Avrupa Kökenler, Efsaneler, İnançlar (VIII)

Bugün sizlere 2005 yılının Mart’ında İslâm dünyasına da “kadın imamlığı” şeklinde sıçradığı anlaşılan evrensel bir gelişmeden söz etmek istiyorum: kitaplı dinlerde geleneksel olarak erkeklerin deruhte ettikleri rahiplik, imamlık gibi görevlere kadınların da talip olmaları ve üstlenmeleri ile şeklindeki gelişme. İslâm’da bir kadının imamlığının ancak cemaatte erkek yoksa kabul edildiği malum. Meğer ki, cemaatte erkek olmasın, kadının imamlığı ne Hazreti Muhammet, ne dört halife, ne de sonraki dönemde görülmüş. Buna karşın, Prof. Amina Wadud isimli Afrika kökenli bir Amerikalı hanım, 18 Mart’ta üstelik bir kilisede, New York’daki Episkopal Katedralinde 100-150 kişilik bir gruba Cuma namazı kıldırıyor ve hayattaki en büyük emelinin İstanbul’da, Sultan Ahmet camiinde imamlık etmek olduğunu söylüyor.

Hıristiyanlığın Katoliklik, Ortodoksluk gibi asli mezheplerinde de, kadınlar Kilise hiyeraşisinde yer almıyorlar. Buna karşın daha 1970’li yıllarda, Hıristiyan mezheplerinin en tutucusu olarak bilinen Roma Katolik Kilisesi’nin Ludmilla Yavorova isimli bir Çekostovakyalı hanıma rahip cüppesi giydirdiği görülüyor. Katolik akidesine tümüyle aykırı olan bu durumu kutsayan da, bölgeye Vatikan tarafından atanmış olan Roma Katolik Piskoposu Davidek’in ta kendisi.
İngiltere Kilisesi’nin bir uzantısı olan Episkopalciler de 1992 yılında kadınların cüppe giymelerine, ayin yönetmelerine izin vermişler, 1994’de ilk kadın Episkopal rahipler göreve başlamış. Bu yılın yani 2005’in Ocağında “Nedi” lakaplı Bavi Edna Rivera isimli, Porto Rico kökenli bir hanım “piskopos” ilân edilmiş. İşin ilginç yanı, Piskopos Bavi Edna hanımın babası da bir piskoposmuş. Ve uzun yıllar, kadınların kilisede görev almalarına karşı çıkmış, 1976 yılında kızı rahip cüppesini giyerken yapılan törene gelmeyi reddetmiş. Aradan otuz yıl geçmiş. Piskopos baba zamanın değiştiğini, kilisenin de değişmesi gerektiğini düşünerek kızına destek vermiş, piskopos olmasına yardım etmiş.
Oysa, “Sessiz durmalı kadın kilisede,” diyor Hazreti İsa’nın sevgili havarisi Aziz Pavlus, “Arkalarda, göze batmayacak bir yerde oturmalı. Varsa öğrenmek istediği bir şey, eve saklamalı ve evde kocasına sormalı. Kadın sesinin kilisede çınlaması aşağılık bir iştir…” Aziz Pavlus şöyle devam ediyor, “Kilisede başını da örtmelidir kadın. Erkeğin örtmesi gerekmez. Çünkü, erkektir Tanrı’nın görüntüsü ve Tanrı’nın görkemini erkek simgeler. Kadın, erkeğin görkemini yansıtandır. Çünkü, erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır…”
Havari Pavlus’un hükmü açık! Bu hükme göre, kadınların kilise bırakın ayin yönetmeyi, cemaatle birlikte oturmaları bile kurallarla tanzim edilmiş. Peki, ne oldu, işler kadınların piskopos olmalarına kadar geldi?
“Avrupa için İsa” isimli, bir misyonerler derneği var. 2002 yılında Norveç’in Oslo şehrinde mukim Oyvind Kleiveland isimli bir vaiz ve eşi Kristin önderliğinde kurulan bu derneğin Eylül 2004 yılında yayınladığı “Avrupa’nın hikâyesini rakamlar anlatıyor” başlıklı bildirisi “Ruhani bağlamda, Avrupa dehşet verici bir çöküntüde” tesbitiyle başlıyor. “Harabatı gösteren rakamları” açıklıyor.
Avrupa (ve dünyanın geri kalan bölgelerinde) İsa’nın mesajını tebliğ etmek için kurulduğunu söyleyen, mümkün olan her yerde kampanyalar, seminerler organize edeceklerini, Hıristiyanlığı destekleyecek faaliyetlerde bulunacaklarını açıklayan Avrupa için İsa derneği, en önemli hedeflerinin manevi perişanlığı yaşadığını söyledikleri Avrupa ülkeleri olacağını vurguluyor.
Derneğin Avrupa’da yaşanan perişnlığa örnek gösterdiği ilk Avrupa ülkesi, Hollanda: “Hollandalıların kilise ile olan ilişkileri öylesine azaldı ki, terk edilmiş kilise binaları yetkililer için bir sorun teşkil eder hale geldi,” diyor, “Geçen on altı yıl içinde Amsterdam’daki Katolik kiliselerinin sayısı hızla düşerken, papaz sayısı 112’den 35’e indi. Bir araştırmaya göre, Hollandalıların yarısı Paskalya’nın ne anlama geldiğini bile bilmiyor.” Hollanda’ya ilişkin gözlemlerini, Almanya takip ediyor.
“Almanya’da kiliseye gidenlerin sayısı en iyi ihtimalle toplam nüfusun yüzde üçü ve bunlardan ancak yüzde ikisi inançlı olduklarını söylüyorlar.” Avrupa için İsa misyonerlerinin Almanya’daki Uluslararası Misyon Heyetinden öğrendiklerine göre, Düsseldorf’daki Luteran ve Katolik kiliselerine gidenler, altmış beş yaşının üstündeki yaşlılarmış ve sayıları otuzu geçmiyormuş. İnsanlar, binalar ısıtılamadığı için ayin süresinde paltolarını çıkaramıyorlarmış. “Kiliseler manen ve maddeten soğuk”muşlar.
Öte yandan, sarsılmaz bir biçimde Roman Katolik olduğu söylenen İtalya’da, son on yıl içinde Kilise’nin giderek zayıfladığı görülmüş. Roma’da bile halkın ancak dörtte biri ayinlere katılıyorlarmış. Ve on bir-on beş yaşlarındaki gençlerin yüzde altmışı hayatlarında bir kez olsun kiliseye gitmemişler. Aynı şekilde Katolik bir ülke olduğu düşünülen 57 milyon nüfuslu Fransa’da 43 milyonun kilise bağlantısı yokmuş. Nüfusun ancak yüzde altısı Hıristiyanlığı yaşadıklarını yani ibadetlerini aksatmadıklarını beyan ediyorlarmış.
Büyük Britanya’da, hem Katolik kilisesi, hem de İngiltere Kilisesi (Church of England) 1970’den bu yana inişe geçmişlermiş. 2005 yılı itibariyle kendilerine “Hıristiyan” diyenlerin toplam nüfusa oranlarının yüzde on ikiyi geçmiyeceği hesaplanıyormuş. İskoçyalı Baptistlerin sayısı son elli yılda yüzde yirmiden fazla bir düşüş göstermiş.
On milyon nüfuslu minik Belçika’daki (evangelistler) olarak bilinen İncil vaizlerinin sayıları toplamın binde dördü kadarmış. Ülkedeki Yahudilerin toplam nüfusa binde dördü geçmezken, ateist olduklarını söyleyenlerin oranı 7.7’yi bulmuş. Ülkedeki Müslümanların toplama oranları ise yüzde 3’müş.
Avrupa için İsa misyonerleri, “Belçika Katolik bilinir ama Kuzey Belçika’da bir gazetenin yaptığı araştırmaya göre, kendilerine Katolik diyenlerin sayısı yüzde otuzaltıyı geçmiyor. Kiliseye giden Belçikalıları nüfusun yarısını bulmuyor, ayrıca dinsiz olduklarını söyleyenlerin oranı yüzde on biri buluyor” diye yakınıyor. Avusturya’da durum daha da vahimmiş. İspanya’daki Hıristiyanların sayısı ise Mısır’daki Hıristiyanlardan daha fazla değilmiş!
Durum böyle olunca, “Avrupa için İsa” misyonerlerine harekete geçmek farz olmuş. Kutsal Kitabın Yeni Ahit’inin “Efesoslulara mektup” suresinin 4. Bab-ı uyarınca göreve koşmuşlar. Bahis konusu surede Hazreti İsa’nın başta kendisinin “Allah’ın oğlu olduğu” şeklindeki Hıristiyan inançlarının yayılması, halkların gafletten kurtulmaları için inananları resul, peygamber, ya da incil vaizi sıfatıyla göreve çağırdığı yazmaktadır. Avrupa İçin İsa misyonerleri bu çağrı doğrultusunda, söz konusu ülkelerde yaşayan her inananı bir İncil vaizi olarak eğitmek görevini üstleniyorlar. Böylece, Hıristiyan öğretisi, bu konuda başarılı olmadıkları görünen resmi papazlara yani kiliselere terk edilmeyecek, her Avrupalı inananın aynı zamanda bir İncil vaizi olarak hizmet verebilecek şekilde donatılması sağlanacaktır.
Dikkat buyurulursa, bu evangelist ya da İncil vaizleri yetiştirme hareketinin iki hedefinden birisi Hıristiyanlığı başarısızlığı apaçık ortada olan yerleşik kilisenin resmi yapılanmasının dışına taşımak; ikincisi, onlarca mezhep ve tarikatı Hıristiyanlığın ortak nassının yani Allah’ın oğlunun çevresinde birleştirmek. Mezheplere ortak inançlardan yaklaşıyor, ayrıntı saydıkları farklılaşmaları gözardı ediyorlar. Ve hepsinden önemlisi “her inananı bir İncil vaizi olarak donatmak” hedefi doğrultusunda, kadınları dışlamak şöyle dursun, baştacı ediyorlar. Dindar feministler resmi kiliselerde rahipliğe kabul edilmek mücadelesi verirlerken, İncil vaizleri kadınları evangelist olarak yetiştirmeyi iş ediniyorlar.
Dr.T.L.Osborn isimli bir vaizin “Ben bir kadın olsaydım” başlıklı elden ele dolaşan bir vaazı var. “Bundan iki bin yıl önce İsa Mesih kendisine inanan her erkek ve her kadına koşulsuz kurtuluş sağladı” diye başlıyor, “Buna karşın artık démodé olmuş kilise geleneği, kadınların İncil’i öğretmelerini, İncil hakkında vaaz vermelerini yasaklıyor. Ben bir kadın olsaydım,” diye sürdürüyor, Dr. Osborn, “Ben bir kadın olsaydım, İsa’nın benim için çile çektiğine güvenir, kurtuluşumu ona emanet eder, O’nun emirleri doğrultusunda hareket ederdim. Beni İsa için tanıklık etmekten alakoyan hiçbir doktrin, öğreti ya da kültürel geleneğe boyun eğmez; bana emrettiği gibi, kendisinin temsilcisi, elçisi ya da işbirlikçisi olarak her mevki ve her yerde çalışırdım.”
Osborn’un bildirisi, “Kadınların erkekler tarafından manipulasyonu yüzlerce yıldan beri süregelmektedir. Kadınları baskı altına almayan, değersiz, ikinci sınıf vatandaşlar olarak görmeyen hiç bir din yoktur” diye sürüyor, “Dininiz ne olursa olsun, eğer bir kadınsanız, kadınları aşağılayan doktrin ya da dogmayı anlamış, hissetmiş ve boyun eğmiş olmalısınız. Oysa, Mesih’in mesajı açıktır: İsa’ya inandığını ilân edenin günahları tamamen affedilir. Erkekler gibi kadınların da günahları silinir, hiç işlenmemiş gibi olur.”
İsa, cinsiyet, ırk ya da renk ayırımı gözetmeden müridlerine dünyaya açılmalarını ve rastladıkları her yaratığa İncilden bahsetmeleri emretmiş. Vaiz Osborn, “Yahudilerin erkek egemen toplumlarında İsa’nın bu emri bir devrim niteliğindeydi!” diyor, “Kadınların mahkemede bile tanıklık edemedikleri bir dünyada İsa, kadınlardan kendisine tanıklık etmelerini istedi. Tanıklıktan kasıt, kadınların vaaz vermeleri, hocalık etmeleri, konuşmaları, anlatmaları, göstermeleri, mucizeler yaratmaları, İsa’nın dirilişine ve göğe yükselişine delil göstererek savunmalarıdır. İsa bu görevi hem kadınlardan hem de erkeklerden ister.” Kaldı ki, İsa’nın dirildiğini ilk gören bir kadındır diye ekliyor: Maria Magdelene. Şu halde, İsa Mesih erkekle kadına eşdeğer verir. Tanrı’nın ezelden beri arzuladığı onları yana çalışır, yaşar, sever, oynar görmektir. Kadını asla erkeğin kölesi ya da hizmetçisi olarak yaratmamıştır.”
İncil vaizi Osborn’un konuşması böyle sürüyor.
Kiliselerde kadınların cüppe giyinmeleriyle sonuçlanan hareketin arkasındaki itici gücün feminist hareket olduğu anlatılıyor.
Feminizm, bir biçimde hep varolmuş. Ancak, bir dava olarak ele alınması, 1700’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Önceleri “kadın sorunu” olarak ele alınıyor. 1689-1762 yılları arasında yaşayan İngiliz yazar The Lady Mary Wortley Montagu feminizmi bayrak edinen ilk ünlü. Lady Montagu’ya çalışmalarında destek veren de “ilerici” bir din adamı, Piskopos Gilbert Burnet. Piskopos Burnet’in İngiltere Kilise’sinin Reform Tarihi isimli bir de kitabı var.
Kadınlar için kurulan ilk bilimsel cemiyet, 1785’de Hollanda’nın Middleberg şehrinde. Aynı yıl kadınlara yönelik ilk popüler bilim dergisinin çıktığı görülüyor. Yasalar önünde eşitliği savunan ilk kitap yine bir İngiliz’den geliyor: Mary Wollstonecraft. 1759-1797. Bayan Wollstonecraft’ın eşi William Goldwin, dönemin önde gelen ateistlerinden. Hatta anarşizmin öncülerinden sayılıyor. 1800’ler kapitalizminim hatta vahşi kapitalizmin kök saldığı yıllar. Hele de İngiltere’de on-beş on-altı saat, gün yüzü görmeden çocuk çocuk çalıştırılmak neredeyse normal sayılıyor. Daha da kötüsü, erkeklerle aynı koşullar altında çalışmalarına karşın, kadınların ücreti erkeklerin ücretinin yarısını bulmuyor. Böyle bir ortamda feminist hareketin hız kazanması normal, nitekim öyle de oluyor.
Reform çağrıları Avrupa’da başlıyor ama Amerika’da şekilleniyor. İlk kadın hakları konferansı 1848’de New York’ta Seneca Falls denilen yerde toplanıyor. İngiltere’deki cinsiyet ayırımcılığına karşı kısaca WSPU diye bilinen Siyasi ve Sosyal Kadın Birliği kuruluyor. Birlik üyeleri seslerini duyarabilmek için, şiddet dahil hemen her yola başvuruyor, hatta açlık grevine gidiyorlar. Çoğu hastalanıyor, vs. vs. Dönemin ünlü feministlerinden birisi 1869 doğumlu meşhur Emma Goldman. Litvanyalı bu hanım, ilk Marksistlerden. Bayan Goldman onbeş yaşında zorla evlendirilmemek için St. Petersburg’dan New York’a kaçıyor. Orada anarşist hareketin içinde yer alıyor. İşsizlerin yanında yer alıyor, doğum kontrol davasını üstleniyor, hatta Amerikan başkanlarından McKinley’e düzenlenen bir suikast girişiminde yer aldığı iddiasıyla bir kaç kez hapse giriyor. Amerikalılar başkan Edgar Hoover’ın kelimeleriyle “Amerikanın en tehlikeli anarşistlerinden birisi” dedikleri Bayan Goldman’ı Rusya’ya geri gönderiyorlar. Orada Bolşeviklere katılıyor, daha sonra İspanya iç savaşına katılıyor, 1940’da Kanada’ya geliyor, orada vefat ediyor.
Feminist hareket 20.yüzyıla kadın hakları konusunda epeyce yol almış olarak giriyor. 1900’lü yılların başlarında epey bir ülkede oy hakkı elde ediyorlar. Başkan Woodrow Wilson, ünlü 14 Madde deklarasyonunda toplumun yarısını teşkil eden kadınlara oy hakkı tanınmıyor olmasını iki yüzlülük olarak nitelendiriyor. Başkanın günümüzde adını taşıyan Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi, Amina Wadud’un konferansları sponsor ederken, geleneğine sadık kaldığını gösteriyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askere giden erkeklerden boşalan işleri kadınlar devralıyor, böyle hem fabrika işçiliği, yöneticilik gibi mesleklerde erkekleri aratmayacaklarını kanıtlamış, hem de eşit işe-eşit ücret disturunu hayata geçirmiş oluyorlar.
1960’lı yıllarda yeni bir ivme kazanan feminist harekete “ikinci dalga” deniyor. Avrupa ve Amerika’da ikinci dalga feministlerin birinci meseleleri kadının bedenini istediği gibi kullanma hakkı. Bu öncelikle kadınların cinsel özgürlüğü, ardından doğum kontrol uygulaması ve çocuk aldırma hakkı anlamına geliyor. Feministlerin bu iki meseledeki hedefleri Kilise. Özellikle de Katolik ve Ortodoks kiliseleri doğum kontroluna ve çocuk aldırmaya karşı olunca, çatışma kaçınılmaz oluyor.
“İkinci dalga” feministleri 1970’li yıllardan itibaren kilisenin kadınları dışarda bırakan yapılanmasını sorgulamaya da başlıyorlar.
“Eğer bir kadın İsa’yı cinsiyeti nedeniyle temsil edemiyorsa,” yani İsa’nın kilisesinde papaz olamıyorsa, “o halde İsa’nın çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi kadınların dışında ve dolayısıyla kadınları ilgilendirmeyen bir olaydır ki, İsa tüm insanlığın peygamberi olduğuna göre burada bir yanlış var” şeklinde bir argüman geliştiriyorlar. Kadınların papazlığa kabulu en az Amina Wadud’un imamlığı kadar tartışmalı bir olayken, yüzlerce örgüt kuruluyor, bu konuda mücadele etmeye başlıyorlar.
Ve ilginç bir şekilde, anarşist Marksist Emma Goldman’ın feministliği, Katolik Ludmilla Yavorova ve Episkopal Bavi Edna Rivera’nın Piskoposluğu ile birleşiyor; böylece yaratılan iklim Afrika kökenli bir Amerikalı müskümanın Kur’anı kadın gözüyle yeniden tefsir etmesi ve imamlığını ilân etmesini getiriyor. Rivera’nın piskopo babasının söylediği gibi dünya gerçekten de değişiyor gibi görünüyor. Peki direnenler yok mu? Elbette var. Ortodokslar, özellikle de Rus Ortodoks kilisesi direnmeye çalışıyor.