Avrupa Kökenler, Efsaneler, İnançlar (XIV)

“Hüccet” delil, kanıt demek. “Hüccetle müdafaa” ya da “apologetics” Hıristiyan ilâhiyatının bir dalı. Apologetics, Hıristiyan öğretisini, Hıristiyan dogmalarını savunmak, kanıtlamak, diğer bir deyişle, dogmalara “mazeret bulmak”la iştigal eder. Örneğin, Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu gibi bir inancın akıldışı ya da mantıksız olmadığını kanıtlamaya çalışır. Apolojistler, baba-oğul-kutsal ruh inancının diğer dinlerin inançlarından daha akla yatkın, ve dolayısıyla insanlığa daha “yararlı” olduğunu delillendirerek isbat etmeye çalışırlar.

“Apology” mazerettir, özürdür. Günümüz İngilizcesinde “özür dilemek” anlamında kullanılan “apologize” sözcüğü de bu kelimeden gelir: apologetics. Kelime, içini doldurmayan, anlamını karşılamayan oluşumları tanımlamak için de kullanılır. Köse bir erkeğin sakal bırakmaya heveslendiğini düşünün. Ortaya pek seyrek bir sakal çıkacaktır, öyle değil mi? “Sakal müsveddesi” gibi bir oluşum. “Apoloji” kelimesi bu anlamda da kullanılır: “an apology for a beard” denir.

Apolojistler, inanç ya da varsayımlarını kabul ettirmek için sistematik olarak delil üretirler. Örneğin, Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunun delili “Kitabı Mukaddes”dir denir. Kitabı Mukaddes, Tanrı tarafından “kaleme alındığı” varsayıldığı için reddedilemez bir “kanıt” olarak sunulur. Böylece, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanmayanlar, “İncil” ile karşı karşıya getirilir. Önlerinde iki seçenek vardır: ya susacaklar, ya da İncil’in Tanrı tarafından kaleme alınmış bir kitap olmadığını iddia etmek durumunda kalacaklardır!

Diyelim ki, çevrenizin inançlarına ters düşebilecek kadar cesur bir Hıristiyansınız. “İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia edecek kadar mantıksız bir kitap Tanrı tarafından kaleme alınmış olamaz” dediniz. Apolojistin cevabı hazırdır: “Kitabı Mukaddes Tanrı tarafından kaleme alınmamış olsaydı, milyonlarca insana mutluluk getirmezdi. Mutluluk getirdiğine göre, Tanrı tarafından kaleme alındı. Tanrı tarafından kaleme alındıysa İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu da doğrudur.”

Eskilerin “devri bâtıl” dedikleri, “kısır döngü” mantık silsilesi budur. Başlangıç noktası, “İncil Tanrı’nın kaleminden çıktı” gibisinden tartışmaya açık bir ön-kabul. Ön-kabulü destekleyen, “İncil milyonlarca insana mutluluk getirmiştir” gibisinden bir delil. Şimdi siz “İncil milyonlarca insana mutluluk getirdiği doğru ama İncil yüzünden bir o kadar da adam öldü. Engisizyonlar diye birşey var” diye itiraz edecek olsanız, “Evet insanlar öldüler, çünkü İncil’i iyi okumamoşlardı” şeklinde bir cevap alırsınız. İyi okumuş olsalardı, engizisyonlar olmazdı, falan.

Diyeceğim, apolojistlerin elinden kurtuluş yoktur! Önkabule dayandırdıkları bir sonucu desteklemek, daha doğrusu sonuca mazeret bulmak için habire delil üretirler. Bunu yapabilmek için de sürgit kulvar değiştirirler. Bir meseleyi ele alıp baştan sonra mantık çerçevesinde tartışamazsınız. Az önce verdiğim örnekte olduğu gibi, konu İsa gibi bir faninin Allah’ın oğlu olup olamayacağı konusundan çıkar, kendinizi Kutsal Kitabın milyonlarca insana mutluluk getirmiş olması (ya da olmaması) gibi Hazreti İsa’nın sulbü ile ilgisi olmayan birşeyleri tartışırken bulursunuz.

Dediğim gibi, Apolojistler, dogmalarını destekleyecek bitmez tükenmez gerekçeler üretirler. Yeri gelmişken, son yıllarda ürettikleri bir delil de Körfez Savaşıyla ilgiliydi. Efendim, Kutsal Kitabın “Vahiy” bölümünde Kudüs’te iki inananın öldürüleceğine ve sokakta yatan naaşlarını bütün dünyanın üç gün boyunca seyredeceğine dair bir kehanet varmış. Ve bu kehanet doğru çıkmış! Çünkü, Körfez Savaşı sırasında canlı yayın yapan CNN televizyonu, iki kurbanın bedenlerini canlı yayında ve günlerce bütün dünyaya göstermiş! Kutsal Kitabı yazan tanrının ta kendisi olmasaymış, bu kehanet nasıl gerçekleşirmiş! 2000 yıl önce televizyon mu varmış!

Apolojistlerin bir diğer özellikleri de iddialarını zayıflatabilecek olgu, olay hatta cürümleri inkâr etmeleridir! Örneğin, Kitabı Mukaddes, 2000 yıl önce yazılmadı, İsa’nın ölümünden yüz yıl sonra derlendi deseniz dinletemezsiniz, çünkü davalarını zayıflatacağını düşündükleri bu veriyi anında hasıraltı edeceklerdir!

Nitekim, Roma İmparatoru Konstantinin Hıristiyanlığı kabulü ile birlikte Avrupa’nın “Karanlık Çağlar”a girmiş olmasına da mazeret üretmekte gecikmemişlerdi.

“Karanlık Çağlar” mâlum Avrupa’nın kültür ve sanatta eski Yunan’ın ve Roman’nın gerisine düştüğü, bilimsel faaliyetin son bulduğu yüzyıllar. 1330’lu yıllarda ünlü düşünür Petrark’la başlayan entelektüel kıpırdanma Avrupa Aydınlanmasına giden süreci de başlatmıştı. Ancak Apolojetikler iddialarından vazgeçmediler. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu ve insanlık için yararlı olduğunu ısrarla savundular, Karanlık Çağlara mazeret üretmeyi sürdürdüler. Yunan ve Roma düşüncesine burun büküyorlar, Hıristiyanların uğradıkları baskıları, zulümleri abartıyorlar, bir yandan da İsevilerin Roma toplumundaki rollerini yücelttikçe yüceltiyorlardı.

“Seçici algılama” derler, binbir olaydan sadece işinize gelenleri, davanızı yürütmenizi kolaylaştıracak olanları seçer, işinize gelmeyenleri yoksayarsınız. Apolojistler, seçici algılama üstadlarıydılar. İşlerine gelmeyen hadiseleri hasır altı eder, işlerine gelen olgu ve olayları büyük bir belâgatla abartırlardı.

Öte yandan, “seçici algılama” uzak geçmişle sınırlı bir uygulama değildir. Örnekerine yakın tarihite hatta günümüzde rastlanır. Meselâ, ırkçılar. Irkçılar, büyük apolojistlerdir! Beyaz Adamın üstünlüğüne, Ari ırkın mükemmelliğine toz kondurmamak için üretmeyecekleri kanıt, üstünü örtmeyecekleri olumsuzluk yoktur! Aynı şekilde, adanmış toplum mühendisleri, ideologlar, iktidar peşinde koşan entelijensiya!

Bu gruplar insanlık için neyin en doğru ve en iyi olduğuna karar vermeye görsünler! Geçtiğimiz yüzyılda Bolşeviklerin, Nazilerin yaptıkları gibi milyonları itlâf etmekten, temizlemekten kaçınmayacaklardır. Gönül, insanlığın önyargıya dayalı davaları geride bıraktığını düşünmek istiyor ama ne yazık ki, öyle değil.

Bugün bile güçlülerin ideolojilerini ihraç etmek adına göze almayacakları savaş yok gibidir. Ortak yanları belâgattır. Hıristiyan apolojetikleri insanlığı kurtarmak için oğlunu feda eden Baba’yı efsaneleştirirlerken, Bolşevikler her türlü kötülüğün temelinde yatan özel mülkiyeti lânetler, günümüz neo-liberalleri de serbest pazar ekonomisine methiye düzerler.

Buna karşın, “apolojetik” sıfatı, artık davalarını yürütmek için sistematik olarak delil üreten, ön-yargılara gerekçe bulan, karşı tarafı dinlemeyen insan topluluklarını ya da bireyleri nitelemekte kullanılır oldu. Bu bakımdan, “apolojist” olarak anılmak artık iltifat sayılmıyor.

Dahası, Apolojistler, amaçlarına ulaşmak için gerçekleri hasıraltı etmekle, kötülükleri aklamakla suçlanıyorlar, hatta “muğfil” oldukları söyleniyor. “Muğfil” yani insanları iğfal eden, aldatanlar anlamında.

Dahası, günümüzde kullanılan “spokesperson” ya da “sözcü” kelimesinin de “apolojist”in yeni çeşitlemesi olduğundan bahsediliyor. “Apolojist saygınlığını yitirmiş bir sıfat olduğundan yerini “tarafsız” ses veren “sözcü” kelimesine bırakmıştır” deniyor. Aslında, “sözcü” de, tıpkı bir apolojetik gibi “verili bir davanın partizan yani yanlı sunucusu” olup, aralarındaki tek fark “belâgat” farkıdır.

Günümüzde bir “sözcü” yanlı olduğunu açık etmemeye özen gösterdiği için, klasik belâgattan, hamasetten uzak durmaya, “yansız” bir dil kullanmaya çalışır. Hepsi bu.

Apolojist gelenek, özellikle de siyasette yaşatılıyor. Uluslararası arenadaki en başarılı örneklerine İsrail’de rastlanıyor. Şöyle ki, Filistinliler, ne denli doğru, haklı ve gerçekçi olurlarsa olsunlar, İsrail’in tutumuna her durumda “mazeret” bulacak bir apojetik daha doğrusu apolojetikler ordusu çıkıyor. Örneğin, İsrail, Filistin göçmen kamplarını bombalamaya mı niyetlendi, apolojetikler ordusu derhal harekete geçiyor ve meselâ Filistin’in yeni lideri Abu Mazen’in uygunsuz kişiliğinden söz etmeye başlıyor.

Uluslararası medya tekellerinin günümüz apolojetiklerinin işlerini kolaylaştırdığı ayrıca bir vakıa. Maksat, üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğunda apolojistler uluslararası medyanın sunduğu olanakları büyük bir maharetle kullanıyorlar.

Hıristiyan apolojistlerin en yaman hasımları “rasyonalistler”di.

Rasyonalistler, “gerçek”e inanç, dogma ya da Kutsal Kitap’ın öğretileri ile değil, mantıkla, sınama/deneme yani bilimsel yöntemle varılabileceğini savunanlar; elle tutulur, ölçümlenebilir verilere dayanan “bilimsel yöntem”den yana olanlar. Hazreti İsa Allah’ın oğludur gibi bir ön-hükümden başlayıp, bu hükmü doğrulayacak deliller üretmektense, kanıtlardan yola çıkıp sonuca varmaya çalışanlar. Ancak, rasyonalizm ya da akılcılık ille de tanrı-tanımazlık değil. Gerçeği sadece ve sadece “inanç” temelinde yapılandırmaya karşılar. Tanrı tanımaz rasyonalistler olduğu gibi, Albert Einstein gibi dindar rasyonalistler de var. Einstein, malûm, dünyayı sarsan buluşlarına Tevrat’tan değil gözlemlerden yola çıkarak, bilimsel yöntemle ulaşmıştı.

Bilimsellik “veri” ister. Rakam ister, delil ister. Objektivite, nesnellik ister. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanıyor olmanız, Hazreti İsa’yı tanrının oğlu yapmaya yetmez. Aynı şekilde, diyelim, Türklerin “Ermeni soykırımı” yaptığına inanıyorsunuz. İnanıyor olmanız yetmez, kanıtlamanız gerekir.

Bu nedenledir ki, “soykırım” iddialarının ve aksinin belgelendirilmesi gerekir. Yani, gelmiş geçmiş tüm arşiv belgelerinin ortaya dökülmesi, değerlendirilmesi gerekir.

Eğer bu yapılmıyorsa, arşiv belgelerinin ortaya dökülmüyor ya da dökülmesi şu ya da bu biçimde engelleniyor, veriler hasıraltı edilmeye çalışılıyorsa dikkat kesilmek gerekir! Çünkü, üzüm yemek değil, bağcı dövmeye yönelik bir hüccetle müdafaa yani apolojist yöntemidir! “Siz istediğiniz kadar tersini kanıtlayan veri sunun, ben bildiğimi okurum” tutumudur ki, tartışmanın ötesinde çatışma kışkırtır.

Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde toplanması plânlanan “İmparatorluğun Çöküşünde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” isimli konferansa yönelik eleştirilerin nedeni de budur. Konferansı tertipleyenler, oturumu belgelere kapattıkları için bilimsel değil, apolojetik bir görünüm vermişlerdir. Siz ne derseniz deyiniz, biz soykırım yapıldığını biliyoruz türünden bir görüntü ki, doğrusu bence de savunulması mümkün olmayan bir pozisyondur. Ve ertelenmeseydi sadece diğer apolojistlerin yani diaspora Ermenilerinin tezlerini desteklemeye yarayacaktı.