirirken dikkat çektiği noktalar, eğitim sisteminden akademik hayata, birçok alanda yerleşik alışkanlık ve anlayışları ele alış biçimindeki cesareti, akademik hayattaki alışkanlık ve anlayışlara getirdiği eleştiriler, eğitim yöntemleri ve sistemlerine yaklaşımı, tespitleri ve önerileri dikkate alındığında Alatlı,milleti ve ülkesi için “burnunun direği sızlayan” bir münevver olarak karşımızdadır [9].

Türkiye’de eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği, hangi hususların dikkate alınacağı ya da nasıl daha verimli hale getirileceği soruları sorulurken Alatlı’nın tespitleri ve önerileri dikkat çekicidir.

“Gerçek şu ki Türkiye, bir ucu sofistike nano mühendisliğinde, öteki ucu bir türlü ezberlenemeyen çarpım tablosunda, derin bir eğitim uçurumundan mustarip bir ülkedir. Hane geliri bağlamında “orta direk” eğitimde sağlanabilmiş değildir. “Vasat gelir tuzağı” başlı başına bir tehlikeyken “vasat eğitim tuzağı” olasılığı, daha da vahim bir meseledir, çünkü hane gelirlerini sosyal güvenlik kurumları, vakıflar, belediyeler vb. geleneksel yöntemlerle açlık sınırının ötesine taşımak mümkündür ama eğitim açlığı ramazan paketleriyle çözülemez. Çözülemeyeceği gibi aynı diplomaya sahip olmakla birlikte uçurumun karşı yakalarında konuşlanmış akranlar arasındaki kaçınılmaz kod kaybı, ülkenin bütünlüğünün önündeki en ciddi tehdit olmayı sürdürecektir.

Türkiye ne yüksek teknoloji eğitiminden ne de elifi görse mertek zanneden lise mezunlarını ekonomiye entegre etmekten geri durabilir. Bu gerçek bize millî eğitim reformuna yönelik projelerin ilk etapta düalist nitelikli bir uygulamaya sıcak bakması gerektiğini söylemektedir [13].

Alev Alatlı’nın bu tespitleri tartışılmaya değerdir. Peki, Düalist nitelikli bu uygulamadan kasıt nedir? Bu tanımlamanın açılımı nedir?  Alatlı bu durumu şu şekilde açıklar. Önce bilgi kavramına bakışını ifade edelim. “Eğitim sisteminde bilgi; eş zamanlı olarak “hem kendi içinde başlı başına bir amaç, hem de bir araç” olarak ele alınmalıdır.”

Alatlı’ya göreDüalist eğitim anlayışı;

 “Eğitimi eş zamanlı olarak “hem kendi içinde başlı başına bir amaç, hem de bir araç” olarak ele alacak olan bir sistemdir. Bize göre iktisadi kalkınmasının bu aşamasında Türkiye’nin eğitimi kendi içinde başlı başına bir amaç telakki eden görüşü “Ortaçağ’dan kalma bir kavram” olarak dışlayacak hâli olmadığı gibi piyasa güçlerinin etkileşimine terk ederek araçsallaştıracak lüksü de yoktur. Türkiye, ununu elemiş eleğini asmış bir ülke değildir. İçinde bulunduğumuz koşulların, bizi, bir yandan ve eş zamanlı olarak “yeni ve cesur dünyanın ihtiyaç duyduğu patent, lisans, tasarım” üretirken diğer yandan da AR-GE sonuçlarını üretime tahvil edebilecek saha çalışanları yetiştirmek mecburiyeti ile karşı karşıya bıraktığını; bu mecburiyetin akademik ve mesleki olmak üzere düalist bir millî eğitim sistemi üzerinde düşünmeye davet ettiği kanaatindeyiz [5,13].

Şeklindedir. Böyle bir sisteme geçiş için, şüphesiz üniversitelerin örgütlenmesi, işlevleri, yönetim biçimleri ve hedefleri gözden geçirilmeli, eğitim-öğretim anlayışları ve uygulamaları bu sisteme göre şekillenmelidir. Buna göre;

“Gerçek şu ki 21. yüzyılda nitelikli AR-GE etkinliklerinin başarıyla yürütülebilmesi için gerekli matematik, fen bilimleri vb. gibi zihin zorlayan, soyutlama ve girift düşüncelere yatkınlık isteyen alanlara talip öğrenciler, sadece bizde değil, her ülkede ender bulunan, sıra dışı gençlerdir. Bu gençlerin Allah vergisi yeteneklerini hakkıyla değerlendirecek fıtrat ve şakileleri doğrultusunda çağdaş paçozlaşmaya feda etmeksizin layıkıyla eğitecek, gereğinde pozitif ayrımcılık uygulayabilecek eğitim kurumları “bilimin bağımsız bir insan etkinliği olarak örgütlenebildiği” tam donanımlı üniversiteler olmak durumundadır.” [5,13].

Aksi takdirde üniversitelerin içinde bulunduğu durum ve giderek dönüşecekleri yapı hakkında Alatlı şu tespitlerde bulunur.

“Düalist millî eğitimin akademik bacağını oluşturacak üniversiteleri asli görevlerini yürütebilmeleri için rahat/serbest bırakmak, piyasa güçlerinin etkileşimi doğrultusunda şekillenen azametli oldukları kadar da pahalı meslek yüksekokullarına dönüşmelerine aslı razı olmamak gerekir. Aksi taktirde, 21. yüzyılla yenişebilecek akademik nitelik sıçraması şöyle dursun, örneğin, fizik ile kuaförlük bölümlerinin giriş puanlarının eşitlenmiş olduğu (ki anlaşılan günümüzdeki durum budur!) ve gerek mali gerekse insan kaynakları bağlamında fevkalade savurgan işleyişle karşı karşıya kalınacak demektir [5,13].

Bu tespitler ışığında yükseköğretimin nasıl örgütlenmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ve şöyle ifade edilir.

“Bize göre bin dereden su getirmeyi bırakıp yükseköğretimi akademik ve mesleki olmak üzere düalist bir sistemde millîleştirmek düşünülmelidir. Böyle bir sistemde akademik faaliyet gösteren üniversiteler veya üniversitelere bağlı fakülteler, geleneksel derecelerini akademik lisans, akademik yüksek lisans ya da akademik doktora şeklinde, “akademik” ön nitelemesi ile mesleki eğitimden ayrıştırarak kullanırlarken, mesleki eğitim veren yüksekokullar da mezunlarını eğitim sürelerine bağlı olarak “meslek ön lisansı”, “meslek lisansı” hatta “meslek yüksek lisansı” diplomaları ile derecelendirebileceklerdir. Böylesi bir uygulamanın bir yandan reel üretimin isimsiz kahramanları olan “usta”lara hak ettikleri toplumsal itibarı sağlar, emeklerini onurlandırırken, diğer yandan da meslek yüksekokullarını yarım üniversite mezuniyeti gibi amorf bir kariyer sunan ve dolayısıyla hini hacette başvurulan okullar olarak algılanmaktan kurtarabileceğim düşünülmelidir [5,13].

Alatlı’ya göre eğitimde eşitlik, fırsat eşitliği kavramları konusunda bir zihin bulanıklığı, bir karışıklık yaşanmaktadır.Ona göre eğitim-öğretimde eşitlik fırsat bağlamında anlaşılmalı ve uygulanmalıdır. Bunu şu şekilde ifade eder.

Hemen belirtelim ki bize göre eğitim/öğretimde eşitlik/fırsat bağlamında anlamlıdır, meslek ya da müfredat bağlamında değil. Fırsat eşitliğine özen gösterildiği sürece, millî eğitim/öğretimin bireysel beceri ve donanım doğrultusunda farklılaşmasında da ülkenin ihtiyaçları uyarınca düzenlenmesinde de eşitsizlik olarak tefsir edilebilecek bir değerlendirme söz konusu olamayacağı gibi “tek tip/tarif edilmiş” öğrenci tipolojisinin işlevsizliği ayrıca ortadadır.” [5,13].

Diğer taraftan Alev Alatlı, eğitimin dili, yabancı dille öğretim ve yabancı dil öğretimi ile ilgili önemli ve çarpıcı tespitlerde bulunur, çözüm önerileri de sunar. Alatlı, Yabancı dille öğretime karşıdır ve bu konuda kendisini eleştirenlere örneklerle cevaplar verir. Yabancı dil öğrenmekle yabancı dille öğretim yapmak arasında farklılık olduğunu, bu ikisinin aynı anlama gelmediğini “Hemen ifade edelim ki sözünü ettiğimiz “yabancı dil öğretimi” değil, “yabancı dilde öğretim” yani ülkenin en yetenekli öğrencileri oldukları sınavlarla sabit çocukları “bilmedikleri bir konuyu bilmedikleri bir dil aracılığı ile öğrenme ”ye icbar eden, “akıntının tersine yüzmeye zorlayan” uygulamadır”[1] şeklinde ifade eder. Ve şu açıklamayı getirir.

Teknik bir arızadan bahsediyoruz. Şöyle ki yabancı dil aracılığı ile eğitim yöntemi ile, ne fizik, kimya, matematik gibi temel bilimler, ne psikoloji, sosyoloji gibi sosyal bilimler ne de murat ettiğiniz yabancıl dil doğru dürüst öğretilemez. Yaygın inancın aksine, yabancı dil aracılığı ile eğitim, bir yabancı dil öğretme yöntemi değildir.

“İki anadil olmaz. Bir tane olur. İnsan beyni bir dile göre kurgulanır. O kurguyu bozarsan çocuğu ezberciliğe itersin. Fizikte fizik hocaları olur. Ama fizikçi çıkaramazsın. Matematik öğretmeni olur ama matematikçi çıkaramazsın [1,5,13].

Ancak Alatlı’nın bu görüşleri, itirazları ve tespitleri yabancı öğretimi karşıtı olarak değerlendirilmemelidir. Bu durum gerek akademik dünyada gerekse sosyal hayatta zaman zaman polemik konusu yapılan ve tartışılan bir durumdur. Alatlı yabancı dille öğretim ile yabancı dil öğretimi konusundaki farklılıkları kesin çizgilerle ortaya koyar, oluşan kod ve terminoloji kaosuna vurgu yapar ve şöyle açıklama getirir.

“Ancak matematikten sosyolojiye, fizikten müziğe, İngiliz dilinde (veya bir başka dilde) verilen eğitimin, Latin harflerinin kabulünün ve onu hemen her alanda izleyen “unlearning/ bellek boşalması” ve “kod ve terminoloji kaosu”nun önlenemez yükselişinin, ülkenin düşünce dünyasında yarattığı sarsıntıdan daha hafif olmadığı da bir vakıadır. Gerçek şu ki toplum bilimlerinde olsun fen bilimlerinde olsun, ilerleme, yenilik yapma ancak dağarcıktaki bilgilerin üzerinde inşa edilebiliyorsa mümkündür. Ve bu her şeyden önce eğitimde terminoloji ve kod birliği gerektirir.” [1,5,13].

Alatlı mevcut eğitim paradigmasını uzun uzun tartışır, tespitlerde bulunur ve öneriler geliştirir. Bu tartışmalarda müfredatın önemine vurgu yapar. Özellikle Matematik ve Mantık onun ilgisinin yoğunlaştığı alanlardır. Dil-Matematik- mantık arasındaki ilişkiye dikkat çeker ve nasıl olması gerektiğini açıklar.

Bize göre eğitimde paradigma tartışmasının en önemli meselesi müfredattır, çünkü niteliği ve niceliği itibarıyla özenle kotarılmış müfredat, dünyayı talebenin (ve öğretmenin!) ayağına getirirken mizan-ül akl’ın yerleşmesini de sağlayacak ve teşvik edecektir.

“Gönlümüzde yatan müfredata gelince gerçek şu ki “Düşüncenin olmazsa olmazı, tuğlası, demiri, çimentosu, harcı, dil: Türkçe. Akıl yürütmenin olmazsa olmazı mizan-ül akl yani mantık. Mantığın olmazsa olmazı Türkçenin doğru kullanımı. Doğru düşünmek için ‘akıl’ yeterli değil, ‘akıllı’ olmak da yeterli değil; ‘aklın ölçüsü’ şart.”. Hâl böyle olunca, anaokulundan doktora aşamasının da dâhil olduğu eğitim sürecinde Türkçenin ağırlıkta olması gereği açık. Öğrencinin kendi düşüncelerini geçerli olarak ifade etmesini, başkalarının düşüncelerini ise doğru anlamasını sağlayan akıl yürütme, muhakeme, düşünme, ispat ve çıkarım yapma yöntemini, yani mantık kurallarını ve hatalarını öğreten; mantık hataları sonucu ortaya çıkan boş, temelsiz, asılsız ahkâma farkındalık geliştirmesini sağlayan” Türkçe”[5,13].

“Gerçek şu ki Türkçenin söz dizimine uygun olarak ifade edilen hüküm cümlelerinin oluşturduğu öncüller (premises), çıkarım (deduction) ve sonuç (conclusion) olmak üzere üç bileşenden meydana gelen argüman, öğrenciyi bir kanat çırpmasıyla matematiğe uçuracak olan kavramlardır.

Bir argümanın, savın ya da iddianın geçerli olup olmamasının bileşenlerinin tutarlılıkları ile ölçüldüğünü idrak eden genç zihin, ödünü kopartan denklemlerin de özde argümanlar olduklarının farkına varacak, günümüzde olduğu gibi matematikten kaçma noktasına gelmeyecektir. Öte yandan, yukarıda sözünü ettiğimiz TDK, TÜBİ-TAK, ilgili STK’lar, dernekler ve diğer kurum ve kuruluşlardan oluşan konsorsiyumun devreye girerek terminoloji kaosuna son vermesi, Türkçe-Mantık ve Matematik arasında dil/kod birliği sağlaması gerekecektir.” [5,13].

Alev Alatlı’nın bilim ve matematik ile ilgili enteresan görüşleri vardır. Bu konudaki tespitleri şu şekilde özetlenebilir.

Bilim doğaya yakındır, fakat kesinliği yoktur.  Matematik, mantık (Aristo mantığı, Boole mantığı, 0 – 1 mantığı), felsefe ve ideolojiler kesindir, fakat doğayı tarif edemezler. Eksiktirler. İdeolojiler de doğadan kopuktur ve matematik cephesinin elemanlarıdır. Bilimin bulanıklığından kaçanlar matematiğe sığınır. Doğadan kaçar. Doğadaki belirsizliğin bir başka tezahürü Kaos Teorisi’dir. Bu bunalımın çözümü (saçaklı mantık, bulanık mantık,  ya da dereceli mantık) fuzzy logic’tedir. Ya o, ya öbürü değil hem o, hem öbürü [10].

Alatlı saçaklı mantıktan bahsederken Saçaklı mantığın temel mucidi Kaliforniya Üniversitesi’nden Lotfi A. Zadeh ve bu konuda önemli çalışmaları bulunan Bart Kosko’dan  bahisle, “sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil” der. Başka bir ifade ile “ siyah-beyaz bilim yanlış[1,10] tespitinde bulunur.

 “Aklı evvel bir çocuğunuz varsa ve 0 – 1 niye olsun, neden olsun? Bu ikisinin ortası diye bir şey düşünüldüğü zaman zaten çocuk kaybetti demektir.” “Buna karşılık Nasreddin Hoca mantığı, benim Nasreddin Hoca mantığı demeyi sevdiğim fuzzy logic var.”  [9] şeklinde bir görüş ortaya koyar ve şu tanımlamaları yapar.

Bir kere hiçbir şey sabit değil. Her şey, her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok…. “Hem matematikçiler hem felsefeciler hem yalan hem de doğru olma durumunu, yani saçaklı durumunu sineye çekmekten başka bir şey yapmıyorlar”. Hasılı matematik dünyası tanımlamak için yola çıktığı sahici dünyaya uymuyor. Matematik temiz, tertipli, sahici dünya saçaklı.” [1].

Alev Alatlı; Aristo ve Eflatun’dan bahsederken bir felsefeci, Newton veya  klasik Fizikten, ya da  yeni fizik veya Einstein’nın “matematik gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” sözünden hareketle Kuantum fiziğinden bahsederken bir fizikçi, Kuantum fizikçisi Erwin Schrödinger’in ‘Schrödinger’in Kedisi’ deneyini özümseyen ve iki ciltlik romanına bu ismi koyacak kadar konu hakkında malumata sahip bir romancı, fuzzy lojikten hareketle Newton fiziği ve felsefi anlayışı ile Einstein  ve kuantum fiziği anlayışını karşılaştırabilecek seviyede bilimsel birikime sahip bir bilim insanı, Dinamik sistemler, Kaos teorisi ve  Kelebek etkisi kavramları arasındaki  ilişkiyi analiz edebilecek derin bilgisi dikkate alındığında bir matematikçiye has özelliklere sahip bir düşünür olarak karşınızdadır. Öyle ki saçaklı mantık, başka bir ifade ile dereceli mantık ya da bütüncül düşünce; onun romanlarının kurgusunda, roman kahramanlarının sözlerinde ve hayatın izahında sıkça kullandığı kavramlar olarak dikkat çeker [2,3,10].

Özet olarak Fuzzy logic ya da onun çevirisi ile saçaklı mantık ve onun sonucu olan bütüncül dünya görüşü, dünyaya bakış paradigmasını değiştirmiş bir devrim olarak anılmalıdır. Ve bizim açımızdan bu durum pek de yadırganacak bir durum değildir.

““Ateş olsa cürmü kadar yer yakar” deyişinin gerçekçi olmadığı anlaşılıyor. Tersine, o kelebek etkisi ki bir gün , bir zaman, bir garip ülkede kanat çırpar, o kelebeğin mesela Washington’da fırtınaya sebep olması mümkündür. Hasılı Schrödinger’in kedisinde sembolleşen yeni fizik ve türevleri, yani bütüncül dünya görüşü (atomistik değil), yani saçaklı mantık, yani saçaklı mantık, yani Kaos teorisi, insanoğlunu kesin yargıların kabalığından ve zorbalığından kurtaracak gibi duruyor. Nasrettin Hoca’nın hem-hem terkibinin uluslararası konferanslarda saçaklı düşünceyi anlatmak için kullanıldığı düşünülünce, klasik batı düşünce sisteminin siyah-beyaz kurallara boğulmuş dünyasında zorlandığımız gibi zorlanmaz, Nasrettin Hoca’nın genlerinden bil-istifade bu kavramları sular seller gibi içselleştiririz.” [1].

O her anını düşünerek, okuyarak, çalışarak, üreterek geçiren, öz güveni yüksek ve her eserini, eserine akıttığı alın ve akıl terini, emeğini gelecek nesillere emanet eden, onlarla paylaşan ve onlara yol gösterme çabası içinde olan bir entelektüel olarak anılmayı fazlası ile hak eder.

İşte Nasihatname adlı eserinden kendisinden sonra gelen nesillere seslenişi;

Nasihatname’ dediğim kalıp, bu yolda bir temrin aslında. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi lafı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın. İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun. (Sözlük kullanmayı da âdet edinin)

Aziz ülkemize gelince; ille bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı âdet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendine has bir kimliği vardır Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar.” [11,12].

Kendisini rahmet ve saygıyla anıyor, sabrınız için sizlere teşekkürlerimi sunuyorum.