‘Sen bir köylüsün,’ derdi, ‘Evet, bir köylü! Yani cemiyetin tortusu! Bir mülkiyet budalası! Köylü sınıfı zaten nedir ki?! Bir Ortaçağ artığı! Toprağa yapışmış, donmuş, statik bir varlık! Bütün inkılâplarda fren! Bir ayak bağı…
Siz köylülerin görüş ufkunuz yalnız kendi tarlalarınızın sınırları ile çevrilmiştir. Kafanız bâtıl inanışlara bağlıdır. Hayatınız, ağanın, derebeyinin yahut muhtekirin elindedir. Köylü sınıfı, inkılâbın sadece kuyruğudur. Evet, kesilecek ve atılacak kuyruğu!.. Sizin sınıfınız artık temizlenmeye mahkûmdur, yoldaş! Evet, temizlenmeye ve süpürülmeye!” Bu cümleler, Nazım Hikmet’e ait. 1922’de St. Petersburg varoşlarındaki Udelnaya kampında Şevket Süreyya Aydemir’e söylüyor; Vâlâ Nurettin de şahit. Şaşırtıcı mı? Söyleyenin gelmiş geçmiş en ünlü Türk şairi olmasının dışında şaşırtıcı değil; çünkü, gönül verdiği ihtilalci ideoloji böyle buyurmaktadır. Aslına bakarsanız, gönül verdiği ihtilalci ideoloji “köylü denilen” şeyin “protoplazma”dan ibaret olduğunu da (Trotskî) buyurmaktadır. “Protoplazma,” malûm, birtakım proteinler ve sudan ibaret bir kimyasal bileşim; yani, canlıların en işlenmemiş, en ilkel hammaddesi. “Protoplazma”nın “insan”a dönüşmesi için milyonlarca yıl “evrilmesi” gerekir. Buradaki anahtar kelimenin “evrilme” olduğuna ve Darwin’in, Marksizm şöyle dursun, modernizmin koruyucu azizi olduğuna dikkatinizi çekerim.
Nazım Hikmet’in Rus köylülerinin temizlenmeleri gerektiğinden bahsediyor olmasının Türk köylülerini kayırdığı anlamına gelmediğine de dikkatinizi çekerim. Zira, mürşitleri gibi, kendisi de bir “dünya ihtilali”ne kurgulanmıştır; “modernleşme”ye ayak bağı olan köylü milleti “evrensel” olup, etnik ayrıcalık söz konusu değildir. Yine de, köylü sınıfının idam fermanını kıraat ettiğinden bu yana neredeyse bir yüzyılın geçtiğini düşünürsek, “dünyada tanınan 5-6 Türk’ten biri,” şiir sanatının bu en büyük ustası, bugün yaşıyor olsaydı böyle konuşuyor olur muydu? İhtimal vermiyorum, zira, köprünün altından çok sular aktı. 2005 itibarıyla Türk halkının % 67,3’ü şehirlerde oturuyor. Varsa, çağdaşlaşmaya fren koyan birileri, bu “mülkiyet budalaları”nın kentlerde aranması gerekecekti. Kaldı ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün “milletin efendisidir” buyurduğu “köylü” sınıfını “kesilecek ve atılacak kuyruk” diye tanımlamak, günümüzde “siyaseten doğru” bir davranış da olmayacaktı. Her ne kadar, Atatürk’ün naçiz vücudu nicedir toprak olmuşsa da, Bekir Coşkun’un def’atle uyardığı gibi, Çankaya, hâlâ “Atatürk’ün makamı ve Başkomutanlık” sayılmaktadır. Hal buyken, köylüyü “cemiyetin tortusu” diye aşağılamak, isterse Mozart ödülü alsın kimsenin öyle kolay cür’et edebileceği bir tavır değildir; şamar oğlanı olarak elde kala kala “köyü şehre taşıyanlar” kalmaktadırlar.
Gırgır ekolü
Bu hesapça, Fazıl Say’ın geçenlerdeki programda “Kendisi hakikaten orada Bekir Coşkun’un anlattığı göbeğini kaşıyan adam durumundadır benim gözümde.” dediği Osman Yağmurdereli, Ümit Zileli’nin kendisini “sanatçı” sanmakla suçladığı Adnan Şenses, tasfiye edilmesi gerekli bu sınıftandırlar. “Ayağını altına alıp oturur. Elinde bayraklarla yürüyen kadınları görünce ‘Ne vınaklıyo bunlar len…’ diye kızar. ‘Haberleri’ sevmez. O ‘Ti-Vi eğlence programına’ bakar. Dünyada neler olup bittiği konusunda, bildiği tek dış politika yorumu ‘İngiliz yaman olur’ görüşüdür. Kitap okumaz. Gazete bilmez. İlgi duyduğu tek gazete, turşu kavanozlarının altına serdiği geçen senenin gazetesidir. Çok da gerekiyorsa ‘Bi bakıver kitap ne diyor?’ diye sorduğu bir ‘hoca’sı vardır” şeklinde betimlenen “göbeğini kaşıyan adam,” Fazıl Say’ın “Osman Yağmurdereli’ler tarafından yönetilmektense…” diye başlayıp, memleketi terk etme tehdidiyle sonuçlanan tipolojidir.
“Bir özelliği de, bol çocuk yapıp salmasıdır” denilen “göbeğini kaşıyan adam,” ’80li yıllardan itibaren yaygınlaşan “maganda, şehir magandası, trafik magandası, zonta, hırbo” hatta “kıro ve keko” şeklindeki sakat klişelerin kaba ve içeriksiz bir versiyonundan ibarettir. ’70li yıllarda parlayan Gırgır dergisi ve onun açtığı yoldan yürüyen yazar ve çizerlerin, parlamentoyu, sivil siyasetçileri, “solcu” olmayanları (ki, bu, Bekir Coşkun, Mine Kırıkkanat, Ümit Zileli, Fazıl Say vb. bağlamında epeyce tartışma götürür bir “solcu”luktur) CHP dışındaki seçmenleri, özetle, kendi meşrepleri gereğince “öteki” olarak algıladıkları herkesi kaba bir dille yerin dibine geçirmeleri, hakaretamiz sözcükler türetmeleri şeklindeki kronik yanlışın devamıdır.
Kendilerini “sol çizgi”de görseler de, bu insanların solculuğunun, Nazım Hikmet şöyle dursun, CHP geleneğinden daha etkin bir solculuk olmadığı da ortadadır. Bu halleriyle Necdet Şen’in çok yerinde bulduğum ifadesiyle “aşiret törelerine sımsıkı bağlı feodal delikanlıların, kardeş kanı akıtan nevrotik namus takıntılarına fazlaca benzemektedir”ler. “En ufak bir farklılıkta kasaturalarına davrananlar” her taşın altında bir “ihanet” ve “iffetsizlik” aramakta, “kapanan internet sitelerinin” hesabını Yağmurdereli’den soran Fazıl Say misali, yakışıksızın ötesinde manasız durumlara düşebilmektedirler. “Bakın ben bu bütün söylediklerimden dolayı haftalardır tehditler alıyorum, internet sitelerim kapanıyor. Osman Bey’e sormak lazım bunlar normal mi? Bunlar uygar bir ülkede normal mi? Dünyada tanınan 5-6 Türk’ten birine uygulanan bu yöntem normal mi diye bir sormak lazım Osman Yağmurdereli’ye. Mesela Madımak’la ilgili sorular soruluyor kendisine, konuyu Adnan Şenses’e getiriyor. Türkiye’yi son derece üzen olayların yaşanmasına, bunun bütün dünya tarafından utanılacak şekilde tanıtılmasını es geçerek, tavır koymalarına sinir oluyorum. Bu yüzden de gitmek istiyorum bazen gerçekten.” şeklindeki ben-merkezci muhalefet, toplumsal gelişmeleri “kabilenin töreleriyle uyum sorunundan ibaret” gören muhalefetten ibaret kalmaktadır.
Gerçek iktidarı elinde bulunduran sermayeye, küresel sermayeye, silâhlı ya da silâhsız yerleşik bürokrasiye hiç değinmeden, derin devleti “abi, büyük abi, bey abi, ağabey, abuş, abişko” gibisinden abuk sabukluklara indirgeyip marjinalleştiren, sadece seçimle gelip seçimle giden sivil siyasetçileri ve onların seçmenlerini aşağılamayı yeğleyenler, “muhalif olmak” kavramının içini doldurmaktan çok uzaktırlar. Bekir Coşkun, Fazıl Say ve benzerlerinin siyasi duruşlarında algıladığım yüzeysellik, seçkinlerden medet uman kaba saba tutumlarının sivil toplum bilincinden çok kişisel diklenmeye dayanmakta olduğu açık; “Demokrasi, bilinçte aşağı-yukarı eşit insanların rejimidir. Bir toplumun çoğunluğu ‘göbeğini kaşıyan adam’ ise orada demokrasi olmaz, olamaz…” cümlesi ise, askerî darbeler de dahil olmak üzere, neleri göze alabileceklerinin göstergesidir. Buna karşın, şükrediyorsam, kabile törelerinin, Coşkun’un kemanının, Say’ın Nazım Oratoryosu’nun ötesine geçip, “tasfiye” istemi boyutlarına ulaşamamış olmasındandır.
Cem Karaca ne güzel söylemiş
Nitekim, Bekir Coşkun, “Ben, halkı asla küçük görmem.” demek durumundadır; yetmez, adeta zenci düşmanı olmadığını ispatlamaya çalışan Alabamalının telaşını hatırlatır biçimde “Benim kadar halkın içinde yaşayan gazeteci yoktur. /Hatta/ Kaportacı Osman, Servet usta, döşemeci Sezai, köfteci Sait, Yavuz Gökmen ile ikimizin ortak dostlarıydı, hâlâ onlar kadim dostlarımdır.” şeklinde acıklı bir savunmaya girişme ihtiyacını sergiliyor olması da bir tesellidir. “Ben yazları Urfa’nın Tülmen köyünde, kışları Sumeydanı’nda büyüdüm.” demesine bakılırsa, kendisi de “hayatı ağanın, derebeyinin yahut muhtekirin elinde” olanlardandır ama “AKP’ye oy vermeyen yüzde 53’lük… aydın, ilgili, zeki, akıllı, uyumayan halk” cephesindendir, “bir köşeye sinmiş, tepkisiz, umursamaz, işitmez, duymaz, bilmez, öğrenmez… çağdaşlığı sevmeyen”lerden değil… “Büyük kentlerde her partiden, her yaştan, her meslekten, her görüşten, her kesimden milyonlar meydanlara dökülürken… Eski-şimdiki cumhurbaşkanları, üniversiteler, akademisyenler, yüksek mahkemeler, askerler, sivil demokratik örgütler ‘endişelerini’ dile getirirken… Dünya medyası ‘Türk halkı siyasi İslam’a dur dedi’ kanaatine varırken…” bildiğini okuyan, üstüne üstlük bir de seçim kazanan halktan hiç değil!
Sol muhalefet, hep iddia edildiği gibi sahiden de ezilenlerin ezenlere karşı bir silahı ise, sadece ve daima güçlü olduklarını sandıklarını eleştirmeleri, iktidar elitinin dışında kalanlara, değişimden yana ve sisteme karşı olanlara karşı takındıkları bu sol kisveli tutucu muhalefetin öznel kaynaklarını irdelemek durumundadır. “Eski-şimdiki cumhurbaşkanları, üniversiteler, akademisyenler, yüksek mahkemeler, askerlerle aynı dili konuşan” elitist sol muhalefet hangi baskıya baş kaldırıyor olabilir? Adnan Şenses’i ekrana babasının İstiklâl Madalyası ile çıkmaya zorlayan, Yağmurdereli’yi Madımak faciasıyla sıkıştırmaya kalkan “sol” muhalefet, hangi sahici olumsuzluğun karşısına dikilmeyi umabilir? “Bir yeni sahibi var artık bu şehrin anlasana/kimselerden korkusu yok,” demişti bir şarkısında Cem Karaca, “Duvara astığın o çorapların sahibi geldi/Altına aldığın o kilimlerin sahibi geldi.” demiş; köyü kente taşıyan “magandalar”a şöyle seslenmişti: “Sen ülkedeki halkım savaştaki askerim/Ekinim ve ekmeğimsin. Sen üretenimsin/Birisi söylemişti hatta bir zamanlar sen efendimsin/Ve bu Bizans eskisi şehir/Ve bu Bizans eskisi utansın kendi kimliksizliklerinden/Siz uğruna neler çektiklerimiz/Bana göre vallahi hoşgeldiniz.”
Rahmetle anıyorum.