Ben bir Kürt aydını olsaydım, kendimi parçası hissettiğim halkın bütününü tanımaya adardım. Tanıma sürecine mutlaka bizzat kendimi tanımaktan başlar, aidiyet duygumun dayanaklarını acımasızca irdelerdim. Kendime dair keşfettiğim ilk özellik, pek muhtemeldir ki “Kürtçe” konuşuyor olmam olurdu. Kimliğime ilişkin bu değerli ipucunun izini sürer, Kürtçe’yi “İndo-Avrupa dil ailesinin, İndo-İran dalının İran dilleri alt-grubu”na yerleştiren Batılı dilbilimcilerin eserlerini irdelerdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, irdelediğim dilbilimcilerinin anadilimi altında tasnif ettikleri “İndo-Avrupa dili” sınıfının ideolojik bir “varsayım”dan ibaret olduğunu, böyle bir dilin varlığına ilişkin hiçbir bilimsel verinin bulunmadığını keşfetmekten büyük rahatsızlık duyardım. Rahatsızlığım, “İndo-Avrupa dili” konuştukları varsayılan “Aryan” kavimlerinin bizzat kendilerinin de ideolojik bir kurmacadan ibaret olduklarını keşfettiğimde daha da artar; “ilk İndo-Avrupa dili” ve “Aryan kavimleri” icatlarının arkasında 19. yüzyıl İngilizlerini gördüğümde teyakkuza geçerdim
Bir Kürt aydını olsaydım, halkımın 19. yüzyıla ve İngilizlere ilişkin deneyimleri, beni “emperyalizm”e karşı mutlaka uyarır; araştırmamı derinleştirmeye sevkederdi. Az biraz daha irdelediğimde, “Aryan” kelimesini, Sanskritçe’den türetip, Avrupa dillerine salanların da onlar olduklarını öğrenirdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, halkımın Batının gündemine Mezopotamya’da petrol bulunmasından çok daha önce, dini nedenlerle girdiğini, 1800lü yılların daha ilk yarısında “Havarilerin ruhlarıyla donanmış, İsa’nın aşkı uğruna dünya nimetlerini terketmiş” misyonerlerin “o vahşi dağlar” dedikleri topraklarıma İsa’nın “hacını yerleştirmek” için geldiklerini hatırlardım.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, Edward Said’in “Avrupalı olmayan halkların özelliklerinden bir tanesi de belgeler, tarihler, otobiyografiler, kayıtlar ve benzerleri bakımından zengin olmamasıdır…/onların/ tarihi hakkında kapsamlı, güvenilir bir eser bulunmamasının nedeni de budur” tesbiti kulağıma küpe olur, halkıma ilişkin Batılı “tesbitler”i öğrenir ama mutlak doğru gibi asla kabullenmez; Ermeni diyasporasının ithamları karşısında boyunumu bükmezdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, meselâ 1840 yılında, Muş, Bitlis, Erzurum ve Van’a misyoner aileler yerleştiren Papaz Horatio Southgate(1)gibi bir adamın, “putperest” dediği halkıma kapı komşum Ermeniler aracılığıyla ulaşma planları yaptığını öğrendiğimde düşünür, bu hususta misyonerlerin “Hıristiyan Ermenilerle işbirliği” yapmış olmalarının telmihlerini irdelerdim. Bu bağlamda, Papaz Efendinin “…Bununla beraber, diğer Doğu halklarının hepsinden üstün oldukları kanısındayım. Türklerin ve İranlıların arasında yaşayan Kürtler, ne Türkler gibi suratsız ve ağır, ne İranlılar gibi mülayim ve sinsidirler. Yırtıcı ve aşağılanmış bir ırk olarak dağlarda dolanır, yerleşik Kürtler tarafından sahiplenilmezler. Yerleşikler, farklı bir türdür. İçtenlikleri, erkekçe bağımsızlıkları, şeffaflıkları, cömertlikleri, canlılıkları, zekâları Hıristiyanlığa yaklaşımları bağlamında olumsuzluk içermez, dahası, Hıristiyanlığa biat ettikleri takdirde soylu ve özel bir halk olacaklarına işaret eder” şeklindeki tesbitlerini, halkım üzerindeki emellerin olası bir tezahürü olarak kaydetmekten geri durmazdım.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, rahmetli Musa Anter’in anılarını okumuş, Hitler’in Ankara Büyük Elçisi Franz Joseph Hermann Michael Maria von Papen’in(2) rahmetliyi “Kürt ırkı”nın katışıksız olduğu, yani Araplara, İranlılara, Türklere veya Ermenilere “bulaşmadığı” asırlarda “mavi gözlü-sarışın” olduklarına dair ikna turlarını ürpererek hatırlardım. Aynı bağlamda, Madam Danielle Mitterand’ın yoksul ve garip Diyarbakır’ı “dünyanın en güzel şehri, şehirlerin anası” ilân etmesini de aynı çerçevede değerlendirirdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, sarışın, mavi gözlü ve bütünüyle sanal “Aryan”ların, “Beyaz Avrupalılar”ın Cilâlı Taş Devrinde Kafkaslarda “yaşamış” atalarına dönüştürülmesi sürecini ibretle izler; “Beyaz adamın üstünlüğü” kuruntusunun insanlığın başına sardığı felâketleri düşünür, yüreğim daralırdı.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, 17.yüzyıl gezgini Evliya Çelebi’yi gözden kaçırmaz, dördüncü kitabında onaltı değişik Kürtçe’den bahsettiğini kaydeder; buna karşın, “anadil”in bir halkın etnik kökeninin saptanmasında yegâne belirleyici unsur olmadığını, din, aşiret bağlantıları gibi unsurlarla çakışması halinde önem kazandığını keşfederdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, günümüz dünyasında “millet” kavramının Frenk armutu misali bir sözcük olup, kim hangi niyetle isterse öyle istimal edilebildiğini keşfettiğimde bir daha durur düşünür, “Kürt milliyetçiliği” gibi bir tanımı dillendirmeden önce içini doldurduğumdan emin olmak isterdim. Nedir, “millet”? Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat’ın dediği gibi “bir dinden olanların topluluğu” ise; “milliyet”in karşılığını “ümmet” ise; “aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl; maddi manevi birlik ve beraberlik rabıtaları bulunan topluluklardaki vasıf” ise; “milletimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet; aklı Kur’an ve imandır” açıklaması doğru ise, ne “Kürt,” ne de ne “Türk” milliyetçiliği diye bir tanımlamanın olamayacağını teslim ederdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat’la yetinmez, Batı kaynaklarını didiklerdim. İngilizce, Fransızca, Almanca’da hatta Rusça’da aynı olan “nation” kelimesinin pek ünlü bir çağdaş filozof(3) tarafından “Nation/millet soyuna ilişkin bir kuruntuyu paylaşan, komşularına karşı nefret besleyen bir toplumdur. Bu nedenledir ki, bir nation/millet’teki bağlılığın temelinde kusurlu bellek (kuruntu) ve ötekine duyulan nefret yatar” cümlesini görünce kanım donardı. Biraz daha inceleyince, Profesör Margalit’in ailelerimiz, arkadaşlarımız, sevgililerimiz, komşularımız, kavmimiz ve nation/milletimizle geliştirdiğimiz sağlam ilişkilerin ortak belleğimizin ürünü olduğunu iddia ettiğini görür; “ortak bellek”in sağlam ve ahlâki ilişkiler geliştirirken, aynı biyolojik türden olmamızın dışında hemen hiçbir şey paylaşmadığımız yabancılarla ilişkilerimiz zayıf ve gayri-ahlâki olduğunu söylediğini öğrenirdim. Bu çerçevede, “ortak bellek”in Kürtleri özgürleştirmekten çok sakatlayan, barışmacılıktan çok öç alma duygularını körükleyen bir olgu olabileceğinden korkardım.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, Margalit’in çözümlemesi bize uyar diye heveslensem dahi, öncülünde zorlanır, “öteki”nden kategorik olarak nefret eden/dışlayan bir “Türk” tanımadığım gibi, Türklerin dört başı mamur ortak bir “soysop” doktrinleri olmadığını bildiğimi teslim ederdim. Bir ucu Manas, diğer ucu Hayber Kalesi destanı olan bir anılar manzumesi, ne kadar “ortak bir kuruntu” olabilir diye irdelerdim.
Ben bir Kürt aydını olsaydım, talihsiz bir tarihin, tanımların idelojik karmaşasının acısının, hele de Yeni Dünya Düzeninde yaşayakalabilmek için canını dişine takmış çabalayan Türkiye’den çıkarılmasına izin vermezdim.
(1) Papaz Horatio Southgate,1812-1894, Portland, Maine doğumlu Amerikalı “Congregationalist” papaz. “Muhammediliğin İran ve Türkiye’deki durumu” başlıklı araştırması için 1836’da New York’tan çıkıyor, dört yıl süreyle “Ermenistan, Kürdistan, İran ve Mesopotamya”da geziyor. “Narrative of a Tour through Armenia, Kurdistan, Persia, and Mesopotamia, New York, 1840.
(2) Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi, 1939 to 1944.
(3) Avishai Margalit’in The Ethics of Memory (2002)