Ermeni soykırımı iftirası üzerinde dertleşmeye devam ediyoruz. Eskiler “tedhiş” derlermiş, “korkutma, dehşete düşürme” anlamında. Yabancı kökenli “terör”den daha dolu bir kelime, “tedhiş.” Tanımadığınız birilerinin, sizinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir davaya ilişikin haklı ya da haksız emellerine kavuşabilmek için sizi ya da yakınlarınızı cezalandırmaları. Siyasi hayallerine kavuşabilmek için olayda en ufak bir dahli olmayan masum insanların kanına girmeyi mübah görmektedirler. Öldürebilirler, sakatlayabilirler, evinizi havaya uçurabilirler.
Başkasının sırtından alınan “hak,” haklı olmaktan çıkar. Tethişçilik bunun için dehşet verici olduğu kadar da aşağılık bir iş.
İki yıl kadar önce 2003 Kasımında İstanbul’da HSBC bankasının ve İngiliz Konsolosluğunun bombalanması olaylarında yaşadık. Kırka yakın ölü, 500’den fazla yaralı. Nasıl bir dehşete uğradığımızı biliyoruz.
Bizim son yirmibeş yılımız böyle geçti diye düşünüyorsanız, elbette haklısınız. Neler neler gördük! HSBC olayını hatırlatmamın nedeni bundan yüz dokuz sene önce 1896 Ağustos’unda Osmanlı Bankasının uğradığı terrorist saldırıyı düşündürmüş olması.
HSBC çalışanlarının ve tabii bu arada binanın önünden geçiyor olmak gibi bir suç işleyenlerin, ölüme mahkûm edilmelerinin nedeninin HSBC’nin bir İngiliz bankası olması olduğu söylenmişti.
Yüz dokuz yıl yıl önce 1896 Ağustos’unda Osmanlı Bankasını basan Daşnak Ermenileri de benzeri bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: Osmanlı Bankası yabancı sermayeyi temsil ediyor. Öyle ya, Hınçaklar gibi, Daşnaklar da “Batı emperyalizm ve koloniyalizme karşı sosyalist devrimci mücadele” veriyorlardı!
Amerikan Ermeni Gençlik Federasyonu’nun – Armenian Youth Federation – internet sitelerinde yayınladıkları bildiride Daşnakların en ses getiren eylemleri olarak övdükleri bu baskında yirmi-altı silâhlı terörist 150 banka çalışanını rehin alıyor. Bu arada bombaları içeri taşıyan Papken Suni isimli liderleri yanlış bir hareket yapıyor, üzerindeki bombalar patlıyor, adam Karaköy Bankalar caddesindeki binanın merdivenlerinde parçalanarak ölünce, eylem son buluyor. Osmanlı kolluk kuvvetleri olaya el koyar sanırsınız değil mi? Hayır, öyle olmuyor. Çünkü teröristler cıvardaki Rus ve Fransız elçiliklerine sığınıyorlar. Az bir sure sonra da onların elçilik personelinin himayesinde Fransız gemilerine binip, İstanbul’dan ayrılıyorlar.
Bankanın işgal altında olduğu saatlerde, diğer bir Daşnak militanı Levon Nevruz ve adamları da cıvardaki Avrupa elçiliklerine Ermeni Devrimci Federasyonu Merkez Komitesi imzalı bildiriler dağıtmakla meşguller. Bildiride 1878 Berlin Antlaşmasının 61. Maddesinin uygulanması talep edilmektedir.
61.madde, “Vilâyeti Sitte” (altı vilâyet) denilen bölgenin – ki, günümüz idari bölünmesinde Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Elazığ, Malatya, Bingöl, Sıvas, Amasya, Tokat’la Giresun’un Şebin-Karahisar ilçesinden oluşan bölgeye tekabül eder, yani doğu-güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tümüdür – mali özerkliği olan, tek bir vali yönetiminde birleştirilmesini, Hamidiyye Alaylarının dağıtılmasını, silâh taşıma yasağının kaldırılmasını, Ermeni vatandaşlara basın ve toplanma hakkı verilmesini talep eden madde.
Sevr’in ilk provası gibi bir antlaşma bu Berlin anlaşması.
Bu noktaya gelinmesinin hikâyesi de şöyle: 1877, Osmanlı İmparatorlğunda Birinci Meşrutiyet’in ilân edildiği, Meclisi Mebusanın toplandığı yıl. Üstünden bir ay geçmeden, Çar İkinci Aleksandr savaş ilân ediyor. Anadolu ve Rumeli cephelerinde üstüste hezimet uğruyoruz. Plevne’nin kaybıyla birlikte İstanbul yolu da açılıyor. Kars, 1853’den beri zaten işgal altında. Bu defa Edirne de düşüyor. Rus kıtaları Yeşilköy’e dayanmış. İstanbul Ermeni Patriği Nerses’in muzaffer Rus kumandanı Grandük Nikolay’ı karargâhında ziyaret edip kutlamaktan geri kalmamış olması yaraya tuz basıyor.
Ayastefanos ve 1878 Berlin antlaşmalarını imzalamak zorunda kalıyoruz. Rumeli’deki Osmanlı hakimiyeti son buluyor. Ve bir hesaba göre beş milyon Müslüman Türk’ün katliyle sonuçlanan Balkan faciası başlıyor. Doğu’da Van’dan sonrası İran’a terkediliyor. Ve Çarlık Rusya’sı o gün bugündür devam eden “Batı Ermenistan” meselesini ortaya atıyor. Bir de talep: “Vilâyeti Sitte”de özerk bir Ermenistan kurulsun.
Dikkatinizi çekerim, talep yerel halktan, Anadolu Ermenilerinden değil, emperyalist güçlerden ve işgalcilerden geliyor. Çar hükümeti, “Batı Ermenistan”ı gerçekleştirmek amacıyla, Rus uyruklu Ermeni vatandaşlarına “siyasi parti” adı altında iki silâhlı örgüt kurdurtuyor: Bunlar PKK modeli, Hınçak ve Daşnaksotun. Bu örgütler, bir yandan toprak taleplerine ideolojik meşruiyet geliştirir, gerekçe yaratmaya çalışırlarken, öte yandan da Sosun’da olduğu gibi Anadolu’da halkı silâhlı ayaklanmaya kışkırtıyor aynı zamanda da terör eylemlerine girişiyorlar.
Osmanlı bankası baskınından daha vahimi, Temmuz 1905’de Sultan Abdülhamit’e düzenlenen suikast. Sultan Abdülhamid’i seversiniz sevmezsiniz o ayrı. Burada önemli olan Daşnak’ların kendilerini bir devlet başkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar güçlü hissetmiş olmalı!
“Machine infernale” denilen bir tür saatli bomba kullanıyorlar. Padişah, Cuma namazını eda ettiği Yıldız Camisinden çıktığı sırada patlayan bomba 26 kişinin parçalanarak ölmesine, 58 kişinin ağır yaralanmasına neden oluyor. Bu yetmezmiş gibi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı bankası, yabancı elçilikler ve Cercle d’orient (Büyük Kulüp) cıvarına 148 kilo Mélinite denen patlayıcı yerleştiriyorlar.
Bölgeyi gözünüzün önüne getirirseniz, günümüz Ankara’sında Çankaya ve Bakanlıklara tekabül ettiğini görürsünüz. Sadece arazi olarak değil, yönetici kadroların bulunduğu mekân olarak da öyle.
Teröristlerin “Ermeni Devrimci Federasyonu”na bağlı Rus uyruklu Troşak fraksiyonu devrimcileri oldukları ortaya çıkıyor. Bu defa başlarında Belçika’nın Anvers şehrinden 29 yaşında Charles Eduard Jorris adında “sosyalist-anarşist” olduğunu söyleyen bir adam var. “Sosyalist-anarşizm” de o yılların popular ideolojik akımı. Libertarian-sosyalizm, anarcho-komünizm, sol-anarşizm olarak da bilinen bu akım, devleti fuzuli bir kurum olarak gören ve ortadan kaldırılmasını isteyen ideoloji. Aynı şekilde özel mülkiyetin de lağvedilmesini talep ediyorlar.
Bu Jarris, yıllar önce gelmiş, İstanbul’a yerleşmiş. Bir yabancı şirkette çalışıyor. Terör eylemini Anna isimli eşiyle birlikte tertipliyor, uygulamaya koyuyorlar.
Şimdi, olayın azmettireni belli, canilerin kim oldukları belli ama Fransızlar ve Ruslar yine devredeler. Terörist karı-kocayı göz göre göre koruma altına alıyor, yurt dışına kaçırıyorlar ki, bu da Sabancı cinayeti sanığı Fahriye Erdal’ın korunmasını hatırlatıyor.
Diyeceğim, Osmanlı topraklarında özellikle de 1850’lilerden sonra yaşananların esası itibariyle Avrupalı ve açgözlü bir ideoloji ve uygulamanın neticesi olduğu açık.
Günümüzde Ermeni soykırımından bahseden iftiracıların, teröristleri azmettiren, onlara yataklık edenlerin üzerinde hiç durmuyor, görmezden geliyor olmaları, adalet duygumuzu rencide ediyor.
Bakıyorsunuz, hak-hukuk konularında mangalda kül bırakmayan Batı aydınları, suspus. Bu topraklarda çekilen acılarda 19. yüzyıl Avrupa emperyalizminin oynadığı role ilişkin tek bir söz söylemiyorlar. Bir istisna, Fransız yazarı, Pierre Loti. Onun da demeçlerine de Avrupa basını yer vermiyor. Adamın sesi kısılıyor, marjinal bir romantik olarak safdışı ediliyor.
Akademik arkaplânı olanların, Batılı tarihçilerin, hukukçuların Türkiye’yi değerlendirirken kullandıkları dil suçlayıcı olmanın ötesinde da hemen her zaman lânetleyici. Ama aynı aydınlar, Balkanlar’da, Kırım’da ve Kafkasya’da katledilen ve göçe zorlanan çoğunlukla Türk nesebinden milyonlarca Müslüman sözkonusu olduğunda, bir anda “tarafsız” kesiliyor, yumuşak, hatta övücü bir dil kullanmaya başlıyorlar.
Sadece Batılı aydınlar mı? Bizim kraldan fazla kralcı aydınlarımız da öyle. Yokedilen insan ve mal varlığına salt kaba sayılar olarak baktığımızda emperyalist güçlerin azmettirdikleri kıyımlarla Osmanlı yöneticilerinin tutumlarının hiçbir şekilde kıyaslanamayacağının açık. Buna rağmen teröristlere hak vermekten yana tavır alanlar çıkabiliyor. Bir Türk olarak insanı en büyük düş kırıklığına uğratan da herhalde “ulusal” şairimiz bellediğimiz Tevfik Fikret!
Sultan Abdülhamid’e yapılan suikast girişiminden sonra parçalanmış insan ve at cesedi arasında bir şair – evet at cesedi! arabalara bağlı olmaktan başka günahı olmayan onlarca zavallı hayvan feci bir biçimde parçalanarak ölmüş, zavallıcıkların iniltileri bile insanı dehşete düşürmeye yeter sanırsınız ama ulusal şairimiz tutuyor, teröristlere methiye düzüyor. Şiirin adı, “Bir lâhza-i teahhür” – “Bir anlık gecikme”
“Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın
“Attın fakat ne yazıklar ki vurmadın!
“Mâlik sesin o sevret-i ra’din-i gayza ki
“Her yerde hiss-i hakk-u halâsın muharriki!”
Mealen: “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın; – şanlı avcı dediği otuz kişinin katili Belçikalı terörist! – Ey şanlı avcı…attın fakat ne yazık ki vurmadın! Ancak, öyle bir hınçla, hiddetle gürlemekteki sesin, Heryerde hareket geçirir haklı duygusunu halâsın!” Hâlâs, yani kurtuluş. Yani, ortada meşru olan bir kurtulma istemi var. Bu amaç uğruna katliam dahil her türlü terör eylemi mübah!
Tevfik Fikret tek değil, başkaları da var. Meselâ, tarih yazarı, Ahmed Refik, “Abdülhamid ve devr-i saltanatı” isimli kitabının üçüncü cildi: “Nihayet hakikat tamamiyle meydana çıkarıldı: Osmanlı milletini Abdülhamid zulmünden kurtarmak için bu haret-i kahramânânenin (kahramanca karşı çıkışın) Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı.”
Abdülhamid’in zulmünden kurtarılmak istenen Osmanlı milleti kim diye sormayacaksınız. Belli ki, Müslüman Türkler değil!
Gelelim günümüze. Günümüzde “aydın” eşittir “Müslüman, Doğulu, milliyetçi, muhafazakâr” Türkiye’yi “düşman” ilân etmeyi iş edinen okumuş adam şeklinde yaygın bir anlayış var. Bu tanıma uyan aydınlarımızın birinci görevlerinin, Türkiye’ye ilişkin benzer görüşleri paylaşanlarla yani “Batılı” aydınlarla ittifaklar yapmak, ve böylece onlar tarafından kabul görmek, meclislerine kabul edilmek, iltifatlarına mazhar olmak vb. ilişkiler kurmak olduğu görülüyor.
Rusca’da bu aydın türü için kullanılan bir tanım var: “zapadniki” diyorlar: “Batılılaştırmacı” anlamında. Batılı değil, Batıcı da değil “Batılılaştırmacı.”
Bir “zapadniki” kendi ülkesini Avrupa/Amerika medeniyetinin anti-tezi olarak görmeye ve takdim etmeye şartlanmış olan adam. Kendi ülkesinde hiçbir şeyin iyi ya da doğru olmadığına ve olamayacağına inanmış olan adam. Türklere iftira atmayı iş edinmiş olan adam.
Bu ruh halindeki insanlar Türkiye’de sürgit mutsuz, sürgit şikâyetçi. Sürgit haksızlığa uğradıkları, değerlerinin teslim edilmediği duygusu içinde yaşıyor, belki de bu nedenle, kendileri ülkeyi her fırsatta yermek zorunda hissediyorlar. Gaddarlığımız, ahmaklığımız – hatırlarsınız, bunu iddia eden de ünlü bir yazarımızdı – tembelliğimiz bu yetkili kalemlerimiz aracılığıyla dünyaya yayılıyor.
Ermeni soykırımı iftirası nedeniyle “adımız çıkmış bin beşe yüze, iner mi beş yüze” diye hatırlatmamım nedeni de “Batılılaştırmacı” aydınlarımızın bu tutumu. Ve çok tehlikeli bir tutum, çünkü bizi savunmaya geçmeye, hatta aşırı tepkiye zorluyor.
Aşırı tepki, bizi milletimizin zaaf ve yetersizliklerini görmeyelim noktasına itme tehlikesini barındırdığı için istenir bir tutum değildir. Dahası, ne iç, ne de dış barışa hizmet eder.