Bir de Siz Tartın

Hukuk, hele de Anayasa hukuku gibi derya deniz bir alanda hariçten gazel okumanın saçma, hatta edep-dışı olduğunu bilmez değilim. Buna karşın, madem ki hukuk, topluma malolmuş ahlâk anlayışının üzerine bina edilir, madem ki, Anayasa’nın 138. maddenin 1. fıkrası, kanun ve hukuka değil vicdani kanaate vurgu yapar, madem ki Türk Medeni Kanunu vicdan ve ahlâkın hukuk kurallarının gereği ve emri olduğunu belirtir, şu halde, toplumun benzer ahlâk anlayışını paylaşan bireylerinin hukuk alanında çalışan Sayın Yalçınkaya gibi bir uzmanın görüşlerini irdelemeleri meşru ve gereklidir diye düşünürüm.

Sayın Yargıtay Başsavcısının, Başbakan Erdoğan’ın “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri” başlıklı 61 maddelik bir listesi var. Bu liste, Sayın Yalçınkaya’nın “Adalet ve Kalkınma Partisinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği anlaşıldığından” şeklindeki söylemiyle “temelli kapatılmasına karar verilmesi istemi” ile açtığı davanın iddianamesinin önde gelen “tesbitler”ini ihtiva ediyor. Benim “hariçten” değerlendirmemde gördüklerim şunlar; bir de sizlerin gözden geçirmesi iyi olur kanısındayım.

(sürüyor…)İddia (8): “Yeni Zelanda ve Avustralya’ya yaptığı ziyareti tamamlayarak Ankara’ya dönen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Esenboğa Havaalanı’nda 11.12.2005 tarihinde yaptığı basın toplantısında; “Türkiye’de etnik unsurları birleştiren ana unsur dindir’ şeklinde bir ifadeniz oldu mu, yoksa yanlış anlaşılma mı oldu?” sorusu üzerine, “Ben ne söylediğimi çok iyi biliyorum. Bakın bunu ne zaman, ne üzerine söyledim. İşin başını, arkasını bir tarafa koyup ortasını almayın. Biliyorsunuz konu, Sayın Baykal’ın Yugoslavya benzetmesi üzerine söylenmiştir. Türkiye, bir Yugoslavya değildir. Orada Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi ayrı dinlerin mensuplarıdır. Aynı dinde olup farklı mezheplerde olanlar da vardır. Ama Türkiye’de ise 30’a yakın etnik unsur var. Bunu her zaman sizler de yazıyorsunuz, yüzde 99’u Müslüman bir ülke Türkiye’de din bir çimentodur.” cevabını verdiği,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar “din bir üst kimliktir” ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, “Üst kimlik olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur. Tarih boyunca bu böyledir….” diye söylemiş (Ek.8) olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri: Benim bütün anladığım Sayın Başsavcı’nın, Başbakanın “din bir çimentodur” ve “şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur” şeklindeki saptamalarına katılmıyor olması. Nihayet Erdoğan’ınki sosyolojik bir hükümdür, ola ki, Sayın Yalçınkaya’nın elinde farklı sonuçlara götüren veriler vardır. İyi de, Erdoğan’ın tesbitinde yanılıyor olması, Partisinin kapatılması için yeterli ve yasal bir gerekçe olabilir mi? Bence, olmaz.

İddia (9) 2005 yılı Mayıs ayında Kazakistan ziyareti dönüşü Atatürk Havalimanı’nda gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın; izinsiz açılan Kuran kurslarıyla ilgili olarak “Bir defa, şu ifade, çok çirkin bir ifade(…) Kaçak Kur’an kursu diye bir ifade olmaz. Yanlış bir şey. Bir defa, kanunun ruhuna aykırı. Kur’an öğrenilir. Kuranı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanmaz. Bu millet Müslüman’dır ve Müslüman olan millet, kendi kitabı Kuranı da rahatlıkla öğrenebilir. ‘Kaçak Kuran kursları’ diye bir kanun maddesi yok. Ortada olan madde şudur; kanuna aykırı eğitim kurumlarıyla ilgilidir. Bu, birçok alanda eğitim veren kurumları kapsamaktadır. Bu tür yanlışlarla ülkemizi, halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede, kendi kitabını öğrenme konusunda, kalkıp da böyle laflar kullanmayalım. Ondan sonra da kalkıp ’efendim niye İncil dağıtılıyor’ diye bağırmanın bir anlamı yoktur. Önce bu millet, Müslüman olarak, tabiî ki kendi kitabını öğrenecektir, bilecektir ama onun ruhunu kavrayacaktır. Onun ruhunu kavramasına yönelik de kendi çarelerini bu millet, yasalar içerisinde, tabiî ki üretecektir.”…Türban konusunda ise; “ben toplumun talebini çok iyi biliyorum ve duyarlılığı çok iyi anlıyorum. Bu duyarlılığın bilinci içerisinde de geleceğe bakıyorum. Çünkü ben yaşıyorum, ben konuşmuyorum” şeklinde (Ek.9) beyanda bulunmuş olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri: Sayın Erdoğan’ın “kaçak Kuran kursu” tabirinden hoşlanmaması anlaşılabilir – nitekim, Sayın Yalçınkaya da “izinsiz açılan Kuran kursları”ndan bahsetmektedir. Ancak, Erdoğan’ın “Kuranı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanmaz” beyanı ile (deyiş yerindeyse) topu taca attığı da bir vakıadır, zira burada “kaçak” kelimesinin ima ettiği “suç” öğrenme ile değil öğretme ile ilgilidir. Niyeti farklı dahi olsa, bu millet Müslüman’dır ve Müslüman olan millet, kendi kitabı Kuranı da rahatlıkla öğrenebilir şeklindeki konuşması, şahsen bana “bu milletin sağlık sorunları vardır ve sağlık sorunları olan millet, tababeti de rahatlıkla öğrenebilir” türünden bir iddia çağrıştırmaktadır ki, ücretli ya da ücretsiz, izinsiz yani ehil olmayan birilerinin öğretime kalkışması birden fazla yasaya aykırı olsa gerekir diye düşünürüm. Kaldı ki, Başbakanın bu beyanı izinsiz Kuran kurslarına yeşil ışık yaktığı şeklinde de algılanabilir. Bu çerçevede, ‘kaçak Kuran kursları’ diye bir kanun maddesi yok beyanını da topu taca atmak olarak yorumlarım, zira, örneğin ‘kaçak dişçilik kursları’ diye de spesifik bir kanun maddesi yoktur ama herhalde eline kerpeteni alanın diş çekmesine izin verilemez – demiş, kim? “Modernite!”

Demek istediğim, çatışmanın temelini belki de Sayın Yalçınkaya ile Sayın Erdoğan’ın “Kuran kursları”nı algılamaları arasındaki farkta aramak lâzım. Ola ki, Erdoğan için, su içmek, yemek yemek kadar doğal bir gereksinim olan Kuran öğrenme faaliyetinin, aynı doğallıkta birileri tarafından yürütülmesinden daha doğal birşey olamazken, Yalçınkaya için Kuran kursları herhangi bir beceri kursu gibi ehliyete (ve dolayısıyla izne) tabi öğretim faaliyetleridir. Erdoğan açısından örneğin bir çocuğu “kaçak beslemek” fevkalade yadırgatıcı bir tabir, ama Yalçınkaya açısından denetlemesi gereken herhangi bir eğitim faaliyetinden farklı değildir. Nitekim, Başbakanın “ben toplumun talebini çok iyi biliyorum ve duyarlılığı çok iyi anlıyorum. Bu duyarlılığın bilinci içerisinde de geleceğe bakıyorum. Çünkü ben yaşıyorum, ben konuşmuyorum” sözleri de Sayın Başsavcınınkinden farklı bir algılamanın varlığına işaret etmeye çalıştığını gösteriyor gibidir. Bu sezgimde hakikat payı varsa, çatışmayı ülkemizin içinde bulunduğu sancılı modernleşme sürecinin bir parçası olarak görmemiz gerekir diye düşünürüm.

Öte yandan, Kuran kursları Erdoğan’ın ima ettiği gibi doğal süreçler ise, İHL’lerin meslek lisesi kapsamından çıkarılması, katsayı vb. modernist ölçütlerle işlerinin olmaması gerekir. Ancak, bugünkü statü ve standartlarının devamının doğru olduğunu düşünüyorsak, o halde Kuran Kurslarının da ehliyeti kendinden menkul birilerine emanet ediliyor olmasına müsamaha göstermemek gerekir. Her halûkârda, çıkışımız, yasaların ciddiyetle uygulanmasıyla mümkün olacaktır.

(sürecek)

İddia (1): “Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılı Mayıs ayında Malezya’ya yapmış olduğu gezide bu ülkede yayımlanan News Straits Times adlı gazeteye ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ demiş olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.”

İddianın düşündürdükleri:
Sayın Yalçınkaya’nın kendi İddianamesinin “A.Giriş” ile “C. Laikliğe Aykırı Eylemlerin Odağı Olmak Durumunda Siyasi Parti Kapatma Nedenlerinin İrdelenmesi”nin “kapatma nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi” bölümlerinde (1)”Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez ögeleri olmalarına karşılık modern siyasi partiler toplumsal yaşamdaki yerlerini 19.ncu Yüzyılda almışlardır.” (2)”Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında laikliğin önemi, modern devlet yaratma sürecinde laikliğin rolü ya da İslam dininin öznel yapısı ile gerekçelendirilmiştir” (3)”Türkiye’nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir, insanlık idealidir.”[18] şeklinde üç ön-kabul/tanım bulunmaktadır. Bu önkabuller doğrultusunda, meğer ki “modern İslâm devleti” ifadesinin “anti-laik bir devlet” anlamına geldiği hususunda mutabakat sağlansın, Erdoğan’ın ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ şeklindeki düşüncesi, Yalçınkaya’nın ön-kabullerinin açılımı/sonucu ve hatta güçlendirilmesi olarak algılanabilir; ve bu çerçevede “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamında yeraldığı iddiası bence zorlamadır.

İddia (2): “Yargıtay Onursal Başkanı Eraslan Özkaya’nın ülkede yaşanan gelişmeleri ve gidişatı da gözeterek 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında, “…Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı…” şeklindeki tespitine, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ” …Siz bir dinin mensubuysanız, farklı bir dinin mensubunun olduğu alana giremezsiniz. İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir(…) Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek Türkiye’de, gerek Batı’da, gerek Dünya’da tamamıyla dinlere saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması, aynı şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını hazırlıyor. Biz de böyle bir gayretin içindeyiz …” diye beyanda bulun/muş/ olması (Ek.2) “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri:
1) İlk akla gelen, Sayın Fener Rum Patriği Bartholomeos’un 08-09-2004’de Reuters’ Haber Ajansına verdiği şu “Türkiye’de din özgürlüğü kavramının oldukça kısıtlı ve yüzeysel olduğu Avrupa Birliği baskısının, 1971 yılında kapatılan ruhban okulunun tekrar açılmasını sağlayacağına inandığı” şeklindeki yazılı demeç. Sayın Bartholomeos’un İslâm devleti kurmak isteyeceği düşünülemeyeceği için Özkaya’nın 2003 Yılı Adli Yıl açılış konuşmasında “…Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı…” şeklindeki tesbiti ve dolayısıyla Sayın Yalçınkaya’nın bu iddiasının mantıkî mesnedi yoktur.

2) İddianenin “Kapatma nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi” başlıklı bölümün dokuzuncu paragrafında Sayın Yalçınkaya’nın “Batı aydınlamasının da temeli olan lâikliğin, insana, dine saygısı, dinî kendi yerinde tutan anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir” şeklindeki saptamaları ile Sayın Erdoğan’ın “İnancınızın gereği neyse, bu inanca saygı duymak yönetimlerin görevidir(…)” ifadesinin aynı ilkeyi seslendirdiği açıktır. Aynı şekilde, Erdoğan’ın “Kaldı ki, şu anda yaşanan süreçte gerek Türkiye’de, gerek Batı’da, gerek Dünya’da tamamıyla dinlere saygılı olan bir anlayışın egemen kılınması, aynı şekilde düşünceye ve örgütlenmeye saygılı yapıların, özgürlüklerin oluşmasına fırsat verilmesini devamlı olarak imkânını hazırlıyor.Biz de böyle bir gayretin içindeyiz …” cümleleri “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamında yer aldığı iddiası bence zorlamadır.

İddia (3): “Genelkurmay 2. Başkanı Org. İlker Başbuğ’un imam hatip lisesi mezunlarıyla ilgili askerlerin rahatsızlığını ortaya koymasından sonra, Üniversitelerarası Kurul üyesi profesörler ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşen Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 16.10.2003 tarihinde yazılı basında yer alan ifadesinde, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in acil olarak çıkarılmasını savunduğu imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırması amacıyla YÖK Yasasında yapılacak değişikliğe ilişkin tasarıyı “acelemiz yok” diyerek geri çektiklerini bildirdiği, tasarının TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç tarafından YÖK Yasa taslağı içerisinde değerlendirilmek üzere alt komisyona gönderil/mesi/ (Ek.3) “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri:
Sayın Başsavcının “imam hatip lisesi mezunlarıyla ilgili askerlerin rahatsızlığı” olarak ifade etmeyi seçtiği konu Org. Başbuğ’un 17-10-2003 tarihindeki “Diyanetin din hizmetleri için yıllık tahmini kadro ihtiyacı 5 bin 500. İmam hatiplerden her yıl 25 bin öğrenci mezun oluyor. Durum böyle olmasına karşılık, 25 binin neden artırılmak istendiğini anlamakta güçlük çekiyorum” şeklindeki demeçleri olsa gerekir.
Söz konusu demecin bu demeç olması halinde, (a) gerek Başbakan ve gerekse Milli Eğitim Bakanının bu demeçten etkilenmeleri, (b) konuyu üzerinde yeniden düşünülmek üzere alt komisyona göndermeleri doğal hatta arzu edilebilir bir davranış olarak görülebileceği gibi, (c) Sayın Erdoğan’a atfedilen “acelemiz yok”beyanının da “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamında ne işi olduğunu anlamış değilim. İddia (4):“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29.05.2004 tarihinde Oxford Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası verdiği demeçte imam hatip liselilerin önünü açan YÖK Yasası’nı laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e “Bu okullar çok partili dönemden beri var. Dün laikliğe aykırı değildiler, bugün niye aykırı oldular? Bunun laiklikle alakası yok” …”Normal liselerde okutulan birçok ders İHL’de de okutuluyor. Ayrıca din dersi için de bir yıl fazla okuyorlar. Bu tür bir eğitim almak laikliğe aykırı mı?” diye söylediği, “Son 5 yılda bu yasağı koymak hangi adalet duygusuyla bağdaşır?” “Sizin için ılımlı İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik birbiriyle nasıl bağdaşır?” sorusuna “Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” yanıtını(Ek.4) vermiş olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler”kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri:
İmam Hatip okullarının ilk kez 1924 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından açıldığı, 1929-30 öğretim yılında kapatılmalarından sonra, 1948 ve 1949’da CHP iktidar partisi CHP tarafından kurs olarak tekrar açıldıkları, aynı yıllarda eğitim-öğretim müfredatına din derslerinin konulduğu, Ankara Üniversitesi bünyesinde ilk ilahiyat fakültesi açıldığı, 1950 yılında mevcut imam hatip kurslarının yetersiz olduğuna kanaat getiren Demokrat Partinin 7 imam hatip okulu açtığı, okul sayısının 1958’de 26’ya, 1969’da 71’e, 1997’de ise 600’e ulaştığı, 1962-1963 İsmet İnönü döneminde 7 adet imam hatip okulu açıldığı, 1965-1971 Süleyman Demirel’in 46 okul daha açtığı, 1973-74 öğretim yılında CHP-MSP koalisyonunun imam hatip liselerine bütün üniversitelere giriş imkanı verdiği, 1974 yılında 33 tane imam hatip okulunun daha açıldığı, 1974-1975’de Bülent Ecevit’in 29, 1975-1978’de Süleyman Demirel’in 233 imam hatip okulu açtığı, 1976’da kız öğrencilerin de imam hatip okullarına alınmaya başlandığı, 1978-1979 Bülent Ecevit, dört tane imam hatip açılmasını kararlaştırdığı tarihsel bir gerçeklik iken, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı Sezer’in vetosuna “Son 5 yılda bu yasağı koymak hangi adalet duygusuyla bağdaşır?” şeklindeki tepkisinin “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamında mütalâa edilmiş olmasını anlayamamaktayım.

Keza, “Sizin için ılımlı İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik birbiriyle nasıl bağdaşır?” sorusuna “Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur”şeklindeki cevabının “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamına alınması da bence şaşırtıcıdır. Çünkü, herşeyden önce laik bir devletin başsavcısı, başbakan da olsalar, bireylerin mensup oldukları dinleri algılama biçimlerini sorgulama yetkisini haiz olmasa gerekir.

Keza, başbakan ya da değil, Müslüman olduğunu ifade eden birisinin günümüzde hararetli tartışmalara konu olan “light” ya da “ılımlı İslâm” şeklindeki tanıma ilişkin düşüncelerinin Anayasa ihlâli ile ne gibi bir ilişkisi olduğunu anlamakta güçlük çekmekteyim. Erdoğan’nın ya da başka bir vatandaşın, “light” sözcüğünden ne anladığı, ne tür bir İslam tanımını benimsedikleri, mezhepleri, günah sayıp saymadıkları davranış biçimleri gibi dinsel alana ait konuların laik bir devletin savcısının iddianamesinde yeri olamaz diye düşünürüm. İşaret etmek istediğimi bir uç örnekle açıklamaya çalışayım: diyelim ki başbakan Alevidir, ve yabancı basın mensubuna “…Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı zedelemeye yönelik bir tezdir…” şeklinde bir cevap vermiştir. Sayın başsavcı bu durumda ne yapardı? Başbakanın bu cevabının İslâm fıkıhına uygunluğunu araştıracak hali olamayacağına göre, iddia kendiliğinden düşmüş mü olacakdı?

Kaldı ki, Erdoğan’ın “Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir” beyanının da laiklik ilkesine aykırı olmak şöyle dursun, onayladığı açıktır. Sayın Başsavcı, meğer ki “Laiklik, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir” şeklindeki evrensel tanım ile “İslâm’ın bir din/inanç sistemi’olduğuna itiraz etsinler, Erdoğan’ın “İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur”tesbitine katılmak durumundadırlar.

Öte yandan, birey ve din arasındaki ilişkilere değil, devlet ve din arasındaki ilişkilere temel sağlamaktadır. Dine bağlı devlet “teokrasi;” dine bağlı birey “dindar” olur. “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet”(1) laik, “hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan” birey ise agnostik ya da ateist olarak tanımlanır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın“Kişiler laik olmaz” tesbiti tanım gereği yerinde bir tesbit olup, “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamına girmese gerekir.

(1)Leon Duguit 1859-1928; Fransız hukukçu, Bordeuax Hukuk Fakültesi dekanıİddia (5): “RP İstanbul İl Başkanı olarak Ümraniye’de 1994 tarihinde yaptığı konuşmanın kasedinin Kanal D’de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz konusu konuşmayı günün şartları içinde, üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade ederek, “Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim” (Ek.5) demiş olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri: Sayın Başsavcının gönderme yaptığı 1994 konuşması şöyle: “1 Kasım bir dönüm noktasının adıdır. Zafer değil. Zafer böyle yakalanmaz. Şu anda daha henüz bir yoldayız. İnanıyorum ki yeşil ışıklar gözükmüştür. Fakat biliniz ki oraya kadar daha çok işaretler var. Ama inanıyorum ki, zafer Allahın lütfuyla er geç bizim olacaktır. Çünkü, vahi ilahi böyledir bunun işaretleri gözüküyor. Biz Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allahın izniyle.” Sayın Erdoğan’ın “gibi olmayız” dediği Cezayir ise, 1991 seçimlerinin ilk turunda oyların %55’ini İslâmi Kurtuluş Cephesinin (FIS) alması üzerine ordunun yönetime el koyduğu, 6,000den fazla olduğu söylenen FIS mensubunu tutuklattığı, 1992 Mart’ında Parti’yi tamamen kapattığı Cezayir. Anlaşılan o ki, Erdoğan, 1994’de İstanbul İl Başkanı olduğu Refah Partisi seçmenine kendilerine oy vermekten korkmamalarını, Refah’ın iktidara gelmesi halinde Türk Ordusunun Cezayir Ordusunun yaptığını yapmayacağını söylüyor. Bunun nedeninin de FIS’ten farklı olarak Refah Partisinin “hazmettire hazmettire” geliyor olması olduğu anlaşılıyor.
Şimdi, FIS’in ve HAMAS’ın Cezayir’de “hazmettirmeden” geldiklerini ima etmek, abes. Ancak, şahsen benim ilk tepkim, Türkiye’nin bir biçimde Cezayir’le birlikte anılmış olmasına duyduğum infial. (Sayın Başsavcıyla belki de buradan tanışıyoruz :)!) Şöyle ki, 1991 Cezayir seçimlerinde ilk turdan sonra “bunlar Anayasa’yı değiştirecekler, demokrasiye son verip, İslâm devleti kuracaklar” iddiasıyla darbe yapan ve milyonlara varan kayıplarla sonuçlanan Cezayir İç Savaşını başlatan, sömürgeleştirildiği 1865’den itibaren ülkelerine kan kusturan Fransızlarla dillere destan işbirlikçiliği içine giren Cezayir Ordusu ile İstiklâl Savaşı vermiş Türk Ordusunun benzeşebileceğini akla düşürebilecek herhangi bir teşbihin yakışıksızlığından müteessir olur, hatta ayıplar, hatta kınarım. Halbuyken, seçmenlere verilen “hazmettire hazmettire geliyoruz” müjdesi, teyakkuza geçme ihtiyacı doğurur. İkinci tepkim, Refah Partisinin, Cezayir’in İslâmi Kurtuluş Cephesi gibi, Hamas gibi programlarında şeriatla yönetilen bir İslâm Devleti kuracaklarını ilân eden siyasi partileriyle birtutulabileceği telmihinin yarattığı ve yine “hazmettire hazmettire geliyoruz” haberinin tetiklediği gizli acenda, dilerseniz, takıyye korkusunu tetikler. Ve bu korku, Sayın Erdoğan’ın “22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz konusu konuşmayı günün şartları içinde üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade” etmiş olmasının yatıştırabileceği gibi bir korku değildir. Tersine, Refah Partisinin “söylem ve disiplin”ini sorgulatan gizli acenda korkusu da ayrıca yerleşir.
Öte yandan, hernekadar Erdoğan’ın “Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim”şeklindeki 2001 demecinin kişisel düşüncelerini yansıttığı kabul etsem de, Cezayir’e gönderme yaptığı 1994 konuşmasını açıklamaya yetmediğini, ancak “laiklik ilkesine aykırı” bir tarafının da olmadığını düşünürüm. Dahası, açıklamanın yapıldığı 2001 tarihinde, Erdoğan’ın “söylem ve disiplini”ne sadık kalması gerektiğini ifade ettiği Refah Partisi de yoktur. Dahası, kendisi, Refah’ın Saadet Partisinin kurulmasıyla sonuçlanan “gelenekçi kanat”ını değil, “yenilikçi kanat”ını seçmiş, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurarak başına geçmiştir. Yani? Yani, bu hareketi ile Refah Partisinin geleneksel söylemi ile hemfikir olmadığını (ya da değiştiğini!) ispatladığı da düşünülebilir, takıyye yaptığı da.
Hukukta “zaman aşımı” diye bir kavramın olduğunu biliyoruz; peki, “değişim” ya da “ıslah” diye bir kavram yok mudur? Diyelim, on dört yıl önce yapılan bir hırsızlık, insanı bir ömür boyu hırsız mı yapar? Islaha, değişime yer yok mudur? Bir kez çalan, hep çalar mı gerçekten? Hukuk felsefesi ne der? Umarım, bu yazıyı okuyan hukukçular vardır da, bizi bilgilendirirler.
Meraklısı için: 1994 konuşmasının devamı da şöyleymiş: “Bir buçuk milyarlık İslam alemi Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda içte onun ışıkları göründü. Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun. çalışmaya mecbursun. Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır.”
“Vahi ilahi, hak, nur” gibi İslâmi ses veren kelimeler kullanmayı tercih etmiş olması, “Türk milletinin ayağa kalkmasını bekleyen” bir buçuk milyarlık İslâm alemini referans alması, Türkiye’yi Batı dünyasındaki yeri ile değerlendirmeye alışık olanlarımız için hayli yadırgatıcı ifadeler olsa gerekir. Ama, “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamına girer mi? Parti kapatılması için yeterli bir gerekçe olabilir mi? John Kennedy, meselâ, “God bless America”/Tanrı Amerika’yı kutsasın dediğinde laiklik ilkesi aykırı demeç vermiş olur mu? Ya Amerikan dolarının üzerine “In God we believe”/Tanrı’ya inanırız yazılması laiklik ilkesine aykırı eylem sayılır mı?

İddia (6): “Christchurch kentinde, “Ulusal Avrupa Etütleri Merkezi” tarafından düzenlenen konferansa katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’de Türkü vardır, Kürdü vardır, Lazı vardır, Çerkezi vardır, Gürcüsü vardır, Abhazı vardır, aklınıza ne gelirse. Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan önemli bir din bağı vardır. Çünkü Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman’dır. Bizdeki etnik unsurları birbirinden ayıran ya da bağlayan bağ, Yugoslavya’daki gibi Hırvat, Boşnak, Sırp gibi değildir. Yugoslavya’da savaşlar başladığı zaman birbirlerinden boşanmışlardır, ayrılmışlardır. Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunu, Türk vatandaşın sorunu kadardır, Laz kökenli vatandaşımın sorunu ne kadarsa Kürt kökenli vatandaşımın sorunu da o kadardır.” şeklindeki beyanlarının 6.12.2005 tarihli basın yayın organlarında(Ek.6) yer” almış olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri: Yukardaki paragrafta altı çizili cümle, Sayın Başsavcının italik-bold hurufatla vurguladığı cümle. Din bağının önemli olmadığı bilimsel olarak kanıtlanmış bile olsa, bu cümlenin nasıl olup da “laiklik ilkesine aykırı demeç” sayılabildiğini anlamış değilim – tabii, laiklikten anladığımız “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir” olduğu sürece. Kendi adıma “Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan önemli bir din bağı vardır” cümlesini tarihsel ya da sosyolojik yorumdan öte algılamıyorum. Bununla beraber, Sayın Başbakan’ın Türkiye’ye ilişkin açıklamalarında eski Yugoslavya, yani, 1946 sonrası adıyla “Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti,” 1992’den sonraki adıyla “Federal Yugoslavya Cumhuriyeti”ni referans almış olmasını elma-armut benzeştirilmesinden daha anlamlı bulmuyorum. Zira, eski Yugoslavya, adı üstünde, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Makedonya ve Kosova’nın tamamı ile Slovenya ve Hırvadistan’ın büyük bir kısmına kaplayan bir federasyondu. Herbiri bir sosyalist cumhuriyet olan bu ülkelerin farklı başkentleri (sırasıyla, Belgrad, Sarayova, Titograd/Podgorika, Priştina, Lubliyana ve Novisad) farklı etnik kimlikleri, farklı dinleri ve farklı dilleri vardı; hatta ülkenin resmi dili Boşnakça-Hırvatça-Sırpça üçlüsüydü. Bugünkü Yugoslav’da bile Sırplar, Macarlar, Romenler, Yugoslavlar, Boşnaklar, Karadağlılar ve diğerleri olmak üzere ondan fazla farklı dil konuşan, Ortodoks, Katolik, Protestan, Müslüman ve kayıtlı ateistler gibi farklı inançları olan halklar, dilerseniz milletler, vardır; eskiden olduğu gibi bugünkü Yugoslavya da derlenmiş bir ülkedir. Bu niteliği ile Türkiye Cumhuriyeti şöyle dursun, resmi dili ve dini tek olan Osmanlı İmparatorluğu ile bile aynı kefeye konulması hatalıdır. Yine de, bir siyasi parti liderinin, hatta başbakanın tarihsel ya da sosyolojik yorumlarında yanılıyor olması, anayasayı ihlal ettiği anlamına gelmese gerekir.

Öte yandan, Sayın Başsavcıyı asıl sinirlendirenin 1920’den bu yana “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” oluşturma savaşı veren Türkiye Cumhuriyetinde sayılamayacak kadar çok “etnik unsur”un varlığının bizzat ülkenin başbakanı tarafından kabul ve ilân edilmiş olması olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Sayın Başsavcı, ola ki, her ne kadar dillendirmemiş de olsa Sayın Başbakanın “ortak din olmasa bunlar dağılırlar” şeklinde bir imada bulunduğunu düşünüyordur. Ve belki de haklıdır. Gelin görün, benim hukukçu olmayan kafam, “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını”ilkesinin ihlâlinden bahsedilince kanıt olarak yazılı ya da değil ama ille de harbi demeç ya da icraat görmek istiyor ki, ikna olsun.

Şu “etnik unsur” tanımının, ne bir siyasi, ne de bir adli sistem mensubu tarafından kullanılmasının anlamlı olmadığı da meselenin diğer yanı. “Etnik unsur” halk değildir, millet hiç değildir. “Etnik unsur” hemen her zaman kökü belirsiz bir geçmişe uzanan bir soy-sop, ırk, kavim mitinden ibarettir. Örneğin, İngiliz kökenli Amerikalıların “etnik” kökenleri Germen de olabilir, Ango da, Sakson da. Keza, Alman kökenli Rusların kökenleri Frenk de olabilir, Germen de, Nordik de. Biraz daha ittirirseniz, Aryan da olabilir, Slav da; böyle binlerce örnek verilebilir. Diyeceğim, “etnik unsur” kavramı hemen her zaman politik bir kavram olup, milletleri birleştirmek ya da bölmek üzere kullanılagelmiştir. Hal buyken, Sayın Başbakan’ın Türkiye’nin dini bütünlüğünü vurgulamak ihtiyacını neden duyduğu da ayrı bir mesele. Olası bir açıklama kendisinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla konuştuğu kentin adının “Christchurch” yani, Ædes Christi, yani “İsa’nın Evi,” anlamına gelmesi olabilir mi diye merak ediyorum. Christchurch, İngiliz Kralı VIII. Henry’nin lağv ettiği en eski manastır-kiliselerinden/dergâhlardan birisinin adıdır. Ve ziyaret ettiği kent, 1850-1851’de Christ Church dergâhının Yeni Zelanda’ya göçen İngiliz müridleri tarafından kurulmuştur. Yani, “Medine” ne kadar İslâm’ı çağrıştırıyorsa “Christchurch” kenti de o kadar Hıristiyanlığı çağrıştırır. Ola ki, böylesi bir zımni savunma ortamında bu tarz bir üstenci konuşma yaptı – kimliğimiz gereği herhangi birimizin yapabileceği gibi.

İddia (7): “başbakan recep tayyip erdoğan’ın, avustralya’nın sydney kentini gezerken, “Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır”…”Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah’tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz” (Ek.7) demiş olması “laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçler” kapsamındadır.

İddianın düşündürdükleri: yukardaki paragrafta altı çizili cümle, Sayın Başsavcının italik-bold hurufatla vurguladığı cümle; açık mavii olan da benim. Açık mavi olan, Sayın Başsavcının duymak istediği cümle olmalı. Bu cümle, önceki iddiayı (6) da zayıflatan bir cümle: “Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan önemli bir din bağı vardır… Amabizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır.” Gelelim altı çizili cümleye: Diyelim ki, bu topraklarda yaşayan hiçbirimiz “Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah’tır” inancını paylaşmıyoruz; diyelim ki, “ayrıma ne gerek var” inancına da katılmıyoruz, “o üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz” şeklindeki temenniyi de çağdışı hatta saçma buluyoruz – Ve fikir özgürlüğünü savunan, demokratlarız! İster bir parti başkanı, hatta başbakan olsun, inanç özgürlüğü diye bir kural yok mudur? Başkanının inancını dillendirmiş olması, partisinin kapatılmasıyla tehdit edilmesi için yeterli ve yasal bir gerekçe olabilir mi? Bence olmaz.