Çoğunluk İstibdatı Ve Aydın Sorumluluğu

Demokrasiyi “bireyin düşüncelerini ve iradesini ifade edebildiği sistem” olarak tanımladığımızda, iki varsayım yaparız: bir, birey düşünce sahibidir; iki, birey irade sahibidir. Aynı şekilde, demokratik seçimler, bireylerin düşünce ve iradelerini belgelerler. Seçimlerde de aynı varsayımlar geçerlidir: bireyler düşünce sahibidirler, bireyler irade sahibidirler. Bireylerin düşünce ve irade sahibi olmaları, demokrasinin olmazsa olmaz öncülleridir. “Yapılırsa kaos, yapılmazsa kaos” şeklinde, seçimle yatıp, seçimle kalktığımız şu günlerde gözlemlediklerim beni içinde bulunduğumuz iklimde demokrasinin olmazsa öncüllerini sorgulamaya sevkediyor. Ve korkarım ki, ülkemizde düşüncenin yerini “kanı” ve “önyargı”nın, iradenin yerini ise “beyeni” ve “öfke”nin aldığını görüyorum.

Dahası, seçmenlerin kanıları ve önyargıları, tıpkı beğenileri ve öfkeleri gibi güçlü propaganda mekanizmaları aracılığı ile manipule ediliyor. Bu durum, “dünyanın her yerinde böyledir” şeklinde geçiştirilecek doğal bir durum değildir. Seçmen iradesinin kolayca manipule edilebiliyor olması, ülkedeki yabancılaşmanın boyutlarına işaret eder. “Beğendiğinizi” söylediğiniz bir adayın örneğin “hırsız” olduğunun kanıtlanması durumunda, “olsun, ben yine de oyumu ona vereceğim” diyorsanız, yabancılaşma akıl hastalığı boyutlarını bulmuş demektir. Türklerin ahmak olduğuna inananlardan değilim. Cehaletin sadece resmi eğitimle giderilebileceğine inananlardan da değilim. Gördüğüm, ortalama seçmenin doğru bilgilendirilmiyor olması. Müthiş bir bilgisizlendirmenin (dezenformasyon) yanı sıra, bilgi sakarlığının hüküm sürmesi.

Hal böyle olunca, seçmen günlük gazetesini sektirmeden okusa da, televizyon haberlerini kaçırmasa da olan biteni anlamlandırması, doğru yorumlaması mümkün değildir. Okuduklarından ve duyduklarından somut, mantıklı bir dünya görüşü çıkarsaması mucize olur. Hemen her oluşum, gerçek-dışı, belirsiz ve seçmenin “kendisinin-dışında” cereyan etmektedir. Örneğin, seçimin ertelenmesi için yapılan yalapşap oylama gibi, adi suçluların aday gösterilmesi gibi, Genç Partinin yükselişi gibi olaylar, birer şaka gibi, bir oyunun içindeki bulmaca unsurları gibi algılanmakta, oy verecek şahsın kendisinin ya da çocuklarının yaşamını belirleyecek olan yapılanmalar olarak görülememektedirler. O an için gözden düşmüş siyasilere ders vermek, denenmeyeni denemekten medet ummak gibi sonuçları murakabe edilmeyen öfke boşaltmalarının arzu edilen sonuçlara götürmesi de mümkün değildir. Öte yandan, “çoğunluk” egemenliği fikrinin bizatihi kendisinin seçmeni olaylardan soyutlandığını, yabancılaştırdığını da gözlemliyorum. Şu ya da bu partinin seçimleri kazanacağını ilân eden kamuoyu yoklamaları, bireylerin tercihlerini “nafile” kılmakta, adeta ellerini kollarını bağlamakta, “çoğunluk”a teslim olmaya teşvik etmektedir “Çoğunluk iradesi”nin “azınlık iradesi” karşısında yüceltilmesine, geçmiş yüzyıllarda kırallara ya da feodal lordlara karşı kitlelerin istemlerini duyurmak amacıyla revaç verilmişti. Ardında yatan, “azınlığın istibdatındansa çoğunluğun yanlış olması evlâdır” şeklindeki anlayıştır. Eyvallah. Ancak, bu eyvallah, “çoğunluk”un isteklerinin her zaman “doğru” ya da “haklı” olduğu anlamına gelmez. Tersine, yabancılaşmanın hüküm sürdüğü toplumlarda çoğu zaman tam tersi görülür çünkü kitlelerin kendileri dışındaki çıkarlar (örneğin, bir parti liderinin dokunulmazlık ihtiyacı) uyarınca manipüle edilmeleri söz konusudur. Daha da kötüsü, “demokrasi”nin yerleşmesi için gösterilen özen, “çoğunluk”a dalkavukluk etmek eğilimini içinde taşır. “Halkın isteğine saygılı olmak gerektiği” şeklinde gelişen söylemin yanlışı desteklediği, güçlendiridiği görülür. Halkın isteği olduğu varsayılanın karşısına kadim erdemlerle çıkmak güçleşir. Bugün, ülkemiz basını ve aydınlarının “çoğunluğun beğenisine” ters düşmekten sakınma, gerçek düşünceleri ya da bilgileri saklama özenlerinin ardında “demokrasiyi rakamlar rejiminden ibaret gören” anlayışın yattığını görebilmeliyiz.

Oysa, tekraren söylediğim gibi, çoğunluk, “doğru”luk için bir argüman değildir. Dahası, tarih şahittir ki, politikada olduğu gibi, felsefede, ilâhiyatta ve bilimde özgün düşünceler azınlıklardan kaynaklanmıştır. Diğer bir deyişle, neyin doğru neyin yanlış olduğuna taraftarlarının sayısı ile karar verilseydi, insanlığın mağaradan çıkması pek de mümkün olmazdı. Bu söylediğim, Jakoben bir yönetim biçimine zemin hazırlamak olarak algılanmamalıdır. Tersine, bireylerin yabancılaşmaktan kurtulmaları için demokrasinin sahicileştirilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışıyorum. Demokrasinin sahicileşmesinin ilk adımı, seçmenlerin yaşamlarını doğrudan etkileyen makul tercihler yapabilmeleri için gerekli doğru bilgilerle donatılmalarıdır. Burada başı çekmesi gereken ülkenin aydınlarıdır. Sanatçılar, sinemacılar, din ve bilim adamları, ticaret adamları, üreticiler, öğretim üyeleri, ilâh… bunlar gerçekleri ve sadece gerçekleri ifade etmek zorundadırlar. İdeolojik tercih bir şey, o ideolojik tercihe mesnet teşkil eden doğruların ifadesi ayrı şeydir. Düne kadar hakkında söylemediklerini bırakmadıkları bir siyasiye, “çoğunluk”un ondan yana olduğu kuşkusunun belirmesiyle birlikte dalkavukluk yapmak, ahlâk şöyle dursun, maddeci çıkarlar açısından da akıl kârı değildir.

İster Erdoğan, ister Çiller, ister Uzan olsun, çoğunluk dalkavukluğunu “değişti, değişmedi” şeklinde telâfi etmeye kalkışmak, kendini kandırmaktan ibarettir. Kendini kandırmak ise, insanın elleriyle bir buza heykeli yapmasına ve ona tapmasına benzer. Yabancılaşmanın en sarih belirtilerindendir.Hiçbir toplumsal ya da siyasi düzenleme, insanlığın kadim değerlerinin ve ideallerinin üzerinde olamaz. Günümüzde tüketim, sermaye akışları, tekelleşme şeklinde yapılanan maddeci uygarlıkta, İslâmi değerlerin yaşayakalmaları da mümkün görünmemektedir. Buna karşın, farklı dillerde konuşmuş, farklı zamanlarda yaşamış, hatta farklı dinlere mensup olmakla birlikte insan ırkının temel müeyyidelerini (normlarını) dile getirmiş büyük düşünürler, en büyük tehlikenin “yabancılaşmak,” kendi kaderini kelimelere (yani sloganlara, reklamlara, şarkılara, görüntülere) bırakmak olduğu hususunda birleşmişlerdir. Bu bağlamda, ihtiyacımız yeni değerler, yeni erdemler değil, ciddiyet ve adanmışlıktır. Eğitim sistemimiz, bugün kendimizi içinde bulduğumuz ve seçimlere gitmekliğimizin çözemeyeceğini bildiğimiz bunalıma sokmamızın başlıca nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. “Eğitim” kelimenin ima ettiği gibi, “ıslah etmek,” “eğmek” üzere düzenlenen bir faaliyet değil, kişinin fıtratında zaten varolanı “tahsil etmek” olacak şekilde mutlaka yeniden ele almalıdır. Birey ülkesinde bir yabancı gibi yaşamamak için, olan biteni sadece aklıyla değil, tüm duyularıyla da algılayabilmeli; kanıları ya da önyargıları ile değil, düşündüğü şekilde hareket edebilmeli; davranışları düşüncelerini yansıtabilmelidir. İnsan, hem mümin hem de tefeci olamaz. Olamadığı gibi, eylemlerini “o iş başka bu iş başka” diye de geçiştiremez. Günlük yaşamın sahici düşünce ve inançları yansıtmadığı durumlar, yabancılaşmanın hüküm sürdüğü durumlardır. Siyaset, felsefe, bilim, ahlâk ve inanç birbirinden ayrı kompartmanlarda yaşanamaz. Siyaset, felsefe, bilim ve inancın birbirinde kopması durumunda, ciddiyet ve adanmışlık içleri boş kelimelerden ibaret kalmaya mahkûmdur. Ülkemizin hiç olmadığı kadar derin bir bunalımda olduğu kanısındayım. Bir avuç mutlu azınlığın dışında, çoşkuyu, inancı ve gerçeklik duygusunu kaybettik. Algılamıyoruz, akıl yürütmüyoruz ve sevmiyoruz.

Ne birbirimizi, ne de ülkemizi, ne de kendimizi. Bu hale nasıl geldik diye düşündüğümde de iki aşama görüyorum: önce içimizdeki Allah’ı öldürdük, sonra da onun eşref-i mahlûkatını. Geçmişteki tehlike demokrasinin olmaması tehlikesiydi, bugünkü tehlike robotlaşmak, düşünememek tehlikesidir. Çıkış yolu yok mudur? Elbette, vardır. Öncelikle yapılacak şey, insanları rakamlara indirgememek, rakamlara indirgenen insanların özel çıkarların kalkanı olarak kullanılmalarına izin vermeyecek farkındalığı yaratmaktır. Farkındalığın yaratılması, doğru bilgilendirmeyle mümkündür. Doğru bilgilendirme ise aydın sorumluluğudur. Aksi ihanettir, ihanet sadece kurbanın değil, hainin de kuyusunu kazar.