Çocuk değil artık, kocaman adam! “Aşıktım ona, hem de körkütük, sırılsıklam. Divaneydim, gözüm başkasını görmezdi,” diyor.(1) Kapısına gider, gözünü diker, hayran hayran süzermiş ama O varlığının farkında bile değilmiş. Dahası, “her davranışıyla onlardan biri olmadığını hissettirir”miş!
Zavallı, yavrucak! Kör değil, topal değil, pekalâ da yüzüne bakılır bir adam bu Can Dündar ama aşkı öyle kör etmiş ki gözünü, hezeyanı insana yeis veriyor: “Kimdim ki zaten ben; kapısını koruyan alelâde biri. Kara kuru bir hudut neferi!” diye başlıyor, “Fukaraydım, dökülüyordu üstüm başım. Bıyıklı, pasaklıydım. Kalabalıktım, kabaydım… Yerlere tükürüyordum, o pis kokoreci keyifle yiyordum. Cahildim, işkenceciydim…”
Vah, vah, vah! Ne yapmışlar, ne hale getirmişler bu çocuğu?! Semra hanımın Ata’sından beter olmuş! “Soylar kırmış, canlara kıymıştım!” diye bir başına Ermeni soykırımı üstleniyor, yaranamıyor! “O’nun dininden değildim!” diye hayıflanıyor, olmuyor. Bir süfli, bir aşağılık aşık ki, utanmayı, arlanmayı unutmuş, sünepeliğini davulla duyuruyor! Düşünüyorum da, hani dünyada bir Sinem bir de tanımladığı bu erkek müsveddesi kalsa, kız almazdı bunu, öyle mide bulandırıyor. Ama meşhur sözdür, kalbin düşünmediğini dil söylemez. Üstelik, Hürriyet tirajında bir gazetenin sütun yazarı olunca Dündar’ın “Türk” algılamasını geçiştiremiyorum.
“Dündar’ın Türk algılaması” diyorum, aşık olduğu Avrupalı’nın Türk algılaması değil. Biliyorum, çünkü “varlığının farkında olmamak” şöyle dursun, kendi varlığını bin yıldır Türk’le tanımlar Avrupalı. Biliyorum, çünkü her ne kadar ırkçılık bir Avrupa icadıysa da, her ne kadar adamların Juan Gines de Sepulveda(2) gibi ünlü Hıristiyan ilâhiyatçı ve filozofları, örneğin, Amerikan kızılderilerinin köle olarak doğmuş oldukları şeklinde fetva vermiş, fetvalarının temeli olarak İncil’i(3) göstererek vahşi sömürgecileri aklamışlarsa da, günümüzde ırkçılıkla savaşan çok sayıda Avrupalı olduğunu, bu insanların Dündar’ın bıyığıyla, kara kuruluğuyla uğraşmayacaklarını biliyorum. Sonra salyangozu afiyetle tüketen Avrupalı maşukasının kokoreçi sorun etmeyeceğini biliyorum. Kabalık desek, Air France’ın hosteslerini değilse, Jacques Chirac’ın kendisini gösteriveriyorlar adama. Irak savaşında Amerika’nın yanında yer alan ülkeler için “aile terbiyesi almamışlar” mealinde lâflar etmiş,(4) kabalığın bu kadarına Amerikalılar bile inanamamışlardı. Pasaklılığa gelince, oturak yerine delikli taşı kullanmayı Türklerden öğrenen (bugün bile helâlarına “Türk helâsı” derler) kıllarını temizlemekten aciz Fransız kadınlarının Dündar’ı yadırgamayacaklarını biliyorum. Ne yazık ki, Ermeni “soykırım”ını üstlenerek de yaranamaz. Bir, adamların elinde dokümanlar var; iki, “soykırım” gibi plân program, hesap kitap, ince ayar, adanmışlık isteyen uzun soluklu bir proje Almanlar gibi kaytarmayı bilmeyen, çalışkan uluslara yakışır, bizim gibi sabah yediğini akşam unutan sallapati birilerinin altından kalkabilecekleri bir proje değildir.
Halbuyken, “obsessive-compulsive”(5) ya bizim Can Dündar, allanmış, pullanmış, (bana bu hengâmede Sayın Gül’ün giysilerine takan “İncilus” Rahmi Koç’u hatırlatmadı desem yalan) “azim”le değişmeye çalışmış, kendince başarmış da. Nasıl mı? “Kestim bıyığı da, dayağı da. Kokoreçten caydım,” diyor, “Unuttum efsanevi zürriyetimi; güvenliğimin önüne aldım hürriyetimi.” Yok artık! Diyorum ama adam aşık! Ne dese yeridir, diyor da!
“Gözüne girebilmek için onun beğendiklerini giydim, onun yediklerinden yedim. Sevdiği müzikleri dinleyip, onun gibi dans ettim. Saçım onu tarzında taranmış, evim onunki gibi döşenmişti. Okuduğu okullarda okudum, onun dilinde. Onun görüşlerini savundum, kendiminmiş gibi. Kanlı tarihi (estağfurullah!…) tarihimdi, o yenince galiptim, o yenilince mağlup. ‘Din ayrı, devlet ayrı’ demişti, ayırdım dinimi devletimden. Gözüm döndü bir ara, onun gibi giyinmeyenleri ipe çektim!” İstiklâl Mahkemeleri?!
Sonuçta, kendisine “çok toleranslı ve zarif” görünen ama “mütehakkim ve mesafeli” olan maşukasıyla “onun evinde buluştuk geçen hafta. Şöyle bir baktı bana, ‘Son rötuşları da yap, güzün görüşürüz’ dedi, gitti.”
İnanması zor ama tam bu noktada taş nihayet düşüyor bizimkinin başına! “Başım dönüyor sevinçten ama ona kavuştum diye değil, kendime ulaştım diye. Ona kavuştum derken, kendimi sevdirme hırsıyla kendimi sevdim sonunda!” Hoppala! Ne var, ne olmuş olabilir ki o iki günde? Boyu mu uzamış, rengi mi açılmış, soykırım yapmadığına mı aymış, ırkçı olmadığını mı, yoksulluğun onurunu mu keşfetmiş? Hiçbirisi. Meğer, maşukası “11 Eylül’de geçirdiği kazadan sonra tanınmaz hale” gelmişmiş, “Korktu, hepten içe kapandı”ymış. Yok canım?! “Hoşgörüsünün yerini lânet bir ırkçılık aldı. Gittikçe arttı kibri, gidip dine sığındı.”
Bak, sen bak, Dündar’ın külli ayıbına ilâveten, şimdi de kedi uzanamadığı ciğere murdar der hafifmeşrepliği! Hani yani kadıncağız “bıyıklı da olsan gel, pasaklı da, cehaletin de, işkenceciliğin de başım gözüm üstüne…” şeklinde bir tirad attırmayı akıl etse, bunların hiçbiri olmayacak! En kokuşuk Türk haliyle atlayacak aşuftenin kucağına! Ama küs yapmış ya işte, birden ne yaşlılığı, ne de tutuculuğu kalıyor Avrupa’nın. Ve bir Harry Porter mucizesi gerçekleşiyor, “ona olan hayranlığı özgüvene” dönüşüyor, “genç ve dinamik olan, onu başka coğrafyalarla buluşturan benim!” diye şişiniyor.
Öyle ya, bizden olmasa adamlar bir uçağa atlayıp seyahat edemez, kitap okuyamaz, film izleyemez. Kaldı ki, biz sular seller gibi tanırız komşularımızı, ne güzel rehberlik ederdik, ne güzel buluştururduk maşukamızı meselâ İran’la, meselâ Kafkaslarla!
Yok, hayır, bu Dündar gibi Avrupa için yanıp tutuşanlara güvenilmez, bakarsınız aşıklarını hoş tutmak için Truva atlığına bile soyunurlar. Bütün bu güven tazeleme işlemi kırksekiz saat içinde oluştuğundan olacak, bir tür aşk şantajı mı acaba diye düşünmeden de edemiyorum. Olmaz demeyin, biz aşıklarından intikam almak uğruna ırkçı parti kuranları(6) da gördük, film yapanları da.
Yoksa, dış ödemeler dengesi mi düzeldi? Birisi geldi iç borçları mı kapattı? İşsizlik mi azaldı? Üretim mi fırladı? Seçim kanunu mu değişti, dokunulmazlık mı kalktı, partiler kanunu mu adam edildi? Hayır, bunların hiçbirisi olmadı ama dediğim gibi kurnazız ya: “yine istiyorum onunla birlikteliği ama kör bir tutku değil artık benimki, bir mantık evliliği.” Yani?
Yani, Dündar’ınki kerhen de olsa kendisine baktıracak bir kapı bulma kararlılığı. Ama bu böyle söylenmez tabii, yağcılığa devam etmek lâzım, ne olur ne olmaz: “Minnettarım ona” diye sürdürüyor, “kanlı geçmişimin kazanımlarını kansız sağlamama…yardım etti!” Pes! Meğer ki, silâhla elde edemediğimi Avrupa’nın dayatmasıyla elde ettim diyen bir Kürt milliyetçisi şişiniyor olsun, anlamak mümkün değil! Ardından ilkel bir ironi girişimi: “Şimdi ondan öğrendiğim değerleri ona hatırlatmanın peşindeyim,” diye sürdürüyor. “Farklılığa saygı, kendini koruyarak başkalarıyla birlikte varolmayı, korkunun ve bağnazlığın yerine aklı koymayı, insan sıcaklığını, hoşgörüyü, çok kültürlülüğü, kültürler arası diyaloğu…”
Gözüne dizine dursun be Dündar, vallahi ve billâhi Osmanlı’nın kemikleri mezarda sızlayacak! Diyorsun ya hani, “Yıllar yılı zaaf saydığım şeyden, insan çeşitliliğine dayalı servetimden ve eşsiz coğrafi mevkimden bir zafer yaratmaya adayım şimdi,” senden gelecek hayır Allah’tan gelsin!
Cem Dündar’ın yazısının tarihi 21 Aralık 2004, Salı. Kesip saklamak lâzım, zilletin iyi bir özeti olmasının ötesinde, neyle karşı karşıya olduğumuzu unutmamak için.