8 Aralık 2014 / Alev Alatlı - Ceren Çıplak CUMHURİYET GAZETESİ / SÖYLEŞİ
(Özgün tam metin verilmiştir.)
CÇ: Öncelikle, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ndeki “Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı” sözünüzden başlayalım. “Hayvan Çiftliği” ile “1984” adlı kitaplarıyla, her türlü muhalefetin yok edildiği bir toplum tehlikesine karşı ve gelecekte oluşabilecek totaliter bir otomatlar toplumuna yönelik uyarıda bulunan Orwell’ın aslında tam da bugünkü Türkiye’ye işaret ederken neden Orwell, Erdoğan’ı ayakta alkışlardı?
AA: Gelin, oradan değil, konuşma metnindeki “21.yüzyıl, ekonomik yığışımlar ve ekürilerinden oluşan bir oligarşidir” saptamasından başlayalım: “BM, IMF, NATO gibi oligarkların onayını alan “haklı olma hali”nin temyiz edilemez olduğu noktadayız.” Temyiz edilemez, yani? Yani, Filistin’in, Somali’nin, Afganistan’ın, Suriye’nin, Irak’ın, gerisini siz sayın artık, davalarını taşıyabilecekleri bir mahkemenin olmadığı bir düzen. Pepsi Cola yığışımının yıllık cirosu ne kadardır bilir misiniz? 66-67 milyar dolar. 2013 rakamı. Filistin’in, Afganistan’ın, Somali’nin gayri safi milli hasılalarını toplasanız, sırasıyla 10 milyar, 20 milyar, 3,5 milyar dolar, yani Pepsi’nin cirosunun yarısı etmez.
Onların kaderleri, BM Güvenlik Konseyinin “daimi üyeleri”nin” oluşturduğu oligarşinin iki dudaklarının arasındadır. ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya: yani, Orwell’in sözünü ettiği “bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir” durumu. “Eşitlik” lâfzının uluslararası dolandırıcılıktan ibaret olduğu durum. Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” derken, teammüden yada değil, işaret ettiği durum. Orwell, sonunda dolandırıcılığa ayan birisi çıktı diye sevinir, hatta alkışlardı diye düşünürüm – tabii, kitaplarının arkasında duran, kelâmın haysiyet olduğunu bilen bir adamdıysa ki, benim bildiğim kadarıyla Orwell’in sahici olmadığını düşündürecek bir icraatı da yoktur. Öte yandan, sırf başkaları farklı düşünüyor diye dünyanın ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya beşi biryerdesiden daha büyük olduğu haykırmaktan çekinen “hem budala hem de alçaktır” demektedir, diyen de Daniel Defoe. Ha, birileri susmanın budalalık ve/veya alçaklık olduğunu düşünmezlermiş, anlaşılan o ki, Sayın Erdoğan onlardan biri değil. Nitekim, “One munite” çıkışına da şahitiz. Türkiye’ye gelince, “otomatlar toplumu” olmak için, herşeyden önce “otomizasyon” mertebesini aşmış olmak gerekir. Bizimki gibi henüz Batı anlamında sanayileşmeyi tamamlayamamış, teknoloji özürlü bir bir toplumda “otomat” kolay yetişmez. Orwell’in teknoloji takıntısını gözardı etmeyin: “İnsanoğlu ancak teknolojik ilerlemesinin izin verdiği kadar iyidir.”
CÇ: Siz Türkiye’de medyada, hukukta, sanatta, toplumda baskı düzeni olduğunu kabul etmiyor musunuz?
AA: İzin verirseniz, teker teker ele alalım da ne dediğim netleşsin. Türkiye’de veya başka bir ülkede, medya, habercilikten başka alanlarda da iştigal eden, paralarını habercilik dışında ticari, sanayi, inşaat, enerji vb. vb. yüksek kâr marjı olan faaliyetlerinden kazanan ekonomik yığışımların bileşkenlerinden birisi olduğu sürece, basın çalışanlarının üstünde baskı ve yönlendirilmiş haber kaçınılmazdır. “Hiç bir haberin, hiç bir gazetede doğru yazılmadığını genç yaşımda farkettim” diyen de Orwell. Baskı, kartel medyasında içkindir, Ceren hanım. Peki, siyasiler medya patronlarının üstünde baskı kurmazlar mı? Hem de nasıl kurarlar! Burada anahtar kelime güçtür. Örnekleri yurt dışından verelim de gıybet olmasın: Örneğin, 8,5 milyar dolar cirolu Fox medya yığışımının sahibi Rupert Murdoch’un karşısında örneğin müteveffa Kaddafi’nin esamesi okunmaz da Suudi Kralı Abdullah’ınki okunur, niye çünkü Kralın ABD’deki yatırımlarını Murdoch’un feşmekan şirketi yönetir. Kral, Murdoch’un ticaretine çomak soksun da bakın ne olur. Kaddafi’den beter olur. Küresel kapitalizmin işleyişi budur.
Hukukta baskı, benim “her yasal hak, helâl değildir” ifademde gizlidir. Mesele, mahkeme kararlarlarının kamu vicdanını yaralayıp yaralamadığı meselesidir. Türkiye’nin özelinde, adalet mekanizmasının fena halde teklediği tartışılamaz gerçekliktir ve bunda üniversitelerden barolara, stk’lardan kanun koyuculara, medyaya, saklı azmettiricilere, aydınlara kadar hepimizin günahı vardır. Hal böyle olunca ben sorunu siyasi baskıdan çok, iki cenazeden kendi yandaşına ait olana ağlayan körelmiş vicdanlarımızda ararım. Topu AKP yada bir başka siyasi iktidara atıp, sıyrılamayız. İktidar, toplum onayladığı sürece muktedirdir.
Sanata gelince, bakın, Sovyetler Birliğinde sanatçıları, işçi sınıfından ayrı bir kategoride görürlerdi. Neden biliyor musunuz: “İşçi, günlük yevmiyesini alamazsa işi bırakır, bırakamazsa işi yavaşlatır. Ama sanatçı, sanatını icra edebilmek için bir de üstüne para verir.” Bunu niye söylüyorum, bunu en görkemleri eserlerin baskı dönemlerinde yaratıldığını hatırlatmak için söylüyorum. Besleme sanat olmaz. Olursa, “resmi” sanat olur, o da kimsenin ruhuna dokunmaz, gönül tellerini titretmez.
“Toplum” dediğinizde ille de baskı olacaktır, Ceren Hanım. Birey bir biçimde ehlileştirilecektir ki, bir kutsal, bir idea, bir dünya görüşü etrafında toplanabilsin ki, bir “toplum”dan söz edebilesiniz.
CÇ: Türkiye özelinde toplumsal baskı var mıdır?
AA: Elbette, vardır. Mahalle baskısı bir vakıadır. Sosyal medya bile başlı başına bir baskı unsurudur. Teşekkür konuşmamda da söylemiştim. “Galile etkisi” derler, çeteler hakim olduğunda umuma hitap eden ve fakat “umumun zihniyeti”ni yansıtmayan düşünceler öfke uyandırır, husumet çeker, bastırılmaya çalışılır. Şimdi diyeceksiniz sosyal medyada çeteler mi var. Var evet, örgütlü twitçilik diye de bir şey var. Siz de ben de “tt” nasıl oldurulur, biliriz, öyle değil mi?
CÇ: Sosyal medyada size yönelik “Bir edebiyatçının ölümü” gibi sert eleştiriler de oldu. Bu eleştirilere karşılık ne demek istersiniz?
AA: İlâhi, Ceren hanım! Şu söylediğinize eleştiri denmez, “temenni” denir! Hadi, size George Orwell’den bir başka alıntıyla cevap vereyim: “Özgürlük, insanlara duymak istemediklerini söylemektir.”
CÇ: Sanatçılar ve birçok kişi Erdoğan’ı sürekli her konuda enselerinde hissetmekten rahatsız olduklarını sıklıkla dile getiriyor… Siz, Erdoğan’ın Başbakan ve Cumhurbaşkanı yetkilerinin dışına çıkarak bir baba gibi daha doğrusu 1984’teki “Duvarlara asılı posterlerdeki Büyük Birader’in gözü” gibi, gözünün hep üstümüzde olduğunu hissediyor musunuz?
AA: Ne münasebet?! Tersine, benim gözüm Erdoğan’ın üstünde! Yadırgadığım önerileri yok mu? Elbette, var. Ona bakarsanız, Atatürk’ün de, İnönü’nün de, Demirel’in de, Özal’ın da yadırgadığım önerileri vardı. Hatta, bazen Gazi paşa ile yaşamlarımız kesişseydi, fena halde birbirimize girebilirdik diye düşündüğüm olur. Şaka bir yana, bakın, Sayın Erdoğan, benden daha kolay incinebilir konumdadır. Nihayetinde bir siyasidir, olduğu konumunu muhafaza etmesi, benim ona vereceğim oya bağlıdır. Benim derken, “bizim” demek istediğim açık. Ha, benim dahil olmadığım “bizim,” yani aynı vatanı paylaştığım yurttaşlarımın oyu, şahsen haz etmediğim yöne akarmış, n’apalım?! Çaylar, bu defa da bizden olacak. Demokrasi bir tarafıyla da feragat rejimidir. Hayatın ille de sizin istediğiniz gibi akıyor olmamasına tahammül edersiniz.
CÇ: Peki iktidarın, kadının gülüşünden bakışına, cinsel yaşamına bile ayar verişinden rahatsızlık duydunuz mu hiç?
AA: “Kadın” derken? Tanımında mutabık olduğumuz, budur diyebileceğimiz bir “model,” homojen bir kimlik bulmalıyız ki, biyolojik benzerliklerimiz dışında bir anlam ifade etsin “kadın.” Bakın, “iktidar” da bir o kadar muğlak bir gönderme. Kimden bahsediyoruz? Hükümet üyelerinden mi? AKP milletvekillerinden mi? Öyleyse hangilerinden? Bir Halide İncekara’yı, meselâ, yada Nimet Baş’ı, yine meselâ, bir Cemil Çiçek’le yada Ahmet Davudoğlu ile bir tutamayacağımıza göre, “kadının gülüşünden bakışına, cinsel yaşamına bile ayar veren iktidar” Donkişotun yeldeğirmenleri gibi kurgusal, oryantalistlerin islamofobisi kadar manasız bir hasım hüviyetindedir. Beni ancak sahici insanlar rahatsız edebilirler, soyutlamalar değil, kavramlar hiç değil.
CÇ: Peki, Erdoğan sahici bir insan değil mi? Türkiye’de kadın cinayetlerinin arttığı sırada medyanın abartması dedi. Kadın-erkek eşitliği üzerine Erdoğan’ın sahici bir insan olarak söyledikleri sizi rahatsız etmiyor mu?
AA: Erdoğan’ın sahici olmasının da ötesinde hasbi ve harbi olduğu muhakkaktır. Ancak, yanılmıyorsam kadına şiddetin aslında artmadığını, medyanın abarttığını söyleyen yine bir kadındı, Erdoğan değil. Sema Maraşlı isimli internet gazetecisi hanım hemcinsi köşe yazarlarının kadına şiddet konusunu gündemde tutuyor olmalarından da ayrıca şikâyetçiydi! Ve hanımın yazdıkları beni hayli rahatsız ettiydi, çünkü, kadın cinayetlerinin 2009-2013 son beş yılda yüzde yüz arttığı bir vakıa iken (bakınız, Hacettepe’den Merve Beşli’nin yüksek lisans çalışması) olayları gündemde tutan kadın köşecilere ancak teşekkür edilir, çemkirilmez. Öte yandan, Erdoğan’ın kadın-erkek “eşitliği” yerine “eşdeğerliliği”ni savunuyor olmasından rahatsız olmam, çünkü bu tutumu hiçbir zaman inkâr etmediği muhafazakâr dünya görüşünün bileşkenlerinden biridir.
CÇ: “Gezi” hangi açılardan totaliter bir rejime başkaldırı anlamı taşır? Hangi açılardan “Ergenlerin sokağa dökülmesi”nden ileriye gitmez?
AA: Ne rejim totaliterdir, ne de Gezi totaliter bir rejime başkaldırı. Sokağa dökülenler de ille “ergen” değildiler, nitekim. Olsa olsa, kendilerini içinde buldukları, sürdürmek zorunda hissetikleri hayat, idealize ettikleri hayatla örtüşmeyen, yanlış zamanda, yanlış mahallede doğmuş olmaktan muzdarip yurttaşlarımız. Muzdarip derken ironi yapıyor değilim. Mutsuzlukları bana hüzün verirken, teselliyi, rejimle mutmain olan daha büyük kitlelerde bulurum.
CÇ: Törende, Emine Erdoğan’ın, yani iktidar sahiplerinin, sizi gözyaşlarıyla dinlemesi, sizin kendinize ve edebiyatçı kimliğinize bakışınızda bir soru işareti, bir sorgulama nedeni yarattı mı?
AA: Allahallah, ne garip bir kriter! Sizi doğru mu anlıyorum, yani, benim “edebiyatçı” kimliğimin tescil edilmesi yada zarar görmemesi için Hanımefendinin gözlerinden yaş değil, ateş fışkırması mı gerekecekti? “İktidar sahipleri”ni ne kadar öfkelendirirsen o kadar iyi bir yazar olursun. Bu mudur?CÇ: Yeni Türkiye’den siz ne anlıyorsunuz? Nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz?AA: Öngörmekten ziyade umuyorum, diyelim. Hormonları normal seviyelerine gerilemiş, atar ergenliğini arkasında bırakmış, akıl baliğ, rasyonel bir Türkiye umuyorum. Şimdilerde böyle değil mi, diyeceksiniz, değil. 2014 itibarıyla önyargıların, mesnetsiz korkuların güdümünde, koyunun altında buzağı arayan, esrik bir toplum hüviyetindeyiz. Alev Alatlı’nın teşekkür konuşmasının tt olmadığı, abuk sabuk gündemlerin rağbet görmediği bir Türkiye düşlüyorum.
CÇ: Son alarak, sizin Erdoğan Başbakan iken danışmanlarından, beyin takımından olduğunuz bilgisini edindim. Doğru mudur?
AA: Saçmalamışlar.