“Düşünce” ve “düşünmek” dediğimiz zihinsel süreçleri
en baştan alıp, şöyle bir gözden geçirmeye
ne dersiniz?
“Düşünce”nin büyüsüne kapılmadan, gücünü abartmadan,
ilk kez içselleştiriyormuşcasına geriye çekilip
nasıl bir süreç olduğunu,
korkmadan ve üşenmeden
irdelemeye, var mısınız?
Varım, diyorsanız, hadi, buyrun!
Niye kavgaya dönüşür tartışmalar?
Niye yabancılara derdimizi anlatamayız?
Niye biribirimizi geri-zekâlılıkla suçlamaya teşneyizdir?
“Düşünmek” eyleminin iki farklı temeli vardır da ondan! Bunlardan biri a priori dedikleri, doğru oldukları kabul edilen bilgiler: 2+2=4, “Allah, tembelleri sevmez,” “ifade özgürlüğü vazgeçilmez bir haktır” gibi. Diğeri, a posteriori , “su, (H2O) iki hidrojen bir oksijen atomunun bileşkesidir” ya da “Atatürk, 10 Kasım 1938’de öldü” ya da “barometre düşünce yağmur yağar” gibisinden tecrübe ile sabit bilgilerdir.
A priori Latince, harfi çevirisi, önce gelenden.
A posteriori, yine Latince, sonra gelenden.
Osmanlıcada, a priori “fıtrî,” a posteriori “tecrubî.”
A priori ve a posteriori bilgi kavramlarının güncel Türkçe’mizde yerleşik karşılıklarının olmaması kelimenin tam anlamıyla kahredicidir. Sözlükler, bu kavramları ya uygun gördükleri Türkçe kelimelerle karşılamakta, ya da anlamlarını açıklamaya çalışmakla yetinmektedirler.
Buyurun size adını ayıp olmasın diye vermediğim anlı şanlı bir lügattan a priori tanımı: “sıf.ve zf. (Lat.a priori) fels. Akılda tecrübe öncesi doğuştan ve kendiliğinden var olup doğruluğu apaçık olan, önsel, kalbî. Karşıtı: APOSTERİORİ. Bir bu tanımı, bir de 2+2=4 gibi a priori bilgiyi düşünün! Hangi “doğuştan”lık, hangi “kendiliğinden varoluş,” hangi “apaçık”lık, hangi “kalbî”lik, hangi “önsel”lik! AYIP bile diyemiyorum!
Bu da, aynı lûgatın a posteriori tanımı: “sf.ve zf. (Fr.a posteriori-Lat.) fels. (Bilginin kaynağı meselesinde) Akılda doğuştan ve kendiliğinden bulunmayıp, tecrübeyle gelen, tecrübeden oluşan. Karşıtı:APRİORİ.” Özensizlik daha a posteriori’ye Fransızca denmesinden başlıyor. Böyle bir kaç lûgat karıştırırsanız, mantık dersinin müfredattan neden kaldırıldığını anlar gibi olursunuz: herhalde, öğretecek adam yok!
Hal böyle olunca, ben de kendi karşılıklarımı bulmakta özgür olsam gerek 🙂 diye düşünüyorum! Şöyle:
A priori = kabullenilmiş bilgi; A posteriori = denenmiş bilgi.
Kabullenilmiş (a priori) bilgi, 2+2=4 gibi, daire 360 derecedir gibi kabulleri belirttiği gibi; “ısraf günahtır” gibi dinsel, “bir fincan kahvenin bin yıllık hatırı vardır” gibi geleneksel inançları da kapsar. Bu çerçevede, aşağıdaki argümanlar doğru ve geçerli argümanlardır.
Ö- Adam öldürmek günahtır.
Ö- Ahmet bir katildir.
V- Ahmet, günahkârdır.
Veya
Ö-İncil’de dünyanın dört köşe ve düz olduğunu, sütunlar üzerinde durduğu yazılıdır.
Ö-İncil, Tanrı’nın kelâmıdır.
V-Dünyanın küresel olduğunu söylemek küfre girmektir.
V-Galile, günahkârdır.
Veya
Ö-Daire 360 derecedir.
Ö-Ahmet, 250 diyor.
V-Ahmet, geometri bilmiyor.
Veya
Ö-İşten artmaz dişten artar.
Ö-Ahmet’in eli çok açık.
V-Ahmet, sermayesini arttıramayacak.
Dikkatli okur, kabullenilmiş (a priori) bilgilerden oluşan argümanların tartışma davet eden argümanlarolduğunun farkına varacaktır. Bu durum, sadece dinsel ya da geleneksel ya da ideolojik kabuller için değil, geometri ve matematik için de geçerlidir. Örneğin, Öklid geometrisi uzayda geçerli değildir, “fuzzy” (saçaklı) matematikte de (bunu ilerki günlerde kouşuruz) 2+2=4 sallanır.
Yeri Gelmişken: Sözünü ettiğimiz lûgatlarda kabullenilmiş (a priori) bilginin “kalbî” ya da “fıtrî” sıfatlarıyla nitelendirilmesinin büsbütün gerekçesiz olmadığını hatırlatmakta yarar var.
Şöyle ki, insanoğlunın bir takım bilgilerle doğup doğmadığı meselesi dinlerin ve felsefenin yüzyıllardır irdelediği bir meseledir. Kitaplı dinler, insanoğlunun dünyaya Yaratan’ın bilgisi ile geldiğini, iyilik-kötülük ayırdının fıtrî olduğunu savunurlar. A priori bilginin mutlak, “apaçık” “kalbî” bilgi olduğuna, insanoğlunun ruhani ve akli melekeleri eksiksiz olarak doğduğuna dair inanç, 17.yüzyıla kadar, Batı felsefe ve ilâhiyatının temelini teşkil eder.
Bu inanç, AYDINLANMA ile sarsılır. Aydýnlanma Çağı öncesinde dünya ve kâinatın işleyişine, insanın doğasına ilişkin “doğrular,” ifadelerini kutsal kitaplarda bulan vahiy yoluyla saptanırken, Aristo’yu kaynak edinen, Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden buluşlar, eski bilgileri değiştirmiştir.
Kırılma noktalarının önde gelenlerinden birisinin John Locke’un 1690’da yayınlanan “İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme” (“Essay Concerning Human Understanding”) başlıklı makalesi olduğu kabul edilir. Locke, bu makalesinde insanoğlunun ruhani ve akli melekeleri eksiksiz olarak doğmaığını, dünyaya boş bir levhaolarak geldiğimizi, maruz kaldığımız fiziksel dürtü ve deneyimler tarafından biçimlendirildiğimizi, etkilerin/deneyimlerin ürünü olduğumuzu iddia eder.
Batı felsefesinin bir diğer önemli ismi, Fransız Claude Adrien Helvétius, meseleyi buradan alır, 1758’de basılan De l’esprit isimli yapıtında, insan denilen bu boş levha’nın nasıl doldurulabileceğini anlatır. Helvétius‘a göre, “mükemmel bir çevrenin yetiştireceği insanlar mutlak surette mükemmel insanlar olacaklar”dır. Mükemmel çevre, uygun eğitim ve yasalar demektir. Dolayısıyla, toplumsal ve siyasi düzen insanın mükemmele ulaşmasını sağlayacak şekilde yeniden yapılanmalı, devlet azami sayıda insanı azami derecede mutlu edecek önlemleri almalıdır.
Helvétius’un boş levha ya da beyaz sayfa döneminin aydınları tarafından hızla benimsenir; dahası, aydınları, neyin akılcı ve erdemli olduğuna dair üstün bilgilerini uygulamaya koymak, edilgen gözlemcilikten çıkıp hayatı biçimlendirmek üzere harekete geçmeye sevk eder. Aydınlara halka önderlik etme görevinin biçilmesi de bu zamanda başlar. Aydınlar, din adamlarının rollerini üstlenmeye koyulurlar.
Aktivist (eylemci) aydınların yeşerdiği ilk iki ülke Fransa ve Rusya’dır. 1789 devrimi öncesi Fransız aydınları “yurtsever” kulüplerde, edebiyat derneklerinde bir araya gelir, yeniden tanımladıkları akılcılık(rasyonalite) erdem gibi kavramları hayata geçirmeye çalışırlar.
Rusya’da, Helvétius’un akranı ve tartışmasız bir entelektüel olan Çariçe Yekaterina, insan ruhunun beyaz bir sayfa olduğuna, eğitimin bu beyaz sayfanın üzerine istenilen herhangi bir mesajı karalayabileceğinebütün kalbiyle inanır; Yeni Bir İnsan Türü yaratmak üzere misli görülmemiş eğitim seferberliğine girişir. Böylece, Rus aydınları (ki, intellijenti denir) kendilerini toplum mühendisliği uzmanlığına yükselten, siyasi hırslarına meşruiyet kazandıran mükemmel insan yaratma davasını sahiplenirler. Yaşam savaşı veren sıradan insanlar, yani, “halk” sıradan beceriler edinedururken, entelektüellerin genel’in bilgisine sahip çıkıyor, insani uğraşları bilimselleştiriyor, ekonomi, siyaset, sosyoloji gibi yeni bilim dalları yaratıyor olmaları kabul görür.
Eylemci-aydınlar hareketinin bir tezahürü de halkların tarihleri boyunca doğru bildikleri birtakım bilgi ve kurumların hükümsüzleştirilmesidir. Doğru ve haklı olduklarından kesinlikle emin olan aydınların hükümetlerle ya da devletle kavgalaştıkları, isteklerinin kabul görmemesi ya da benimsenmemesini yetkililerin kötü niyetlerine verdikleri görülür.
Eylemci-aydınların bir diğer nitelikleri de “halklar adına” konuştuklarını iddia ediyor olmalarıdır. Öte yandan, adlarına konuştuklarını söyledikleri “halklar”a da ters düştükleri olur. Özellikle de Rusya’da sıkça görülen bu durumda, aydınların ters düştüğü kitleleri “gerçeğin saptırılmış örnekleri” olarak algılamayı ve umursamamayı seçtikleri görülür. Böylece, devletten olduğu kadar işçi ve köylüden de uzak, apayrı bir sınıf olarak güçlenirler. Ama her halûkârda, Rus entelektüelleri, kendilerini “halkın ideal ya da gerçek kimliğini ve dolayısıyla ihtiyaçlarını halktan daha iyi bilenler” olarak konumlandırmayı başarmışlardır.
Öte yandan, Fransız aktivist aydınlarının halkın münferit şikâyetlerini düzenin toptan reddine vardıracak kadar “abarttıkları” söylenir. Aydınlar, halkın rahatsızlıkları dillendirmekle yetinmemiş, “yangına körükle gidip” belirli huzursuzlukları, şikâyetleri büyütüp, düzeni sarsacak boyutlara getirmeyi iş edinmiş, denir. Nitekim, bu ülkede aydınların muhalefeti 1789 devrimine dönüştürmüştür.