“Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün AB konusunda Türkiye’nin üzerine düşeni yaptığını anlattığı toplantıda ISO Başkanı Tanıl Küçük, tren faciasına gönderme yaparak, ‘Avrupalı olmak insan hayatına değer vermeyi gerektirir’ diye konuştu,” diyor, haber.(1) Telmihi? Telmihi, “Avrupalı” olmayanın insan hayatına değer vermediği hükmü ki, insanoğlunun en temel içgüdüsünün, “yaşayakalmak” içgüdüsünün, Avrupa’ya özgü bir haslet olduğu imasıdır.Özgün bir iddia da değildir. 1853’de Hindistan’ı sömürgeleştiren İngiltere’ye “Hintliler öldürülmeye alışıktır” diye arka çıkan Karl Marks’tan önce ve sonra da benzer hükümler vardır. Vardır da, gerçeği yansıtırlar mı?
Mekke izdihamında ezilerek hayatlarını kaybeden binler, hızlandırılmış tren faciasında kaybedilenler, gerçekten de türdaşlarının insan hayatına ilişkin vurdumduymazlığına mı kurban gittiler? Büyük depremden ya da geçen haftaki faciadan sonra dökülen yaşların, timsahın göz yaşları olmasından öte bir anlamı yok muydu? Tanıl Küçük, sözlerini “Avrupa Birliği hedefi doğrultusunda yasalarda gereken tüm değişiklikler yapıldı. Ancak, ‘Avrupalı olmak daha fazlasını gerektirmektedir…” diye sürdürmüş. Ne kadar haklı!
“…Değişimi gelecek nesillere havale etmeyelim, bir an önce başlayalım,” diye eklemiş. Yine ne kadar haklı! Şu şerhle ki, talep ettiği bir dünya görüşünün başka bir dünya görüşüne evrilmesidir ki, bu, değil bir kaç kuşak, asırlar almış ve alacak olan bir dönüşümdür. Ve özü, “tedbir nerede biter, kader nerede başlar?” meselesidir.
Avrupa kıtası topraklarında insanoğlunun “alınyazısı” kelimesiyle ifade edilen bir “mutlak” sona mahkûm olmayabileceği düşüncesi, “kader” inancının yine insanoğlu tarafından atalete biçilen bir kılıftan ibaret olup olmadığının sorgulanması Onaltıncı yüzyılda bilimdeki ilerlemelere koşut olarak başlar. Kırılma noktalarının önde gelenlerinden birisi, fizik ve kimya bilgisi ile ünlü John Locke’un 1690’da yayınlanan(2) makalesidir. Locke, o günlere kadar Batı felsefe ve ilâhiyatının temelini teşkil edegelmiş fıtrat, yaradılıştan gelen “vicdan” gibi nitelikleri ve ilâhi kader düşüncesini reddeder. İnsanoğlunun dünyaya “tabula rasa” dediği, “bomboş bir levha” olarak geldiğini, vicdan da dahil olmak üzere her türlü tutku ve saplantısının beş duyusuyla algıladığı çevreye bir tepki olarak geliştiğini, bu tepkilerinin zaman içinde belirgin bir düzen anlayışına ve akılcılığa evrildiğini iddia eder.
Locke’la başlayan ve sayısız düşünürle gelişen bu insan/dünya görüşü, bir yandan “tek bilginin bilimsel bilgi” olduğu şeklindeki inancın yerleşmesini sağlarken, öte yandan da “mükemmel bir çevrenin yetiştireceği insanlar mutlak surette mükemmel insanlar olacaklardır” düşüncesinin tohumlarını atar. “Mükemmel çevre”den kasıt, “boş levha”yı mükemmel bir biçimde dolduracak bilimsel bilgilerin ulaşılabilir olduğu ortamlardır.
İnsanoğlunun dünyaya “boş levha” olarak gelmiş olmasının bir diğer telmihi de mutlak “eşitlik”tir. Kimsenin diğerinden daha bilgili, daha akıllı doğmadığı, diğer bir deyişle “beş parmağın bir olduğu” düşüncesi, “mutlakiyet” rejimlerinin entelektüel temellerini sarsar, “eşitlikçi demokrasi”ye revaç verir. Ahlâk ve vicdan gibi erdemlerin yaratılıştan olmayıp, çevresel faktörler doğrultusunda şekillendiği iddiasını güçlendirir: “çevreyi düzeltebilirseniz, insanoğlunu da düzeltebilirsiniz” fikrini yerleştirir. Dolayısıyla, toplumsal ve siyasi düzen, insanın mükemmele ulaşmasını sağlayacak uygun eğitim-öğretime revaç verecek şekilde yeniden yapılanmalı, devlet, “azami sayıda insanı, azami derecede mutlu edecek” önlemleri almalıdır. Eğitim-öğretimin insanın ahlâki ve zihni yapısını şekillendirmenin yegâne aracı olduğu hususunda mutabakat tamdır. Locke ekolünün anlayışı Avrupa çıkışlı liberal ya da radikal, çağdaş tüm ideolojiler tarafından benimsenir.
ISO Başkanı Tanıl Küçük’ün “Avrupalı olmak’ daha fazlasını gerektirmektedir…” hükmünden yola çıkarak, biz bu sürecin neresindeyiz diye baktığımda, dillendirelim ya da dillendirmeyelim bir kaç noktada ciddi itirazlarımızın olduğunu sezdiğimi sanıyorum.
Bunlardan birincisi, “tek bilginin bilimsel bilgi” olduğu iddiası. Geçirdiğimiz tren faciası bağlamındaki telmihinden yola çıkarsak, akıl, yeryüzünde geçerli fizik kanunlarının şu dingil ağırladığındaki şu katarın, şu hızda, şu evsaftaki rayların üzerinde seyretmesine izin verip vermeyeceği bilgisinin yoksayılamayacağını söylüyor olsa gerektir. Peki, yoksayılmış mıdır? Evet, Sayın Başbakan’ı yanılmak, mahçup etmek pahasına yoksayılmıştır? Bu nasıl olur? İki neden düşünebiliyorum. İlki, Locke’un “tek bilginin bilimsel bilgi” olduğu iddiasının reddi ki, bu, her kırmızı ışıkta geçenin otomobil altında kalmadığı şeklindeki kadim gözlemimizle ilgiliymiş gibi duruyor. Hernekadar günümüz kuantumcuları söz konusu olguyu yeni fiziğin belirsizlik ilkesi ile açıklamayı tercih edebileceklerse de, açıklamalarının bizim “kısmet” anlayışımızın pek de uzağına düşmediğini teslim edeceklerini sanıyorum.
İkincisi, bilginin “kaynağı”na güvensizlik. “Sen söylüyorsun da bakalım sahiden öyle mi?” sendromu – “rasyonel otorite” kaybı ki, “rasyonel otorite” öğretmenle öğrenci, bilenle bilmeyen arasındaki otoritedir; bilginin paylaşılması durumunda kendiliğinden yokolduğu için “rasyonel”dir. Rasyonel otorite kaybının ya da olmamışlığının toplumuzu uğrattığı zararlarının ve sorumlularının tesbitini fevkalâde önemsiyorum. Uzmanlar, neden kaale alınmazlar? İnandırıcılıklarını yitirdikleri için olabilir mi? Bu sorunun cevabını üniversiteler bulmak ve gerekeni yapmak durumundadırlar. İşaretlerine sadece bürokrasi de değil, basından televizyona hemen her yerde rastladığımız “anti-entelektüelizm” bir diğer faktör olabilir mi? Eğer, öyleyse, Sayın Küçük’ün “Kamu vicdanını yaralamamaya yönelik demokratik refleksleri gösterebiliyor muyuz?” serzenişi mesnetsiz kalmaktadır.
“Kamu vicdanı”nın “tek bilginin bilimsel bilgi” olduğu iddiasını benimsemiş olduğunun işaretleri vermediğini, “Allah’ından bulsun” tutumuna daha yatkın olduğumuzu teslim etmek durumundayız.
Yine aynı söylevdeki, Avrupalı olabilmek “Demokrasiyi, şeffaflığı, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğünü içimize sindirmeyi, insan hayatına değer vermeyi gerektirir’ cümlesine gelince, AKP iktidarının “demokrasi”nin katıksız bir tezahürü olarak başa geçtiğini teslim etmemek olası değildir. “Şeffaflık,” kol kırılır yen içinde kadim şiarına uygun olarak, olumsuzlukları ortaya dökmekten, birbirini gammazlamaktan içtenlikle sakınan bir toplumda zor başarılan bir ruh-dönüşümü olacaktır. Hasılı, Başkan’ın “hesap verebilirlik, hukukun üstünlüğü, sadece yolsuzluklarla ilgili değil, hayatın her alanında yapanın yaptığının yanına kâr kalmaması” temennilerine katılmamak mümkün olmamakla birlikte, “Avrupa Birliği hedefi doğrultusunda yasalarda gereken tüm değişiklikleri” yapmış olmanın yetmediği bir durumla karşı karşıya isek, eğri oturup doğru konuşmak, insanımızın zihni ve vicdani yapısını yeniden değerlendirmek durumundayız.
Ne her yasal hak helâldır, ne de her haram yasayla önlenebilir.