Kongre – Ankara
Sayın Başkan, Değerli Üyeler,
Toplumumuza dair derin bir kaygımı, akıl sağlığımıza dair kaygımı, güzide Kurultayınızda seslendirmeme fırsat tanıdığınız için teşekkür ederim.
Hemen ifade etmeliyim ki, benim benimsediğim “akıl sağlığı” tanımı, insan varlığının tüm kültürler ve tüm zamanlar için geçerli olmazsa olmazlarını temel alır. Bu bağlamda, insan ırkının büyük ruhani liderlerinin öğretileri ile örtüşür. Birkaç örnek vermem gerekirse, IV. Amenhotep, Hazreti Musa, Kung Futse, Lao-tse, Buda, Jesaja, Sokrat, Hazreti İsa, Hazreti Muhammed, Mevlâna Celalettin Rumi, ve tarihin değişik dönemlerinde, dünyanın çok farklı bölgelerinde yaşamış olan diğer büyük düşünürler.
Yine bu bağlamda, modern psikoloji ve psikiyatrinin temelini teşkil eden 19.Yüzyıl maddeci düşüncesinin psişik fenomenlerin kökenlerini fiziyolojik, bedensel süreçlerde arayan önermelerinden farklıdır.
İfade etmeye çalıştığım, bugün burada sizlerle paylaşmak istediğim
düşüncelerimin dünya görüşü özde maddecilik olan, insansal tutkunun fiziyolojik dayanağını “libido”da bulduğuna inanan Freud’dan farklı bir temel üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Bu temel, insan davranışları ile insanın insana ve insanın doğaya davranışını esas alan ve gözlemlerini bunlara dayandıran temeldir.
Akıl sağlığı meselesine buradan baktığımızda, şöyle bir tanımlama yapabiliriz: Akıl sağlığı, insanın sevebilmek ve yaratabilmek yetisi, ailesine, aşiretine, cemaatine ensestvari bağlılıktan kurtulabilmişliği, kendisini davranışlarının öznesi ve nesnesi olarak görebilmesi, kendisinin ve başkalarının gerçekliğini idrak edebilmesi, diğer bir deyişle nesnellik ve akıl yürütme yetisi ile doğru orantılıdır.
Benimsediğim bu tanım, akıl sağlığının fizyolojik dayanaklarını arayan bir tanım değildir. Çünkü ben insanın psikolojik evrimin, organik değişim değil kültürel gelişim sonucu olduğu kanısındayım. Bu kanımın bir nedeni, insan bedeninin, beyninin, bedensel koordinasyonun, fiziki gücünün yüzbinlerce yıldır değişmemiş olması; diğeri insan evriminin tümüyle gelecek kuşaklara bilgi nakledebilme ve dolayısıyla bilgi biriktirebilme yeteneğinin sonucu olmasıdır.
Kültürü akıl sağlığının olmazsa olmaz koşulu olarak görüyorum. Diğer bir deyişle, “akıl sağlıksızlığı”nı kültür evrimin bir alt basamağı, “gelişmemişlik” şeklinde tanımlamak eğilimindeyim. Bu bağlamda, “Akıl sağlığı bireyin topluma ‘uyum sağlaması’ değil, toplumun bireyin ihtiyaçlarına uyum sağlamasıdır” diyen Erich Fromm’a katılıyorum. Kişisel tecrübem, bireyin akıl sağlığının içinde yaşadığı toplumun yapılanması ile ilişkili olduğu şeklindedir.
Buradan yola çıkarak, sağlıklı bir toplumun bireyin diğer bireyleri sevmek, yaratıcı üretim içinde olmak, idrakını ve nesnelliğini geliştirmek, kendisinin öznesi ve nesnesi olduğunun bilincine varmak yetisini geliştiren; sağlıksız bir toplumu ise, karşılıklı husumet, inançsızlık yaratan, bireyi kullanma ve sömürme aracına dönüştüren, bireyin kendi kendisinin öznesi ve nesnesi olarak görmesini
engelleyen, eylemlerine yabancılaştıran, başkalarının hizmetinde bir robot olmasını teşvik eden bir yapılanma olarak görüyorum. Bence toplumlar, bireyin sağlıklı gelişmesini sağlayabildikleri gibi, engelleyebilirler de. Bir toplumda, yeşertici ve engelleyici güçlerin ikisinin birden olması da doğaldır. Burada sorun, olumlu ve olumsuz güçlerin niceliğidir.
Şimdi, tabii, “akıl sağlıksızlığı”nı kültür evrimin bir alt basamağı,
“gelişmemişlik” şeklinde tanımlamak eğilimindeyseniz, karşınıza cevaplamak durumunda olduğunuz pek çok soru çıkıyor. Dr. E.A. Streecker, meselâ. ‘50li yılların bu ünlü psikoloğu, “Ben gelişmişliği /akıl sağlığını yani/ bir işe yapışabilmek yetisi, bir işte istenilenden fazlasını vermek kapasitesi, güveninirlik, zorluklar ne olursa olsun bir planı yürütmedeki ısrar, örgütlü ve emir-komuta zinciri içinde başka insanlarla birlikte çalışabilmel, karar verme yateneği, yaşam sevinci, esneklik, bağımsızlık ve hoşgörü olarak tanımlıyorum” diyor. Dr. Streecker’ın burada “gelişmişlik” olarak tanımladığı bir büyük örgütlenmede çalışan iyi bir işçinin ya da askerin erdemleri – çoğu kez insan kaynakları sayfalarında rastladığımız reklâmlarda istenilen erdemler gibi. Streeker ve onun ekolünden olanlar, gelişmişliği/akıl sağlığını aynı zamanda topluma uyum olarak tanımlıyorlar. Streeker’ın “gelişmişlik” kriterlerini beğeniriz veya beğenmeyiz ama şurası muhakkak ki, toplumsal bir ideal’in varolduğu varsayımından yola çıkıyor. Diğer bir deyişle, akıl sağlığının tanımını kendi toplumu için belirliyor. Normları, kendi toplumunun normlarıdır. Bu saptama da beni kendi ülkemizin koşullarına getiriyor.
Bana öyle geliyor ki, daha doğrusu öyle hissediyorum ki, psikolojinin
ülkemizdeki en önemli sorunu sosyoloji, felsefe, siyaset bilimi, ekonomi, tarih, hukuk, ilâhiyat, edebiyat, töre-bilim gibi disiplinlerle ortak bir paydadan hareket edememe sorunudur. Daha açık bir ifadeyle, her bakımdan bir geçiş döneminde olan Türkiye henüz rol-modeli teşkil edecek sosyal karakterini saptamış değildir.
Sosyal karakteri, aynı kültüre mensup bireylerinin çoğunluğu tarafından paylaşanlan kişilik yapılanmasının çekirdeği olarak tanımlıyorum. Sosyal karakterin işlevi, belirli bir toplumdaki insan enerjisini o toplumun yaşayakalması amacıyla şekillendirmek ve kanalize etmektir. Bu psikoloji biliminin ya da psikologların tek başlarına yapabilecekleri bir iş değildir. Ve meğer ki, az önce saydığım ve saymadığım disiplinlerle ortak hareket edilsin, psikoloji bilimi, ne kendi sosyal karakter modelini yaratabilecek, ne de toplumun bireyi az önce tanımladığım şekilde geliştirecek toplumun yaratılmasını
sağlayabilecektir.
Ekonomi, politika, din, dil… tümünün anlaşılırlıklarını kaybettikleri bir dönemi yaşıyoruz. Fiilen ve ahlâki olarak, herşeyin mümkün ve var olduğu bir dönemi yaşıyoruz. İnsanımız toplum şöyle dursun, ne kendi yaşamına sahip çıkmaktan aciz olduğu bu dönemde, hızlayabancılaşmaktadır. Yabancılaşmayı, Karl Marx’ın tarif ettiği anlamda kullanıyorum: “Kişinin kendi davranışının kendisinin ihtiyarında olmaktan çıkıp, kendisinin üstünde ve kendisine hasım olan yabancı bir güç haline geldiği durum.” Bundan dokuz-on sene önce, kitaplarımdan birinde, “Türkiye’de toptan yabancılaşmaya çeyrek kaldı” mealinde bir öngörüde bulunmuştum, bugün hâlâ aynı düşünceyim.
Türkiye insanı, kendisini kendi gücüyle, kendi yetişmişliği ile ayakta duran bir varlık olarak hissetmemekte, aksine, varlığını projekte ettiği kendisinin dışındaki güçlere bağımlı, her bakımdan zayıf düşürülmüş bir “nesne” olarak görmektedir. Herşeyi devletten beklemek, siyasi partilerdeki lider sultası, işte, sanatta, edebiyatta yaratıcılık noksanı, demokratik edilgenlik vb. vb. Gözlemlerimizin nedeni bu ruh halinde yatmaktadır. Üretime olduğu kadar tüketime de yabancılaşılmıştır. Tüketime yabancılaşmak, satın alınanın karşılığının kişinin emeği ve üretimi olarak düşünülmemesi olarak tarif edilir. Türkiye insanı doğası ve menşei hakkında hiçbir şey bilmediği tüketim malları ile
sarılmıştır. Cep telefonu, DVD, vb., bize neredeyse ilkel Afrika kabilelerinin insanlarına olduğu kadar yabancıdır. Çalıştırmak için hangi düğmeye basacağımızı biliriz ama hangi fizik, elektronik ilkelerine göre çalışırlar, nasıl üretilirler, neyin pahasına üretilirler hiçbir fikrimiz yoktur. Tüketiriz ama tükettiğimiz nesne ile hiçbir ilişki geliştirmeden.
Konu üzerinde saatlerce konuşabileceğimi farkettiğinizden eminim. Sabrınızı ve nezaketinizi daha fazla zorlamayacağım. Son bir saptama: Türkiye insanının, kendisini kendi gücüyle, kendi yetişmişliği ile ayakta duran bir varlık olarak hissetmiyor, aksine, kendisini kendisinin dışındaki güçlere bağımlı, her bakımdan zayıf düşürülmüş bir “nesne” olarak görüyor olmasının bir telmihi de “haysiyet, vekar” gibi hasletlerin dilimizden düşmesidir. Kendisine yabancılaşan Türkiye insanı için “kendiliği” (yine “self” anlamında) başkalarıyla olan ilişkilerinde takındığı/giyindiği rollerden ibaret olmaktadır ve roller kişinin onaylanmak, beyenilmek için takındığı rollerdir. Korkarım ki, ülkemiz, hemen kimsenin kendisi gibi olmadığı, sürgit rol yapan, oynayan insanların ülkesi olmak yolundadır. Bu gelişme, bir yandan iş hayatında olsun, devlet yönetiminde olsun üretimsizliği körüklemekte, diğer yandan, toplumda husumet ve inançsızlık yaratmaktadır.
Sonuç olarak, Türk psikologlarının işi zordur. Ama en zor olanı, ülkemizin kendi sosyal karakterini, kendi normlarını, kendi cümlesini yaratmasıdır. Ve bu felsefesiyle, edebiyatıyla, sanatıyla, sosyal bilimleriyle toplam bir seferberlik gerektirir.
Teşekkür ederim.