Türkiye hizipçilik, taraftarlık yapmadan bilgisini ortaya koyan, bu ülkenin iyiliği için bilen insanları bir araya getirmeye çalışan, dünyanın bütününü göz önüne alarak ülkesini yorumlayan, hayatını bizi bir arada tutan tutkalı keşfetmeye adayan, birleştirici bir aydınını kaybetti. Çok çok üzgünüm. Son yıllarda sözleri ve tembihlerinde yer yer hissediyordum, şimdi görüyorum ki bizi yavaş yavaş hayatının sonuna hazırlamış. “Bir şey daha söylemeliyim, tek bir şey daha” diyordu. Ona ömrü vefa etmedi. Alev Hoca’nın resmini çizecek olsam, çalışma masası ve mutfak masası arasında çizerdim herhalde. Yazı ve yemekte hem titiz, hem dikkatli, hem bilgili hem de ustaydı… Gelişigüzel laf ola beri gele hiçbir şeyi sevmezdi. Vefatından iki ay öncesine kadar bilgisayarının başındaydı. 9 cilt yazmayı planladığı Nasihatname serisinin üçüncü kitabını tamamlanmaya çalışıyordu.
Alev Alatlı ile ilk tanışıklığım 1990’lı yılların başında kitaplarıyla ve TRT’de Yalçın Küçük ile yaptığı “Aydın Despotizmi” tartışmasıyla oldu. Biz, sağ-sol kavgaların içinde, modern ve gelenek kavgasının had safhada yaşandığı, yaşam tarzlarının duvarlarla ayrıldığı bir dönemde büyümüş bir kuşaktık. Hayatı boyunca bu duvarların yıkılması gerektiğine inanan biri olarak romanları arayışlarımızın olduğu bir dönemde karşımıza çıktı. Herkesin suçlu olarak karşı tarafı işaret ettiği bir dönemde üstten ve sakin bir yaklaşımla yaşananları anlatan bir yazardı. En önemlisi bu zıt kutupların benzerlikleri ve aynı hamurun çöreği olması ya da onun deyimiyle “aynı bulgur pilavına kaşık sallamak” üzerine kurmuştu hikâyelerini… İşkenceci-Yaseminler Tüter mi Hâlâ? -Viva La Muerte romanlarıyla gerçekçi ve bir o kadar da evin içinden konuşan bir yazardı. Ezberleri bozuyordu. Her kesime aynı mesafede bakmayı başarmış bir öz aydın yazardı.
Viva La Muerte serisini okumayı bitirmiştim. Yeni Şafak gazetesinin ön gazetesi olan Şafak gazetesi için köşe yazısı istemek üzere Levent’teki evine ziyarete gittim. Alev Alatlı kıyafete, eşyaya, tüketim materyali hiçbir şeye önem vermezdi. Onu ilk gördüğümde en çok şaşırdığım şey bu kayıtsızlığı idi. 40 yaşında yazar olmaya karar verdiğinde hayatının rotasını çizmiş ve dünyalık pek çok şeyden uzaklaşmıştı. Masanın başından hiç kalkmadan yaşayabilirdi. Yazı dışında sevgili kızı Funda, kız kardeşi Işıl ve aileyi bir araya getiren evin mutfağına çok önem verirdi. Mesafeli biriydi Alev Alatlı. Kolayca kalbini ve evini insanlara açmazdı. Dostluğumuz zamanla karşılıklı pek çok testten geçerek, yavaş yavaş gelişti. Zaman zaman bir abla, bir anne, zaman zaman bir sırdaş, zaman zaman bir usta yol gösterici oldu. O dışarı çok çıkmazdı, ben adeta onun dışarısıyla bağlantısıydım. Programları çekerken en çok zorlandığım şey onu evden çıkarmak olurdu.
Alev Alatlı fikirlerin bir açık büfe gibi gelişigüzel sunulması ve seçilmesi halinde fayda yerine zarar getireceğine inanır, düşünceye ve dolayısıyla onun hayat ile bağlantısına da bir nizam getirmeye çalışırdı. “Nizam-ı âlem”i parçalayan düzene karşıydı.
Bir yazarın kilometre taşları
İlkokulu Anadolu’nun çeşitli illerinde okumuştu. En çok babasının görevi nedeniyle Erzurum Karaköse’de tek bir göz odada geçen çocukluğunu anlatır. Türk devletinin nereden nereye geldiğini, Rus istilası korkusunun sınırda yaşandığı günleri ve halkın vatanı için her an canını vermeye hazır oluşunu küçük örneklerle anlatırdı. Lise yılları Japonya, Demokrat Parti icraatlarına tanıklığı, ODTÜ’deki günleri, başarılı bir öğrenci olarak Fulbright bursunu kazanması, Amerika’daki eğitimi, ekonometri yüksek lisansı için gittiği ülkeden ilave felsefe, dil, ilahiyat eğitimi alarak dönmesi, DPT günleri, yazarlık döneminin öncesindeki önemli kilometre taşlarıdır. Kendisi, aile ve yaşam çevresi bir dönemin ünlü yazarlarıyla çevriliydi; Yaşar Kemal babasının arkadaşıdır… Süreyya Berfe, Nur Vergin, Latife Tekin yakın arkadaş halkasındaydı. Latife Tekin en beğendiği yazarlardan biridir, nitekim Yalçın Küçük ile girdiği “aydın despotizmi” kavgası da Latife Tekin için edebiyat çevrelerinin eleştirileri üzerinedir.
Sol kesimin yazarları ile ortak yaşamın içinden geçer. Yazko Edebiyat Ödülü aldığında aynı zamanda kitapta kullandığı “asude” kelimesine takılmalarına olan tepkisi döneme dair hatıraları arasında altını çizdiği bir konudur. Cemil Meriç ile önce kitapları aracılığı ile tanışır. Daha sonrasında Cemil Meriç ile dostluğu hayatında önemli yapıtaşlarından birini oluşturur. 2000’li yıllarda kaleme aldığı bir yazıda şöyle anlatır etkilendiği kaynakları… “Kemal Tahir’le, Şevket Süreyya’yla büyüdüm ben. Yüzbaşı Selâhattin’in kıraç Anadolu tasvirleriyle şekillendim. 70’li yılların başlarında DPT koridorlarında ‘Fındık pazarını da İtalyanlara kaptırdık! Nijerya yer fıstığı bizimkinden daha kaliteli! Kuru üzümün hepsini satabilsek bile, petrol ithalatının onda birini karşılamaz!’ diye hayıflananlardanım.”
Bizim English dergisini yine böyle bir kaygıyla, Türklerin İngilizce öğrenememe sebepleri üzerine kafa yorarak çıkartır. Türk düşünme biçimi ve kavramlarıyla İngilizce öğretmenin peşine düşer. 40 yaşında yazar olmaya karar verir. Aydın Despotizmi, İşkenceci, Yaseminler Tüter mi Hâlâ? ve sonrasında her biri ağır bir fikir işçiliği barındıran roman serileri başlar. Or’da Kimse Var mı?, distopik roman serisi olan Schrödinger’in Kedisi: Kabus ve Rüya, Gogol’un İzinde üçlemesi ve Nasihatnameler… 40 yıl öğrenmeye ve 40 yıl da yazmaya adanmış bir ömür…
Dar düşünceye tahammülü yoktu
Alev Alatlı sarsıcı sorunları basit, herkesin anlayabileceği kelimelerle anlatmak isterdi. Dar düşünceyi, “dünyaya kömürlük penceresinden bakmak” olarak tanımlardı. 28 Şubat günlerinde “Dinin büyüsünü göz ardı etmeyi, ‘ilericilik’ bellediğimiz için bu hallere düştük. İslam’ı münkirlere, laikliği farfaralığa kaptırmayacaksak, hamhalat yargılardan sakınmamız şarttır.” diyerek tarihe not düşmüştü. Buna “demokrasi kavgası” diyenlere de cevabı şöyleydi: “Nasıl ki, insanoğlunun Mars’a gidiyor olması, Itri’nin değerinden eksiltmez; ‘demokrasi’ de kadim değerlerin, ‘terbiye’ görmüş egoların anti-tezi değildir. Rahmetli Cemil Meriç’in demokrasi ile ‘demopedi’ ayırımını şimdi çok daha iyi anlıyorum…”
Türkiye’de aydın çevrelerin din ile kavgasına şu örneklerle karşı çıkardı: “Dinin büyüsüyle âşık atıp kendinizi tüketmeyin. Onun dengi değilsiniz. Dine olan susuzluk çok şiddetli, kökleri fazla derin, kültürel pekiştirilmesi fazla güçlüdür. Bu, Psikiyatr Dr. İrvin D. Yalom’dan: ‘Sunacak daha iyi bir şeyiniz yoksa, hiç bir zaman eldekini almayın.’ Aynı gözlem, Ebu Hanife’de var: ‘Yerine onlarınkinden daha iyi bir düzen kuramayacaksanız, yöneticileri hal etmeyin.’ Bir gözlem de Spinoza’dan: ‘Her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çabalar.”
Alev Alatlı’ya göre kural baştan konmalıydı. Devleti yönetenlerin dikkatsizliğinin, savsaklamasının sonuçlarını halktan çıkarmasını Türk siyasi tarihi boyunca eleştirmişti. Hem “şark kurnazlığı,” hem “arabesk” ağlanma, hem “Jakoben dayatma” ve “mızıkçılık” siyasi tarihimizde tespit ettiği büyük sorunlara sebep olan tutumlardı. O’na göre demokrasi, oyunu kurallarına göre oynamaktı: “Eninde sonunda, Türkiye, hiçbir seçimin ‘nihai’ olmadığını bilecek olgunluktadır! Birinde kaybederseniz, diğerinde kazanırsınız. Tıpkı, satranç gibi. İş ki, siz, oynamaktan, ‘oyun’u kurallarına göre oynamaktan vazgeçmeyin!”
Bu toprakların sesiydi
Kemal Tahir’in millici tanımlaması ile mutabık olduğu yerler olsa da tek bir ideolojinin penceresinden bakan biri değildi. Hiçbir zaman tek kaynak ile sınırlı kalmaz, çabuk hüküm vermezdi. Onun penceresinden görünen Türkiye’yi Nasihatlerinden birisiyle aktarayım : “Unutulmaması gereken bir diğer husus da, ne kadar bilgili, metodik, bilimsel olurlarsa olsunlar, bu sorunun yabancılara ihale edilemeyeceğidir. Örnek olsun diye söylüyorum, Yaşar Kemal’in o güzelim İnce Memet’ini dünyanın en başarılı yönetmenlerinden Peter Ustinov filme çektiği zaman neye dönüşmüştür, hatırlayınız. Ortada ne İnce Memet kalmıştı, ne de diğer karakterler. Neden, çünkü ‘yabancı’nın eli değdiğinde, eserin ruhu değişiyor. Aynı şekilde isterse Berkeley olsun, bir yabancı konservatuar Türk Musikisini öğretemez. Bir şey öğretir, ama farklı bir şey öğretir.”
Riyakârlığı eleştiren bir aydındı. Rasyonel olanın peşinden ölümüne gitmeyi savunmuyor, bu noktada Batılılaşma, ilerleme peşinde koşan, kadim değerlerden uzaklaşan İslam toplumlarını da eleştiriyordu. Kullandığı benzetme “Michael Jackson kompleksi”ydi. Tenini kimyasallarla beyazlatarak beyaz olacağına inanan Michael Jackson’ı metafor olarak kullanıyordu. Değerlerini, inançlarını korumayı önemserdi. Söylediği şeylerin evrensel tarafı İslam toplumları için de yol göstericiydi:
“Müslümanlık, bir tür ‘toplumsal terapi’ye indirgenmemeli… Bana kalsa ilâhiyat eğitimini lisansüstü yapar, fizikten, iktisada, mühendislikten, yabancı dillere, dört yıllık üniversite eğitimini başarıyla tamamlamış olanlara açarken, diğer yandan din bilgisi derslerini liseden itibaren tüm okullara (öğrencilerin mezhep ve diğer farklılıklarını mutlaka gözeterek) zorunlu ders olarak koyar, İmam Hatipleri ‘meslek’ liseleri olmaktan çıkartırdım.” derdi. Müslümanların yaşadıkları zamanın özelliklerinin farkına varmadıklarını söylerdi: “Yaşanan sürecin postmodern olduğu doğru ancak Müslümanların yaşanan sürecin bilinçli olarak tanımlayıp tanımlayamadıkları da başka bir mesele.”
Alev Hoca bir yazısına şöyle başlamıştı… “Sizi başkalarına benzetmek için elinden geleni ardına koymayan bir dünyada kendiniz kalmak, bir insanın yeryüzünde verebileceği en büyük kavgaya girişmek ve asla geri çekilmemek demektir.’ der, E.E.Cummings, Bir Şair’den Öğrencilerine Öğütler isimli eserinde.”
Bir insanın yeryüzünde vereceği en büyük kavgayı verdi, kendi kaldı ve böyle yapmayı insanlığın geleceğinin anahtarı olarak gördü. Nasihatname serisinin girişinde tüm sözlerini özetledi… Oradan bir iki notu paylaşmak isterim: “İyimserlik ne kadar abes ise, kötümserlik de bir o kadar abes. Alâkalı delillerin bütününe vakıf olmadığında aklının çıkarımlarına güvenmeyeceksin. Akıl her daim gerekli, velâkin her daim yeterli değil, çünkü 21. yüzyılda birden fazla ‘gerçek’ yaşanıyor. Hâkim ‘gerçek’ ne ise, endişelerimizi o formatlıyor. ‘Her şeyi aklıyla değerlendirmeye kalkan, öfkeden ölmeyi göze alır.’ demeleri de bundan. Önümüzdeki yılları bir elimiz yağda, bir elimiz balda geçiştiremeyecekmişiz gibi duruyormuş. Olsun. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Tarih ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat değil, devirli bir oluşumdur. Gün olur, en gerideki en öndekinden ilerde olur. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın. İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun. (Sözlük kullanmayı da adet edinin.) Aziz ülkemize gelince, ille de bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı adet edinin.”