Aristo Aptal mıydı?

Son dönemde Türk basınında ilginç yazılar yer alıyor…

Bilimsel bulgular ve bilim, toplumsal meselelerin algılanışıyla, geleceğin siyaseten kurulmasıyla; varlık ve ahlak gibi temel soru alanlarıyla ilişkili hale getirilmekte. Bu yeni yazın dalgasının söylediğine göre bilim, özellikle Kuantum Fiziği’ndeki bulgular sonucunda artık eski bilim olmaktan çıkmış. Çünkü gerçeklik Aristo’nun sandığı gibi siyah/beyaz misali net konumların karşı karşıya gelmesini değil, siyahla beyaz arasındaki geniş gri alanı da kapsayan bir sürekliliği ifade etmekte.

Bu yeni durumun klasik örneği ışık kuramı… Çünkü geçmişte ışık ya parçaçık ya da dalga olarak düşünülmekte iken; bugün ışığın hem parçacık hem de dalga olduğunu biliyoruz… Daha doğrusu istersek onu bir parçacık olarak, istersek de dalga olarak gösterecek deneylere sahibiz. Kısacası dışımızdaki gerçeklik, biz onu nasıl görmek istiyorsak kendisini bize öyle göstermekte… Oysa dendiğine göre Aristo ve Newton gibiler herhangi bir önermeyi mutlaka ‘doğru’ veya ‘yanlış’ olarak tanımlamakta imişler; ve bu nedenle de ‘hem doğru hem yanlış’ olan gerçeklik karşısında artık bizzat ‘yanlış’ konumda kalmışlar…

Bilim tarihini biraz okumuş olanlar için doğrusu bunlar epeyce naif yargılar. Belli ki birçok kişi bilim tarihini egemen bilim anlayışlarının art arda sıralanması olarak okumakta. Oysa bilim tarihi esas olarak bilimsel tartışmaların tarihidir; ve böyle bakıldığında yeni ışık kuramının da bilim felsefesi açısından pek fazla bir yeniliği yok. Gerçekliğin göreceli olduğu, insan zihninin kendine has niteliğinin gerçekliği algılama biçimini etkilediği, dahası insan zihninin muhtemel namütenahi zihinlerden biri olma hasebiyle zaten göreceliliği aşan bir algılamaya sahip olamayacağı, felsefi düzlemde yer almış kadim pozisyonlardan biri.

Aristo ve Newton gibi adamların bu tartışmanın ve eleştirinin farkında olmadıklarını söylemek abes olur. Tam aksine bu kişiler söz konusu pozisyona rağmen konumlarını savundular; çünkü onlar gerçeklikle ilgili temel varsayımın zaten spekülatif olduğunun farkındaydı. Diğer bir deyişle gerçekliği siyah/beyaz olarak görmek nasıl bir ‘tercihse’, onu bir gri alan olarak görmek de öyle bir ‘tercih’; ve bu tür tercihler bilimden hareketle yapılamaz. Bu tercihler, bilimsel duruşunuzun ardındaki epistemolojik dayanaklarınızın uzantısı olarak gündeme gelir. Dolayısıyla da örneğin Newton “Tanrı zar atmaz” derken bilimsel bir bulgudan değil, bilimi mümkün kılan bir ön önermeden söz etmekteydi. Bu nedenle de bilimsel bulgulardan hareketle, bilimi olanaklı kılan felsefi temeli deşifre ettiğini sanmak epeyce naif bir yaklaşım…

Eğer bugün bazıları Kuantum Fiziği’nin teorik çerçevesini reddedilemez bir olgu sanmaktaysa, bu tam da Aristo’nun siyah veya beyazına denk düşen bir tutum olmakta. Çünkü önemli olan fizik biliminin kullandığı kuramın basitliği veya karmaşıklığı değil; bilimin kuramsal çeşitliliğe ne denli açık olduğu. Griyi orta alan sayarak siyah/beyaz ayırımcılığının basitliğinden sıyrıldığımızı sanmak, gerçekte felsefi açıdan tek doğrulu bir başka çerçeveye mahkum olmamızı ifade edebilir…

Ne yazık ki bilimsel gelişmenin kendisi bizleri gerçekliğe ‘bir adım daha’ yaklaştırmıyor. Hiçbir bilimsel kuram diğerlerini tam olarak kapsamadığı ve kuramlar arasında ‘nötr’ karşılaştırmalar neredeyse olanaksız olduğu için de, kuramlar arasında bilerek ya da bilmeyerek felsefi ve siyasi bir tercihte bulunmaktayız. Newton yaşasaydı, yanıldığını söylemez; muhtemelen insan zihninin yetersizliğinin göreceliliği ürettiğini söylerdi…