Eylül 2008 / Fazıl Duygun Söyleşisi / AYLIK DERGİSİ
FD : “Akla” ve “vicdana-gönüle” dair düşüncelerinizi anlatabilir misiniz?
AA : “Akıl” olmazsa olmaz koşulu insan olmanın. İnsanoğlu, dünyayı/evreni, teoriler yöntemiyle “aklına uygun” bir biçimde kurgular ve aklının kurguladığı bu kurmaca evrenin bir yerde, bir biçimde sahici Evren’in gerçekleriyle çakışacağını umud eder. Matematikçiler ve fizikçilerin bütün uğraşları, kurmaca da olsa, tutarlı, bütünlüklü, işlevsel, bir Evren tasavvuru inşa etme çabasıdır. Bu mümkün olabilmiş midir? Evet. Aklın kurguladığı matematik, fiziki oluşumları, kimyasal dönüşümleri, açıklayabildiği sürece, evet. Örneğin, Maxwell, ışığın bir elektromanyetik dalga türü olduğunu matematikle oynarken keşfeder; fizikçiler test eder, doğru olduğu ortaya çıkar. Einstein, enerji-kütle denklemini (E=mc2) göreceliğin matematiği ile oynarken bulur; doğru olduğunu nükleer bomba kanıtlar. Öte yandan, vicdanın/gönülün denetiminde olmayan insan aklının şerir olabildiği bir vakıadır. Fransız Aydınlanması’nın “insan aklının/mantığının beşerin esenliğini sağlamaya yeteceği” savının doğru olmadığı, teknolojinin şer’e hizmet etmesinin önlenememiş olmasının tasdikindedir. Birbirinden vicdansız iki dünya savaşı, Vietnam, Afganistan vb., son olarak da Irak. “Ahlâki değerleri reddeden bilim, zehirli bir yılan gibi şerir olur” deyişi, en az iki yüz yıllık bir gözlemdir.
FD : Sizce “Batı aklı” ile “Doğu aklı” ve “İslâm aklı” arasında bir paralellik var mı?
AA : Galiba sizinle “akıl” nedir sorusu üzerinde mutabakat sağlamamız lâzım. Ben “akıl” derken, sadece insana mahsus olan düşünme, anlama, kavrama ve davranışlarını ayarlama melekesinden bahsediyorum. Bu çerçevede, “akıl” aynı akıldır, ateş yakar, su boğar gibi hakikatler evrensel kabul görür, ancak, aklı dizginleyen ya da coşturan saikler farklılaşır. Öte yandan, aklın tek tanımı da bu değildir. Tecrübeyle sabit olmamakla birlilkte akıl yürütmelerin temel aldığı a priori yani “kabullenilmiş” ilkeler sistemine de, çıkarım/usavurum yoluyla fikir yürütme ve doğru hüküm verme melekesine de “akıl” dendiği vardır. Sonra, “idrak” diye de bir şey var ki, onu da kavramlar, olaylar, vakıalar/veriler arasındaki ilişkileri idrak melekesi olarak tanımlarlar. Sorunuza buradan baktığımda, “Batı aklı,” “Doğu aklı,” “İslâm aklı” gibi farklılaştırmaları marjinal görmekle beraber, “idrak”ın toplumların dünya/evren görüşleri doğrultusunda farklı sonuçlara götürebildiğini teslim ederim. Diğer bir ifadeyle, aklın yolu da bir olmayabilir, nitekim.
FD : Aydınlanma aklı nereye oturtmuştur? Yani orta çağ Avrupa’sı “aklı” aydınlanma çağı ve devamındaki Avrupa aklı arasındaki fark nedir? Paul Hazard’ın ” Batı Düşüncesinde Büyük Değişme” isimli kitabında geçen “Akıl denen serderge, yepyeni bir elbise ile geliyor” sözünü nasıl açıklarsınız?
AA : Şöyle söyleyeyim: Aydınlanma, doğrudan tecrübeden kaynaklanmayan, a priori öncüllerden yola çıkan ilkeler sistemine, fikir yürütme ve hüküm verme yöntemine itibar etmeyi bırakmış, hakikate a posteriori yani denenmiş/sınanmış veriler, kavramlar ya da olaylardan ulaşma yolunu seçmiştir. Aradaki fark hakikate ulaşma yöntemindeki farktır. Yeri gelmişken, bence, Doğu-Batı ayırımı da Aydınlanmanın tezgâhından geçmiş olanlar- Aydınlanmanın tezgâhından geçmemiş olanlar olarak yeniden tanımlanmalıdır. Öte yandan, Paul Hazard ne demiş bilmiyorum ama Kuantum Fiziği ile birlikte, Aydınlanma ile gelen “kesin” yani, siyah-beyaz, yani 0/1, doğruların şiddetle sarsıldığı da bir vakıadır.
FD : Mutlak Hakikate bakışınız anlatabilir misiniz? Sizce bütün insanlığı kuşatacak tek bir mutlak hakikat var mıdır?
AA : Dinin ve bilimin, dilerseniz, apriori ve aposteriori ilkeler sisteminin hakikate giden yolun iki yüzü (şimdilik iki yüzü! – bir üçüncü ilkeler sistemi herzaman çıkabilir) olduğuna inanırım. “Tek bir mutlak hakikat”e gelince, onun ne olduğunu ancak Yaratan bilir. İnsanoğluna düşen, aklını ve gönlünü açık tutmak, Allah’ı kendi aklıyla kısıtlamamaktır.
FD : “İnsanoğlunun özde iyi olduğu, fıtratında kötülük bulunmadığı inancı dünyaya hâkim olduğu sürece, özgürlüğün şer lehine bükülmesi kaçınılamazdır. Dünya insanlara aittir inancı, şerden yanlış toplumsal yapılanmalar sorumludur inancı geçerli olduğu sürece, özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır.” Soljenistin’ın, kitabınızda bahsettiğiniz bu sözünden yola çıkacak olursak: İnsanın fıtratının esası olan iki zıt kutup “hayr ve şerr” neye göre sorusunu ortaya koymaz mı? Yani, “neye göre “hayr ve şerr” ?
AA : Vicdana göre, gönüle göre hayr ya da şerr. Kitaplı ya da kitapsız, dünya dinlerinin tümünün hemfikir oldukları bir kavram varsa o da “şerr” kavramıdır. Eşrefi mahlûkat isek, meselâ, hayvanlara eziyet şerr faslındandır, öyle değil mi? Öte yandan, mutlak şerr – mutlak hayr kutupları arasında gri bir alan da vardır.
FD : İslâm’a bakışınızı, onu nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyiz?
AA : Semavi dinlerin en mütekâmili, en ihmal edilmiş, en az anlaşılmış olanı. Bununla beraber, sorunuzu yadırgadığımı da belirtmek isterim – çünkü, nihayet bir dergi söyleşisi yapıyoruz. Sorunun hakkını verebilmem için kıyaslamalı dinler değerlendirmesi gibisinden devasa bir siparişin altından kalmam gerekir! Buna da ne zemin, ne de zaman müsait!
FD : Şamanzim sizin için ne mânâ ifade ediyor?
AA : Mitoloji. Eğer Türk şaman/mitolojisinden bahsediyorsanız, çok naif olduğu kadar da çok derin, çok zengin, çok güzel olduğunu söyleyebilirim. Keşke, Zeus’tu, Afrodit’ti derken, bir de kendi mitolojimizi öğrensek de Akene’nin, Beyaz Kaz’ın keyfini çıkartsak; Demirkazık’tı, Polaris’ti öğrensek. Tarih sıçrama yapmaz, bilirsiniz. İyi bir sosyolog ya da sanatçı, İslam öncesi toplumun zihinsel terkibini tanımalıdır ki, günü doğru değerlendirebilsin.
FD : Alev Alatlı, “Mutlak Hakikat”i Rusya’da mı keşfetti? Veya “mutlak Hakikat”e Rusya’da mı teslim oldu?
AA : Bu soruyu adamakıllı açmanız lâzım. “Mutlak Hakikat”i keşfetmekten, hele de “teslim olmak”tan kastınız, Müslüman olmam için Rusya’yı öğrenmemin gerektiği gibi bir ima içermese gerek?! “Tek bir mutlak hakikat”e gelince, az önce söylediğim gibi, onun ne olduğunu Yaratan bilir. İnsanoğluna düşen, aklını ve gönlünü, dine de, bilime de açık tutmak, kendi aklının dalkavuğu olmamaktır.
FD : “Şöridenger’in SCHRODINGER’in Kedisi- Rüya ve Kâbus”ta izahını yaptığınız, “saçaklılık, kırçıllı” dünya görüşü “herkesin hakikati kendisine, herkes istediğini yapmakta özgürdür” anlayışları; liberalizm, personalizm veya bütün insanlığı kuşatıcı mutlak bir “hakikat yoktur”, zamana, çağa, ve toplumlara görece değişir” diyen post-modernizme ait felsefî anlayışlar tarafından temel alınmış değiller midir?
AA : Gelin, sondan başlayalım: liberalizm 1600’lere, humanizmin bir türevi olan personalizm 15. yüzyıl İtalyasına, relativism asgari İ.Ö. 5.yüzyıl sofistlerine gider; yani post-modernizmin ürünleri değildirler. Postmodernizm, adı üstünde: modernizm-sonrası. Yani? Yani, modernizmi oluşturan paradigmaların iflâsından sonraki dönem. Neydi bu paradigmalar? Batı zihniyetini şekillendiren, doğru-yanlış çetvellerini tanzim eden Aristo’nun mantığının siyah-beyaz kuralları. İzleyen kuşaklar, evreni Aristo mantığı ve bilimsel eğilimleri doğrultusunda algılamaya devam ettiler; matematik, klasik fizik, mantık, hatta sosyal bilimler, sanat ve kültür, hükümlerin doğru veya yanlış oldukları esasına göre şekillendi. Bir şey ya öyledir, ya da değildir; A ya A’dır, ya da A değildir; hem A’dır hem de A değildir olamaz – dı; “-dı” diyorum, çünkü kuantum fiziği ve refakatçisi saçaklı (fuzzy) mantık bu anlayışa ciddi bir darbe indirdi. Herneyse. Aristo çıkışlı mantık doğrultusunda her yasa, her yönetmelik, her kural kesindir ve “doğru düşünme” yöntemi iki bin yıldır Aristo’dan sorulur.
Oysa, işin aslı, bu dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da verinin olmadığıdır. ”Matematik kanunları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değillerdir. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar,” diyen Einstein’in kendisidir. Matematiğin dünyası, sahici dünyadan farklıdır; tarif ettiği dünyaya uymaz. Birisi yapay, cetvelle çizilmiş gibi düzgün; ötekisi sahici yani dağınıktır, pusludur, yani, Saçaklı”dır, kırçıldır. Keza, fiziğin tanımlamaları da yüzde yüz değildir. Fizik, doğrusal sistemleri çözer, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yoktur. Şu şöyle etkilenirse, bu sonuç alınır şeklinde kesin bir şey söylenemez. Fizik kuralları ancak belirli bir yere kadar doğrudur. Gerçek, “Bakalım Mevlâm neyler, neylerse güzel eyler”e, doğrusal sistemlere olduğundan çok daha yakındır. Dahası, “Bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğu” Werner Heisenberg tarafından daha 1920’lerde matematiksel olarak kanıtlanmıştır ki, bu modernizmin aldığı en büyük yaradır.
“Saçaklı” ya da “kırçıllı” diye Türkçeleştirdiğim “fuzzy” mantık, Artisto mantığının şekillendirdiği insan aklının dünyaya ve evrene dair tartışmasız gerçeği çözemeyeceğini kanıtlar. Böylece, modernizmin “mantık ve bilimden uzaklaşmak, Doğu mistisizminin ‘mantıksız saçmalıklarına’ kapılmak demektir” söylemine esaslı bir darbe vurulur. Siyah-beyaz olmayan düşünce biçiminin karışık kafalar, yanlış ölçümler, kötü tasarımlar, özensiz gözlemler, bilgisayara yüklenemesi imkânsız verilerden ibaret olduğu hükmü sarsılır.
1970’lerin başlarından itibaren Batı düşünürleri, “Aristo’nun yanlışlık yaptığına, söylediklerinin o günlerin popüler kültürünü yansıtan bir kapris olduğuna karar verirsek ne olacak? Ya siyah-beyaz mantığın kabulü apaçık bir mantık zorunluluğu değil de, o günlere özgü bir zevk, bir kapris ya da kültürel şartlanma ürünüyse ne yaparız? Aristo felsefesini fizik teorilerimizde reddediyorsak, akıl yürütürken ya da bilgisayarlarımızı tasarlarken neden kullanmak zorundayız? Aristo’nun koyduğu sınırlarının dışındakiler neler? Çokdeğişkenli (multivalued) ya da Saçaklı mantıktan ne haber? Doğu ülkelerinin (burada ‘doğu’ ülkelerinden kast, Jaonya, Çin ve Hindistan’dır) yüksek teknolojisine sızan saçaklılığı nasıl açıklayacağız? Saçaklı mantığın yeri neresi? Doğulu inanç sistemlerinin neresine oturuyor?” gibi soruların cevaplarını arıyorlar.
Hasılı, “Sen haklısın, sen de haklısın, sen de haklısın” diyen Nasreddin Hoca, “Yeni Fizik” dünyasının sembollerin birisi olarak yurtdışındaki konferanslarda yerini alıyor “Saçaklı Devrim” dedikleri değişimi açıklamak için kullanılıyor. Bir şey ya böyledir ya da değildir, terkibi, bir şey hem böyledir hem de değildir terkibi ile yer değiştiriyor. Schrödinger’in kedisinin aynı zamanda ölü ve diri olabilmesi keyfiyeti, Kuantum fizikçileri ile sufi tayfasının kolkola dolaşacakları çağın geldiğini haber veriyor. Ve tabii bütün bunlar doğruysa, bütünlükçü, tasavvufi düşünceye yatkınlığı nedeniyle Müslüman yeni fiziği ve onun getirdiklerini daha kolay içselleştirecektir diye ummak, klasik fiziğin, positivizmin siyah-beyaz, kurallara boğulmuş pozitivist dünyasını kolay içsselleştiremeyen İslam için 21.yüzyılın, 19.yüzyıldan daha çok daha verimli düşünmek imkân dahiline giriyor.
FD : Rüya ve Kâbus isimli kitaplarınızdaki “Onarımcılar”ın sahip oldukları dünya görüşünü izah edebilir misiniz? “Onarımcılar” bir “İslâm-Şamanizm” kompozisyonu görüntüsü veriyor. Bu konudaki cevabınız nedir? “Gogol’ün İzinde” isimli 3 ciltlik eserinizle, diğer eserlerinizi bir karşılaştırdığımızda, “iman ve küfür” arasında bocalayan İmre Kadızade’nin, olgunlaştıkça, “Mutlak Hakikat”e teslim olan “Güloya Hanım”a dönüştüğünü görüyoruz. Bu tesbitim yanlış mı acaba?
AA : Bakın, siz, siz olun roman karakterilerini ne bu kadar ciddiye alın, ne de romancının kişiliği ile bütünleştirip, çıkarsama yapın. Kadızade, ne kadar kurgubilim kahramanıysa, Güloya da o kadar kanlı canlı ve Rusya’nın güncel hallerini çözmeye çalışan birisi olarak kurgulanmıştır. Onarımcılar’a gelince, onlar, Hakikat’ı genelde kabul gören halihazır tümdengelimsel sistemlerle malûl olmadan, tümevarımsal yöntemle ararlar. “Millete hizmet etmek istiyorsan elinden gelen işle başla!” disturu doğrultusunda hareket ettikleri için kalıplanmış, kağıda dökülmüş bir dünya görüşünden değil, dinamik bir “akı”dan yani her an gelişen, açılan, dönüşen varoluştan söz ederler. Dünya ve evrene dair bilgileri, insanoğluna dair hiçbir bilginin, deneyimin, geleneğinin küçümsenmemesi, yoksayılmaması gerektiği şeklindedir. Bu deneyimler, Heisenberg’in de olabilir, Altaylı bir şamanın da, Hazreti Musa’nın da, Başbakan Menderes’in de. Diyeceğim, varsa İslâm-Şamanizm kompozisyonu diye bir şey, Hakikat arayışındaki enstantanelerinden birisi olmalı, asla bütünü değil.
FD : Eserlerinizde, “büyük bir “afazi”ye kurban gitmiş Türkiye ve dünyayı yeniden kendine getirecek düşünce ve eylemlerin, bu afazinin esas sebebi olan Batı düşüncesi ve hayat tarzının bir yansıması olduğu hissediyoruz. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Yani Batı’ya karşı çıkarken, Batıcı olmak, Batıcı bir dille karşı çıkmak vs.
AA : İki arada bir derede kalmışlık olduğu şeklinde bir öneri getiriyorum. Az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, benim meselem “Batı” dediğimiz o namevcut bütün değil. Asıl mesele Aydınlanmanın tezgâhından geçmişlik ve geçmemişlik meselesidir ki, şundan daha iki yıl önce 2006’da, ABD’de yapılan bir araştırmada deneklerin %45’i Tekvin’in yaradılış anlatımına inandıklarını ifade etmişlerdi, Big Bang’a ya da Darwin’e değil. Amerika’dan daha “Batı”sı da yok, var mı?
FD : Türk aydını, bu millete ait bir dil meydana getirebilmiş midir? Bu bağlamda, bu Milleti, Yani Kürdünden, Laz’ına kadar Anadolu’daki Müslüman Türk milletini nasıl anlamlandırırsınız?
Aydınlar “dil” filân meydana getirmesinler, Allah aşkınıza! Birarada yaşayan insanlar ortak dillerini eninde sonunda kendileri yaratırlar; dışardan müdahale olsa olsa afazi doğurur yani kaş yaparken göz çıkarır. Biz yaşadık bunu, biliyoruz. Kürt’tü, Lâz’dı gibi kimlik arayışlarına da özel anlam atfetmiyorum, doğrusu. Önemli olan, belirli bir zaman kesitinde yaygın olan dünya görüşünün paylaşılıp paylaşılmadığı. Nitekim, ne sosyalist solda, ne tarikat ehlinde, ne de finans kapitalizminde etnik kökenlere bakılmıyorsa, nedeni budur.
FD : Sizce, Saçaklılık, çağın en önemli hastalığı olan “önemsizleştirme, değersizleştirmeye” gidişte önemli bir kavşak değil mi?
AA : Hayır, değil. Tersine, ya-ya da mantığının yoksaydığı varoluşların yeniden canlanması anlamına geliyor. Size bir örnek vereyim: müzik. Yakın zamana kadar Türk müziğinin do, re, mi şeklinde sınıflandırılmış Batı notaları arasında kalan ara sesleri inlemekle ağlamakla bir tutulup değersizleştirilirken, gri-alanın varlığının kabul edilmesiyle birlikte yeniden varolma noktasına geldiler. Saçaklılığı yozlaşma gibi algılarsanız, yanlış yapmış olursunuz.
FD : Ilımlı İslâm projesine bakışınız nedir? Bu mânâda “Dinlerarası Diyalog” projesinin aktif mimarı “Stalin “ile günümüzdeki uygulayıcısı “Fetullah Gülen” hakkında neler söyleyebilirsiniz?
AA : Fethullah Gülen ile Stalin’in adının aynı cümlede anmış olmanızı ayıpladığımı bilmenizi isterim. Bu denli indirgemeci ve kaba bir yaklaşım, fevkalâde yakışıksız olmanın ötesinde, meseleleri doğru değerlendirmeniz, doğru hüküm vermeniz önündeki en büyük engeldir, haberiniz ola. Ilımlı İslâm hakkındaki düşüncelerime gelince, sitemdeki makalelerimde bulabilirsiniz.