Siyaset bilimci Dr. Murat Yılmaz’ın “28 Şubat ve ‘ihtilal mantığı’” başlıklı makalesinin ağzımda bıraktığı tatsızlığın nedenini keşfetmem için bir defadan fazla okumam gerekti. Ve nihayet!.. Anladım ki, rahatsız eden küçük entelektüel kurnazlıklardır beni! Yazarın “seyrettiği bir tiyatro oyunu,” bu oyunda sık sık “işgal” edilen bir ülke ve içine düştüğü durumun neticesi olarak yılın her günü kutlamak durumunda kaldıkları “bayramlar.”
Buradan “başarılı 28 Şubat 1997 darbesi”ne, oradan bir diğer tarih benzerliğine 28 Şubat 1962’ye atlayış; derken 27 Mayıs ve diğer “darbe girişimleri” ve bunların “Türkiye için bir tiyatro oyununun yazılmasına ilham verebilirliği.” Yani? Yani, yazarın izlediği oyundaki “küçük ülke” ile Türkiye, “sık sık işgal” ile “darbe teşebbüsleri” arasında kurulan bağlantı. Yani? Türk Silâhlı Kuvvetlerinin “işgal” ordusu olduğu telmihi ki, zikrin ağızda yuvarlanmasının bir diğer adıdır, “Ezop dili.”
Sonra dört tespit:
(1) “Türkiye ne yazık ki, çok zayıf bir hafızaya sahip ve bu konuyla hesaplaşacak cesaretten de yoksun…Siyasi Düşünceler Tarihi dersi verdiğim kamu yönetimi bölümü öğrencilerine 14 Mayıs 1950’den, 27 Mayıs 1960’a, 22 Şubat 1962’den 12 Mart 1970’e kadar on civarında tarih sordum ve şaşırtıcı şekilde koca sınıftan doğru tek bir cevap bile alamadım.”
(2) “Darbelerin mantığına göre, Türk milleti henüz rüştüne ermiş değildir. Siyasetçiler ve siyasi partiler, bu yüzden milleti kandırmaktadır. Şu halde Türk milletini vesayet altına alarak onu siyasetçilerden ve kötü niyetli benzer unsurlardan koruyacak bir aktöre ihtiyaç vardır. Bu aktör, aydınların desteğine de sahip olan ordudur.”
(3) “Ordu kandırma ilişkilerine dayalı demokrasiye son vererek henüz rüştüne ermemiş Türk milletini vesayet altına alacak, onu olgunlaştıracak reformlar yapacak ve reformlar yerleşinceye kadar yönetimi üstlenecektir. Ordu milletin halaskârı (kurtarıcısı) olarak bu rolü üstlenmekten kaçamaz…durumundan vazife çıkarmalıdır.”
(4) Ordu, “milletin kendisinden daha hakiki ve ehliyetli temsilcilerinden bahsedilebilmektedir. Milleti küçük gören bu zihniyet, milletin oy verişinden daha bir hafta geçmeden milletin iradesini ayakları altına almaya cüret edebilmektedir.” (5) 22 Şubat hadisesinde, “Başbakan İnönü’nün esaretten kurtulduktan sonra darbecilere boyun eğmeyerek ve hiçbir taleplerini kabul etmeyerek gösterdiği cesaretin neticesinde darbeciler çözülmüştür.” Sayın siyaset doktorunun bu tespitlerinden yola çıkarak, şimdi ben desem ki, “çok zayıf bir hafızaya sahip olması ve askeri darbelerle hesaplaşacak cesaretten” de yoksun olması, “Türk milletinin henüz rüştüne ermiş” olmadığının göstergesidir. Siyasetçilerin ve siyasi partilerin, bu yüzden milleti kandırmayı sürdürdükleri, siyasi partiler ve seçim kanunlarının 2004 yılı itibariyle geçmemiş, milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmamış olmasının tasdikindedir. Şimdi, ben de desem ki, henüz rüştüne ermemiş olan “Türk milletini vesayet altına alarak onu siyasetçilerden ve kötü niyetli benzer unsurlardan koruyacak bir aktöre ihtiyaç vardır.” Bu aktörün, her Türk erkeğinin hayatının bir döneminde görev aldığı, dahası Türk aydınlarının da desteğine de sahip olan Türk ordusu olması şükredilecek değilse, ehveni şer bir durumdur. Şimdi, ben de desem ki, kandırma ilişkilerine dayalı bir sistem demokratik olamaz. Bu nedenle, “Ordu kandırma ilişkilerine dayalı demokrasiye son vererek henüz rüştüne ermemiş Türk milletini vesayet altına alacak, onu olgunlaştıracak reformlar yapacak ve reformlar yerleşinceye kadar yönetimi üstlenecektir. Ordu milletin halaskârı (kurtarıcısı) olarak bu rolü üstlenmekten kaçamaz…durumundan vazife çıkarmalıdır.”
Şimdi, ben desem ki, siyasi partiler ve seçim kanunlarının demokratik olmadığı, milletvekillerinin dokunulmazlık, devlet memurlarının ise sayısız kalkanla korundukları bu ülkede, milletin “kendisini” temsil ettiği söylenemeyeceği içindir ki “milletin kendisinden daha hakiki ve ehliyetli temsilcilerinden bahsedilebilmektedir.” Nitekim, rahmetli İsmet İnönü’nün 22 Şubat dönemindeki iktidarı halkın iradesini yansıtmaz, bu nedenle “milletin oy verişinden daha bir hafta geçmeden” ayaklar altına alınmasına cüret edilebilmiştir. Şimdi, ben de desem ki, 22 Şubat hadisesinde, “Başbakan İnönü’nün esaretten kurtulduktan sonra darbecilere boyun eğmeyerek ve hiçbir taleplerini kabul etmeyerek gösterdiği cesaret”in kökeni, rahmetlinin yine Türk ordusundan aldığı destektir. Bu destek, meşru komuta zincirinin ihlâline karşı çıkan adsız yiğitlerin desteğidir ve darbecilerin geri çekilmesini sağlamıştır.” Desem, ne olur?!
Desem, her şeyden önce “demokrasi” nedir, ne değildir, meselesinin tartışılması gereği ortaya çıkar ki, “demokrasi” bizim her derde deva bellediğimiz kendisiyle başlayan kendisiyle biten, eskatolojik, cennetimizdir, bir araç olarak ele alınması bile küfür sayılır. Bunun ardından, Türk milletinin niteliklerini tartışmamız gerekir ki, bu da “erişkin” olmak nasıl birşeydirden başlar, ülkenin eğitim ortalamasının 3,5 yıl olduğu keyfiyetine kadar gider. Buradan, nasıl bir eğitimden bahsettiğimiz meselesi ayrıca doğar ki, başlı başına bir meseledir. Münferit olaylara girdiğimizde işler daha da karışır. Rahmetli Menderes’in Demokrat Partisinin nesnel değerlendirmesi, demokrasi rüyalarımızı yıkacağı için kabul edilemez. Aynı şekilde, kötü “darbeciler”in Türkiye’nin en özgürlükçü anayasasını yazmış oldukları olgusu da, demokrasi rüyamızı zedeleyeceği için kabul edilemez. Burada zikretmeyeceğim pek çok örneğinden yola çıkarak, milletin kendisini temsil etmek üzere demokratik seçimler sonucu yönetime getirdiği liderlerden çok daha hakiki ve ehil temsilcileri vardır ama bu zaafımız da açık yüreklilikle irdelenemez, vb. vb. Velâkin, bilim doktorlarının durumdan çıkaracakları vazife de işte bu “sahici” konularla cesaretle hesaplaşmaktır. “Temenni edilir ki, karşı tarafın parolası da bundan böyle demokrasinin parolası olsun: Türk milleti aldanmaz!” cümlesi, “politically correct” olmakla birlikte, akademik tuzaklar içeren bir cümledir, çünkü ne “Harbiye”nin karşıtı “demokrasi” dir, ne de “Harbiyeli”nin karşıtı, “Türk milleti.”
Siyaset bilimi, bunu böyle öğretmiyor.