Emre Taner’in Demecine Dipnotlar (1)

1950li yıllarda sadece bizde değil, tüm dünyada, ülke savunması, akıllı ve hileye açık iki hasım arasındaki çatışma temelinde ele alınırdı. Hasımların her ikisinin de akla uygun davranacakları varsayılır, askerler “harb oyunları”nı John von Neumann’ın matematiksel mantık kurallarına göre oynarlardı. 

Von Neumann kim? Von Neumann, 1903-1957 yılları arasında yaşamış, Avusturya-Macaristan asıllı(1) Amerikalı bir bilim adamı. Atom bombasını üreten ekipten,(2) poker meraklısı matematikçi ve bilgisayar bilimcisi. Yeri gelmişken bir ironik ayrıntı, von Neumann’ın 1949 Ağustosunda Ruslar Sibirya’da kendi bombalarını patlatıp, Amerikan tekeline son verdiklerinde, İngiliz filozof ve matematikçisi, ünlü savaş karşıtı,(3) nükleer silâhsızlanma eylemcisi, Vietnam savaşına karşı, kendi adıyla anılan Uluslararası Savaş Mahkemesinin iki düzenleyicisinden birisi(4) olan Bertrant Russell’la beraber, “Amerika’nın Sovyetler’e derhal saldırmasını,” Rusların işini “iş işten geçmeden” bitirmelerini talep eden adam olması. 1950 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Russell, Sovyetler’e, “Amerikan’ın hakimiyetinde bir dünya devletine boyun eğmedikleri taktirde nükleer yıkımla tehdit eden” bir ültimatom verilmesini talep ederken, von Neumann, LIFE dergisine(5) verdiği bir demeçte, “Bana onları yarın bombalayalım, deseniz, neden bugün bombalamıyoruz diye sorarım; bugün saat beş’te bombalayalım, deseniz, neden saat bir’de bombalamıyoruz, derim” diyordu.  

“Caydırıcı savaş” tanımlamasını da Russell-von Neumann ikilisine borçluyuz. Onlara göre, “’caydırıcı savaş’ı kaçınılmaz kılan” kendileri değil, “mantık”tı, zira, “nükleer gücün Amerika’dan başka bir ülkenin elinde olması öldürücü bir durum”dur, öldürücü durumdan kurtulmanın yegâne “akılcı çözümü ise ‘caydırıcı savaş.’” “Barış Şahinleri”nin (kendilerine taktıkları lâkap buydu) dönemin Batılı aydınlar arasında hayli taraftar toplamış olmalarıda, işin bir diğer tarafı. Von Neumann’ın sayın MİT Müsteşarımızın demecinin “dipnotları”(!) arasında yer almasına gelince, nedeni, Alman asıllı Amerikalı ekonomist Oskar Morgenstern(6) ile birlikte, “Oyun Teorisi”(7) adıyla maruf, “strateji oyunu”nu geliştiren adam olması. 

“Matematiksel bir sanat eseri” olarak bilinen “Oyun Teorisi,” beş taştan, satranca varıncaya kadar, oyuncuların çıkarlarının birbirine tamamen ters olduğu iki kişilik bütün oyunlarda, (yani, günümüzün popüler söylemi “win-win”in aksine) bir oyuncunun kazancının diğer oyuncunun kaybı anlamına geldiği, oyunun sonucunda kayıpla kazancın toplamının sıfır olduğu(8) oyunlarda, “istenilen” ya da “optimal” sonuca ulaşmanın mutlaka bir yolunun olduğunu, akılcı bir oyun biçimi/strateji ile arzu edilen sonuca ulaşılabileceğini iddia eden ve bunun nasıl olacağını matematiksel olarak tarif eden bir teorem. ‘50li yıllardan bahsediyoruz: iki nükleer güç, iki kutuplu dünya; yerleşik inanç ABD’nin yaşayakalmasının, SSCB’nin yeryüzünden silinmesiyle kaim olduğu şeklinde. 


Morgenstern-von Neumann ikilisi, sıfır-toplam oyunu teorisini ekonomiye “başarı”yla uyguluyorlar, ancak, bu “uygulama” kağıt üzerinde matematiksel bir modelden ibaret ve insanın ekonomik çıkarını korumak için yapmayacağı olmayan bir varlık, “homo-economicus” olduğu esasına göre kurgulanıyor. Sahici hayatta insanlar “homo-economicus” davranışları göstermiyorlarsa, oyun teorisi işlemiyor. Nitekim, geçtiğimiz 20. yüzyılda başta Dünya Bankası, IMF uzmanları olmak üzere, ekonomistlerin dünya çapında (tabiri lütfen mazur görün) çuvallamış, ne birbiri ardına gelen krizleri öngörebilmiş, ne başarılı önlemler alabilmiş, ne de hesabı tutturabilmiş olmalarının nedeni, sahici dünyayı yansıtmayan tanımlar üzerine bina edilen modellerin zafiyetinde aranıyor. 

Ancak, tarihin çarkları dünyanın her yerinde çok ağır işliyor. Dahası, insanoğlu gerçekten nisyan ile malûl ve tecrübeyle sabit yanlışları tekrarlamaktan geri durmuyor. Nitekim, Morgenstern, bir de “Ulusal Savunma Sorunu”(10) isimli kitap yazarken; von Neumann, II. Dünya Savaşından hemen sonra, (1946) Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından kıtalararası nükleer savaş stratejileri üretmek üzere kurulan RAND Corporation’a katılıyor. Günümüz ünlülerinden “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabının yazarı Francis Fukuyama ile Condoleezza Rice’ın da RAND’da görev aldıkları düşünüldüğünde, ‘50li yıllardan itibaren dünya düşünce hayatına damgasını vuran sıfır-toplam oyununun Amerika’nın sadece ekonomi, sosyoloji ya da dış politika değil, savunma stratejilerinin de özünü oluşturmayı sürdürdüğü görünüyor. ABD’nin Irak’ta uyguladığı “kafa kopartma” stratejisinin ‘50lerin “ya ben, ya o” şeklinde özetleyebileceğimiz tutumunun uzantısı olduğu ortaya çıkıyor. Savunmanın olmazsa olmazı olan istihbarat da aynı ruhla yapılandırılıyor. CIA’nın, Irak istihbaratına bakışı da farklı değil. 
Ne ki, oyun teorisinin daha ilk bakışta görünen iki açmazı var. Bunlardan ilki, “akıllı ve hileye açık iki hasım arasındaki çatışma temelinde ele alınıyor olması ve hasımların her ikisinin de akla uygun davranacaklarının varsayılması.” Yani? Yani, oyunculardan birisinin aslında” rasyonel” olmadığı, “akla uygun davranmadığı” durumda, sonuç vermeyeceği. Bu açmaza sık verilen örnek Hollywood yapımı bir Amerikan filmi, Asi Gençlik’teki otomobil yarışı sahnesidir. (Yeri gelmişken, von Neumann da Stanley Kubrick’in “Dr. Strangelove” filminde, tekerlekli sandalyedeki bilim adamıydı) Filmde, birisi James Dean olan, iki alkollü sürücü, bir uçuruma doğru yanyana yarışırlar. Otomobil uçuruma yuvarlanmadan önce hangi delikanlı kendisini otomobilin dışına ilk atarsa, o, “chicken,” yani “korkak” olur, oyunu diğeri kazanır. Peki, ya delikanlılardan birisi içkili olmayıp, içkili gibi yapar, camdan viski şişeleri vb. atıp, hasımını içkili olduğuna inandırır, diğer delikanlı da “bu sarhoş istese de atlayamaz” şeklinde akıl yürütüp, kendisini kurtarmaya kalkmaz mı? Elbette, kalkabilir ki, böyle bir durumda her ikisi de atlamış olacaklarından, kaybeden olmayacağı için “oyun teorisi” işlemeyecektir. İkinci açmaz, SSCB’nin durumunda olduğu gibi, oyunculardan birisinin oyundan çekilmesi, böylece, örneğin, ABD’ye oyun oynayacağı bir hasmın kalmamasıdır. Silâh, uçak, petrol vb.vb. endüstrilerine yatırılan paraları, çalışanlarını, bunlardan beslenen siyasi aygıtları, araştırma enstitülerini, üniversiteleri düşünürseniz, hasımsız kalmanın ABD hatta dünya düzeni adına pek de içaçıcı bir durum olmadığını, hatta yerleşik ekonomik düzeni altüst etmekle tehdit ettiğini kavrarsınız.  

İki kutuplu dünyanın yıkılmasıyla birlikte, iki süpergücün düellosu olmaktan çıkan savaşın “sıradan topluluklar”a ihale edilmesi gereği böylece ortaya çıkmış olmaktadır. Yeni tema, Sovyetlerin boşalttığı meydanı “sıradan topluluklar”ın, yani, ulusötesi, ulusaltı gruplar, ayrılıkçı uluslar, sivil şahinler, müptezel diktatörler, çapulcular, saf ırk meraklıları, köktenci dinciler, kültler ve benzerlerinin doldurdukları, güçlerini arttırmaya soyundukları, böylece artarak yayılan istikrarsızlığın, insanlığı, “Kaos Çağı”na taşıdığı şeklindedir. Bu çerçevede, “istihbarat” yepyeni bir önem ve boyut kazanırken, “enformasyon seferberliği” olarak çevirmenin uygun olduğunu düşündüğüm “information warfare” haline geçilir ki, bu esas itibariyle bir “savaş hali”dir. 

Yeni bir gelişme olduğu söylenen “Kaos Çağı”nın bir özelliği de, savaş gibi, savaş stratejilerinin geliştirilmesinin de çok sayıda ve fakat RAND’in bileşenlerinden anlaşılacağı üzere, hiç de “sıradan” olmayan “sivil topluluklara” ihale edilmiş olmasıdır. Cezaevlerini dahi özelleştirecek(11) kadar liberal bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nin savunma stratejisini geliştiren düzinelerce teşkilatın önde gelenlerinden birisi Washington merkezli, Küresel Strateji Konseyi, “Global Strategy Council”dır. Amerika’nın sayılı stratejistlerinden, Konsey bağlantılı Bayan Janet Morris, 1995 yılında yayınladığı bir makalesinde(12) savaşın “Kaos Çağı”nın gereği olarak yeniden tanımlandığını anlatır. Anlaşılan o’dur ki, ’90 yılların başlarına kadar “savaş” Amerikan askeri literatüründe “sınırlı” ve “sınırsız” olmak üzere iki genel başlık altında değerlendirilmekte olup, “sınırlı savaş” dedikleri, Amerikanın başkanlığındaki “koalisyon” güçlerinin külliyen yıkım hedeflemedikleri Birinci Körfez Savaşı, Irak kafa kopartma operasyonu gibi savaşlar; “sınırsız savaşlar” ise, İkinci Dünya Savaşı gibi düşmanın savaş-kabiliyetini topyekûn yoketmeyi hedefleyen savaşlarmış. Bu sınıflandırmayı, bir diğer kadın stratejist, bu defa Amerikan kara kuvvetlerinin önde gelen silâhlanma ve levazım sistemleri ar-ge merkezi(13) başkan yardımcısı Renatta Price, değiştirmiş, 21.yüzyılda savaşın “jeo-politik iklimler doğrultusunda evrilme süreci” olarak görülmesi gerektiğini ve dolayısıyla belirli aralıklarla girişilen bir operasyon olmayıp, süreklilik arzeden bir uğraş olarak algılanması gerektiği tezini ortaya atmış. Hanımın kabul gördüğü anlaşılan “Savaşın Üç Çağı” başlıklı tezine göre, İ.Ö. 2800’lerde yaşayan Akatlardan, Hitler’in Aryan imparatorluğu kurmaya kalkıştığı 1945’e kadarki dönem, devletlerin ekonomik ve stratejik refahlarının topraklarını genişletmelerine bağlı olduğu, galibin mağlubu zorunlu olarak ‘asimile’ ettiği, doğal kaynaklarını sonuna kadar tüketmekte sakınca görmediğini süreç olduğundan, bu uzun dönemdeki savaşlar, “Fetih Savaşları” başlığı altında toplanmalıymış. Oyuncuların kitle-öldürücü silâhlara muazzam yatırımlar yaptıkları, 1946-1989, yani Soğuk Savaşın başlangıcından Berlin Duvarının yıkılması ve Sovyetlerin dağılması arasındaki yılların belirleyici özellikleri, her iki tarafın silâhlı kuvvetlerinin “rakip ideolojilerin yayılmalarını önlemek” görevini de üstlenmeleri, “devletlerinin yaşambiçimlerinin” bekâsı için savaşıyor olmaları. Kore’de, Vietnam’da olduğu gibi. Von Neuman-Russell ikilisinin “caydırıcı savaş” kavramının damgasını vurduğu bu döneme “Caydırıcı Savaşlar Çağı” deniyor. Savaş endüstrileri ulusal ekonomilerin bel kemiği haline geldikleri, Caydırıcı Savaşlar Çağında hedef, toprak işgali ve üzerindeki nüfusun asimilasyonu değil, toprağın ve insanların külliyen yokedilmesi. Neyse ki, bu çağ nisbeten kısa sürüyor; teknolojik ilerlemedeki hız oyuncuların her ikisini de korkutuyor; deli deliyi görünce sopasını saklar diskuru işliyor. 

Üçüncü ve halen yaşadığımız dönemdeki savaşlara ise “Tecrit Savaşları” deniyor, Birinci Körfez Savaşı, ilk örneklerinden birisi olarak sunuluyor. Koalisyon güçlerinin bu sınırlı savaştan beklediklerinin, “uluslararası hukuk düzeni”nin ve “serbest ticaretin devamlılığı”nın sağlanması olduğu ifade ediliyor. “Uluslararası hukuk düzeni” dedikleri, IMF’den, BM’lere, Kopenhague kriterlerinden, Avrupa Anayasasına, Davos, Bilderberg ruhu doğrultusunda her türlü “uluslararası anlaşmanın” oluşturduğu kurallar bütünü. “Serbest ticaret” ise 21.yüzyıl liberal kapitalizminin özü. 

Renata Price, meramını (mealen!) şöyle anlatıyor: “Günümüzde savaşın hedefi, bir rejimi ya da devleti yeryüzünden silmek değil, bozguncuları modern dünyadan tecrit etmek suretiyle, savaşma kapasitesinden mahrum bırakmak, yeni dünya düzenini tehdit eden fetih amaçlı savaşlar çıkarmalarını önlemektir. İki kutuplu dünyada savaşmak üzere yapılanmış müttefik silâhlı kuvvetlerinin yeni bir görev tanımıyla karşı karşıya oldukları açıktır. Bu görev, yeni dünya düzeninin zor kazanılmış statükosunu birden fazla cephede en hızlı, en ucuz, en az zayiatla ve en az hasarla koruyacak yöntemleri geliştirmektir. Körfez ve Somali /şimdi de Irak!/ örneklerindeki başarılarına karşın, askerlerimiz önceden hazırlanmış bir hareket plânından yararlanamıyor olmalarının getirdiği olumsuzlukları göğüslemek durumunda kalmışlardır. Askeri müdahalelerinin – başta denetim dışı medyanın varlığı olmak üzere – çok sayıda kısıtlamanın varolduğu kaotik bir istikrarsızlık ortamında gerçekleşiyor olması, silâhlı kuvvetlerin sorunlarını arttırmaktadır. Oysa, hızlı oldukları kadar da birbirine bağımlı teknolojik ve jeopolitik gelişmelerin sürebilmesi, uluslararası hukuk düzeninin istikrarına bağlıdır. Bunu sağlayacak olan, silâhlı kuvvetler olup, silâhlı kuvvetlerin yeni rollerini başarıyla gerçekleştirmeleri gerekmektedir.” Öte yandan, Kaos Çağı’nın cephaneliği, “Information Weapons,” dedikleri, öldürmeyen “Bilgi Silâhları” ve bunların ‘anti’leri, yani bu “silâhları defedici silâhlar” dan oluşuyorlar, ki, bunlar aslında bir takım “yöntemler”dir.  

(1) 1937 Amerikan vatandaşı oldu, 

(2) Manhattan Projesi, 

(3) 1918’de zorunlu askerlik karşıtı kampanyaya katıldığı için altı ay hapis yatmıştı, 

(4) diğeri, 1930 doğumlu İngiliz Marksisti Ken Coates, 

(5)günümüzdeki Time ve Newsweek’in halefi, 

(6) 1902-1977, 

(7)“Game Theory”

(8) “zero-sum game”

(9) The Question of National Defense, 1959, 

(10) The National Defense Question 

(11) 1981 yılında “cezaevi endüstrisi”ni bütünüyle özelleştiren ilk eyalet, Florida’dır. ’86 itibariyle 53 cezaevi işleten PRIDE şirketinin, bir önceki yıl kârı 4 milyon dolardı, (12) Airpower Journal,(13)ARDEC, Armament Research, Development and Engineering Center