Belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik
“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Birbirleriyle olan ilişkileri, ‘nedensellik’ çerçevesinde gelişir. Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.”
Birinci Aydınlama Çağınının zihniyetini özetleyen bu inanç, 1920’lerden itibaren “Yeni Fizik” olarak da bilinen Kuantum Fiziğindeki ilerlemeler sonucu sarsılmaya başlıyor. Werner Heisenberg, “Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur” diyen Isaac Newton’un yanıldığını, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematiksel olarak kanıtlıyor.
Klasik Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yok! Şunu şöyle etkilersek, bu sonucu alırız diye kesin bir şey söyleyemiyoruz, çünkü gerçek dünya doğrusal değil. Gerçek dünya kırçıl, gerçek dünya puslu, gerçek dünya saçaklı. Siyah-beyaz olan, tertipli, düzenli olan, bilim, dünya değil. Kırçıl bir dünyayı anlatmak için, içinde kırçıl kelime olmayan bir dili, bilimin dilini, kullanageldik; sorun da burada.
Soruna, “Uyumsuzluk Problemi” diyorlar ve ekliyorlar: Eski Yunan, Demokritus, kâinatı atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflâtun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu, siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün, matematikçiler ve bilim adamları, aslen puslu/kırçıl/saçaklı olan evreni tarif etmek için, siyah-beyaz kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili (doğrusal) sisteminde gökyüzü ya mavidir, ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur yada yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir.
“Bilim” deyince akan sular durmaktadır ama aslında siyah-beyaz da yoktur. Karadır denilen her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursak toplayıp bakalım. Bakalım, birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu?! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Öyleyse, beyaz diye de bir şey yok, beyazımsı birşeyler var!
“Yeni Fizik”in önde gelen iki açılımından birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” yani puslu veya saçaklı mantık.
Kaos Teorisi, Birinci Aydınlanma Çağını başlatan Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı için gözardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen süreçlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği durumlar: hava hareketleri, deniz dalgaları, girdaplar, depremler, borsadaki iniş-çıkışlar, vb. vb. Bunlar, doğrusal sistemler olmadıkları için neden-sonuç ilişkileri kesin olarak saptanamayan oluşumlar.
Dinamik sistemlerin özellikleri, başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak – moleküler – bir değişikliğin beklenmedik boyutlarda sonuçlar doğurabilmesi. “Kelebek Etkisi” diyorlar: şu anda Kabil’de kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra New York’ta fırtınaya sebep olabilmesi gibi meteorolojik bir durum ortaya çıkabiliyor.
İnsan toplumları da dinamik sistemler. Bu saptamanın telmihi önemli, çünkü Kaos Paradigması, toplum mühendisliği (örneğin, Yeni Dünya Düzeni) girişimcilerinin, kesin sonuçlar almayı beklememeleri gereğine işaret ediyor. Ne kadar iyi düzenlendiği, uygulandığı, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olay, bütün bir dünyayı sarsacak Kelebek Etkisi yaratabilecektir, çünkü. Bu bağlamda, “ateş olsa, cürmü kadar yer yakar” deyişi gerçekçi değildir.
Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde özetlediği olgu – dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu – hep bilinir, ancak “küsurat” işlevsellik adına gözardı edilirdi. Küsuratın ihmal edilmemesi gereği, dinamik sistemlerde fırtınalar yaratabildiği kanıtlanınca ortaya çıktı.
Olgular, veriler, fuzzy/puslu’dur, ölçümler fuzzy/puslu’dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy/puslu’dur. Nesneler arası ilişkiler, Klasik Fizik’in öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta, “hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.”
Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini reddeden fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem de şeklinde ifade edilen dünya gerçeğinin mantığı: A’nın hem A, hem de A olmadığı durumu tasvir ediyor. Dahası, muğlaklığın hesaba geldiğini isbat ediyor.
Fuzzy Revolution/Saçaklı Devrim diyorlar. Batı dünyasındaki öncüsü Lütfi Askerzade, Berkeley’deki Güney Kaliforniya Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği Fakültesi dekanı. Kuantum filozofu Max Black’in hemşerisi. İkisi de Bakü’lü. ’80li yıllara kadar dünyanın önde gelen bilim merkezlerindendi, Bakü. Sovyetler Birliği ile beraber çöktü. Lütfi Bey, 1942’de Tahran Üniversitesi’den mezun. Aynı yıl, yüksek lisans için Massachusetts Institute of Technology’ye gidiyor. MIT, fen bilimlerinin mabedi sayılıyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi dekanlığı da elektrik mühendisliği dalında gelinebilecek en yüksek mevki. Doktorası, Columbia’dan. Princeton Institute of Advanced Study denince akla Kurt Gödel, Albert Einstein, Stephen Kleene gibi isimler gelir. Lütfi Askerzade, Columbia’dan sonra yıllarca çalışacağı Princeton Institute of Advanced Study’ye gidiyor.
Lütfi Askerzade, ‘Fuzzy Logic’ kavramını ilk kez, 1962 yılında, ‘Devre Teorisinden Sistem Teorisine’ başlıklı makalesinde kullanıyor: “Bize radikal ölçülerde farklı bir matematik lazım. Bize saçaklı verileri tanımlayabilecek bir matematik lazım!” diyor ve ekliyor, “Aristo mantığı, davete gelirken, smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinler giyinen birine benzer. Saçaklı mantık ise, blucin, tişört, lastik ayakkabıyla gelene. Eskiden böyle bir kıyafet kabul edilemezdi. Ama artık işler eskisi gibi değil, işler değişti.” Askerzade’nin bu sözleri “İkinci Aydınlanma Çağı”nın gebe olduğu zihniyet değişikliğine işaret eden sözler. Buna karşın, ilk harekete geçenler Amerikalılar değil, Japonlar.
Saçaklı Mantık, 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıkıyor. Yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarlığını Japonya yapıyor. Japon mühendisleri, bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce ürün ve sistemin makina zekâ katsayısını (IQ) arttırmak için Saçaklı Mantıktan yararlanıyorlar. Hükümet, iki büyük araştırma laboratuarı kuruyor, çokdeğişkenli mantık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. Japon televizyonu, “Saçaklı Mühendislik” belgesellerini en-iyi-saatte (prime-time) yayınlarken, Japon Parlamentosunda siyasiler, saçaklı mantığın anlamı tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. O yıllarda küresel bilgisayar pazarı, yaklaşık 200 milyar dolardı. Fuzzy Japonlar, daha o yıllarda pazarın yüzde birine hakimdiler. Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde “fuzzy” füzelerin deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor.
Özetle, Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve Saçaklı Mantık’ın, insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından, dayatmasından kurtaracağı söyleniyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığının idrakı, düşünce biçimimizin radikal bir değişime uğrayacağının habercisi. İkinci Aydınlanma Çağı, Demokritus’un parçacıklarına karşına Buda’nın “bütüncül” dünya görüşünü yerleştiriyor.