(I) “Galile Etkisi” dedikleri
Popüler bir yanılgıya ters düşmeye cesaret edenlerin, “gerçekler”i iletemedikleri gibi, kişisel saldırılara da maruz kaldıkları, zarar görmeye başladıkları hal, “Galile Etkisi” terimiyle, GE, ifade ediliyor. GE, “gerçekler”in sapkınlık, sapıklık, yalancılık, kötülük, şiddet, ihanet gibi suçlamaların karşısında savunmasız kaldığı, özü sözü bir olanların toplumun dışına itilmekten kurtulmalarının yegâne yolunun, “gerçekler”i inkâr etmeleri olduğuna işaret ediyor.
“Galile etkisi,” toplumsal hakimiyetin “çeteler”in eline geçtiği, (1) çöküş süreçlerinde serpiliyor. Böylesi süreçlerde, “gerçek”in kutsal sayıldığı durumdan “öfke uyandıran ve bastırılan” bir olguya dönüştüğü, açık sözlü, dürüst insanların dokuz köyden kovuldukları gözlemleniyor. Topluma çeteler hükümdar olduklarında, umuma hitap eden ve fakat “umumun zihniyetini” yansıtmayan sözlerin husumet çekmeleri kaçınılmaz oluyor.
“Umumun zihniyeti” kavramından murat, bir toplumun sanatından, tarımına, silâhlı kuvvetlerinden, dış ilişkilerine, eğitim sisteminden, dini inançlarına, adli mekanizmasına varıncaya kadar, yaşamını şekillendiren varoluşlar hakkında oluşturduğu “yargılar bütünü.” Bu bütün, doğduğumuz andan itibaren büyüklerimizin telkinleri, resmi ve gayri resmi eğitimin sundukları, okuduğumuz her kitap, her dergi, her gazete, seyrettiğimiz her film, her TV programı, dinlediğimiz her siyasi söylev, her panel, her konferans, her şarkı, vb. vb., uyarılardan oluşan bir telkinler toplamı olarak tezahür ediyor. Toplumlar, hayatı, böylece geliştirdikleri “zihniyetleri” doğrultusunda algılıyor, yorumluyor ve tepki veriyorlar.
Bir toplumun umumi zihniyetini kavramanın en kısa yolu o toplumun hakim medyasını incelemekten geçiyor. “Umumun zihniyeti”ni yansıtan en kusursuz ayna, “medya.” Çünkü, netice itibariyle, medya bir “ürün” ve tüketici talebini karşılayamaması halinde, “ürün” üreticisinin elinde kalıyor, sektör çöküyor. Nasıl ki bir fırıncı, meğer ki iflas etmek istesin, müşterisinin değil, kendi ağızının tadına göre ekmek çıkarmakta “özgür” olamaz, medya da okuyucularının taleplerini gözardı etmekte ısrar edemez. Medyanın başarısı, “umumun zihniyeti” doğrultusunda ürün vermesiyle kaim. Hal böyle olunca, medyadan “Galile etkisi”nin dışında kalmasını, “popüler yanılgılar”ı iyileştirmesini beklemek, bindiği dalı kesmesini istemek oluyor ki, en hafif tabiriyle “abesle iştigal.”
Bu tezin en ünlü savunucularından birisi, 1829-1901 yılları arasında yaşamış, İskoç kökenli bir Amerikalı gazeteci: John Swinton. New York Times gazetesi editörü Swinton’un daha o yıllarda meslektaşları tarafından şerefine verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma, bu konuda mihenk taşı kabul ediliyor: “Dünya tarihinin bu aşamasında, Amerika’da özgür basın diye birşey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz. Hiç biriniz sahici kanaatlarınızı yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır. Gerçek düşüncemin gazetemin tek bir nüshasında görünmesine izin versem, yirmidört saat geçmeden işimden olurum. Gazetecinin işi, gerçeği yoketmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre ‘bağımsız basın’ şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir. Entellektüel fahişeler, bizler buyuz.”(2)
John Swinton’un sözleri meslektaşlarını derinden öfkelendirirken, kendisinin “Galile etkisi”ne kurban gittiğini söylemeye gerek yok. 1880 yılında “The Sun” gazetesi için Karl Marks’la yaptığı söyleşi ile de ünlü bir solcu, Swinton. Amerikan toplumunda hakimiyeti eline geçiren “çeteler”in kimler olduklarına dair muhkem bilgilerini cansiperane bir gayretle iletmeye çalışıyor ama ödülü, madalya değil, afaroz edilmek oluyor. Oysa, insanın ilk aklına gelen, Swinton’un Amerikan basınına ilişkin yaygın yanılgıları ortaya dökmesinin, “kahramanlık” olduğu. Ama öyle değil. Swinton, asla bir “kahraman” sayılmıyor, çünkü, “kahramanlık” harici olduğu kadar da “konjönktürel.” Yani, yerine göre bir yakıştırmadır kahramanlık ve kendisine nasip olmamıştır. Bu saptama da, beni, son günlerde anlatagelmeye çalıştığım bir nüansa getiriyor: “kahraman” ile “yiğit” arasındaki yaşamsal fark.
Ardarda sıralayacağım bir kaç hatırlatmanın muradımı anlatacağını umuyorum: “Kahraman,” bir olaydaki yeri en önemli olandır. Bir savaşın, bir olayın, bir romanın, filmin, hatta bir ekonomik sektörün “kahraman”ı olur, “yiğit”i olmaz. “Kahraman,” üstün güç ima eder, “büyük, en büyük” gibi sıfatlarla derecelendirilebilir. “Büyük yiğit” ya da “en büyük yiğit” gibi tamlamalara rastlanmaz. İnsanlar, “kahramanlaşabilir,” “kahramanlaştırılabilir”ler ama “yiğitleşmez,” “yiğitleştirilemez”ler.
“Kahramanlık” baskı, acımasızlık kaldırır, “yiğitlik” kaldırmaz.
“Kahraman”ın gücünün yetmemesi söz konusu değildir. “Yiğit” gücünün yetmeyebileceği teslim edilendir.
“Kahraman,” gücü yetmediğinde kahraman olmaktan çıkar. “yiğit,” gücü yetmese de yiğit kalır; Neşet Ertaş (3) bunu en iyi bilendir.
“Kahraman” başarısız olmaz, “yiğit” başarısız olabilir.
“Kahramanlık türküleri” vardır, “yiğitlik türküleri” yoktur.
“Kahramanlık madalyası” verilir, “yiğitlik madalyası” yoktur.
“Kahraman” ilân edilebilinir, “yiğit” ilân edilmez.
Düşmanın “kahraman”ı olmaz, “yiğit”i olabilir.
Farklılıkların listesi uzayıp gidebilir ama sanırım bu kadarı meramımı özetlemeye yetecektir: “kahramanlık” esası itibariyle harici, “yiğitlik” ise esası itibariyle dahili, dilerseniz bâtıni bir mücadeye göndermedir. Bahis konusu “mücadele,” rahmetli Cemil Meriç’in “Bu Ülke”nin giriş sayfalarındaki “Kavga, insanla kader arasında değil artık insanla kelime arasında…” cümlesiyle ışık tuttuğu, “varoluş mücadelesi”dir ki, “güvenlik içinde, rahat yaşama”(4) kavgasının çok ötesinde, Kur’an’ın “eşrefi mahlûkat” olarak tarif ettiği “insan olma” mücadelesini ifade eder. İnsan olmaktan “bizim” anladığımız; insan olmanın “bizceleyin” anlamı ki, bu, herhangi bir başka topluluğun “insan” tanımı ile çakışmak zorunda da değildir.
İlginç bir ayrıntı, “kahraman, Arapça “kahr” çıkışlı, Farsça kökenli sözcüktür; “yiğit,” Türkçe. Yiğit, Türki cumhuriyetlerde bizimkine benzer anlamda “??????” (Latin alfabesinde dzhigit) Türkçe okunuşuyla “cigit” olarak kullanılır. “Cigit” Rusça’da da var. Çok yaygın bir kelime olmamakla birlikte, Tolstoy dahil, pek çok klasik yazar romanlarında “cigit” terimini kullanmışlardır.
Türkiye’ye gelince, “yiğit”in son yıllardaki en yakın tanımlardan birine Erzurum Forumu’nda rastladım.(5) “Erzurumluluk”u şöyle tarif ediyorlar: “Haysiyetliliktir, erdemliliktir. Cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır; mükemmel ahlâktır; tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu, söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hasılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.”
Bu bağlamda, ne her kahraman “yiğit” olur, ne de her yiğit “kahraman.” Bir yiğitin varoluşunda “kahramanlık,” gerekli ama yetersiz bir haslettir.
(1) “mob rule” Philip Atkinson, “Decline of Civilization.”
(2) Labor’s Untold Story, by Richard O. Boyer and Herbert M. Morais, published by United Electrical, Radio & Machine Workers of America, NY, 1955/1979.
(3) “yiğidim ya gücüm sana yetmiyor” Neşet Ertaş
(4) “Kurtlar Vadisi” Alev Alatlı
(5)www.dadas.forumu.com
(II) “Dadaş”tan “Samuray”a
“Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmak” şeklinde ifade edilen(1) mücadele, kişinin “aslında amansız bir savaşın ortasında doğduğunu”(2) idrak etmesiyle başlar. Bu amansız savaş, kendisine uyanan ruhun, “varedilmiş olma keyfiyetini” masaya yatırması; kişiliğini şekillendiren etmenler hakkında oluşturduğu “yargılar bütünü”nün gerçek tabiatını keşfetmesi sürecidir. Davranışlarını, duygularını, inançlarını, ilişkilerini, tecrübelerini, yorulmadan, usanmadan, sürgit sorgulamasını içerir, katıksız “dürüstlük” gerektirir. “Ben neyim?” sorusuna söylentilerin haricinde cevaplar arayan insan, sadece başkalarına değil, kendisine karşı da dürüst, içten, açık sözlü ve adil olmak durumundadır.
Kişinin toplumla olan ilişkisini hiçbir kuşkuya yer kalmayacak şekilde çözebilmesi, kendisini tanımlamaktaki isabetiyle doğru orantıda gelişir. Sıra bundan sonra, milletimiz, çevremiz, ailemiz, insanlık ve tüm diğer canlılar hakkında öğrenegeldiğimiz herşeyi unutup, onlarla yaşayan bir “varlık” olarak doğrudan ilişki kurmaya gelir. “Yiğit”in savaşı, yerine göre sapkınlık, sapıklık, yalancılık, şiddet, kötülük, gericilik, ihanet gibi suçlamalar karşısında savunmasız kalan “gerçekler”e(3) itibarlarını iade etmek mücadelesinden ibarettir. Cesaret, dayanıklılık, sükûnet, kontrol, süreklilik, sabır, sebat, güç gibi hasletleri talep eder, idrak ve sürat gerektirir.
“Kendini bil!” İslâm’dan, Zen’e kadar tüm dini inançların ortak emridir; “yiğit,” benliğinde varolduğundan kuşkulandığı korkaklıkla yüzleşendir. Korkuyu Allah inancı yokederken, “yiğit,” yüreğindeki savaşçıyı uyandırır, umutsuzluğu ve korkuyu ilkesel olarak reddeder. Özü sözü bir olanın yanında yer alır. Sayısız hasımla tek başlarına halleşebilecekleri şeklindeki fıtri bilgilerini güçlendirenler, kendilerinde varolduğunu keşfettikleri gücü, itiraf, teslim, ikrar, kabul ve ilân ederken, türdaşlarının güçlenmelerine de yardımcı olurlar.
Çetelerin topluma hükümdar oldukları çöküş süreçlerinde, “eşrefi mahlûkat” mertebesinin hakkını vermek, her “kahraman”ın harcı değildir; “kahraman”ın böyle bir meselesi bile olmayabilir. Oysa, “yiğit,” “umumun zihniyeti” gibi, “umumun zihniyeti”nin kusursuz aynası sayılan hakim medyanın “doğrular”ına da ters düşecek, farklılaşacaktır.(4) Farklılaşmak, bireyselleşmeyi; bireyselleşmek insanlık onurunun yüceltilmesini getirir. “Gerçekler”in üstlerinin örtülmesi pahasına güvenlik içinde olmaya, rahat yaşamaya duyduğu husumet, yiğidi “Galile etkisi”nin gönüllü kurbanı olmaya aday kılarken, destek, “kendinize güvenin!” diye başlayan kadim Uygur diskurundan gelir: “Kendinize güvenin! Akranlarınızın, çağınızın, ‘gerçeklik’in payınıza düşen kadarıyla da olsa, hakkını verin. Dil, din, ırk, cinsiyet ayırımının tuzağına düşmeden, zamanınızın en yetkin bilginleriyle, sanatçı ve filozoflarıyla dostluk kurun. Mahrem düşüncelerinizi aşkın zekâlarla paylaşın. Sizler, anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan özürlüler ya da çocuklar değilsiniz. Kavminizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar değilsiniz. Sizler, mağdurların kefaretini ödeyecek, kâbustan uyandıracak yetişkin erkeklersiniz.”(5)
Bahse konu “mağdurlar,” yaşayakalabilmek için “gerçekler”i inkâr etmeye icbar edilen kimselerdir. Bahse konu “kâbus” ise, çetelerin hükümran olduğu, çöken bir toplum. “Kendinize güvenin” telkini, “ünü büyük” adamların parlaklıklarıyla mest olup edilgenleşmektense, kişinin kendisindeki cevheri keşfetmesini, kendi cevherini işlemesini öğütlemektedir. Güç, bilgidir; özgürlük, “umumun zihniyeti”ni irdelemek, “gerçek”leri ayrıştırıp, kendi benliğinde yürürlüğe koymak yetisi. “Bir ülke allak bullak olduğunda, vicdan sahibi insanlar, ne halleri varsa görsünler diye bırakıp kenara çekilemezler” der, Gorki. “Sevgi çok sabreder, lütufla muamele eder, sevgi haset etmez, sevgi övünmez, kibirlenmez, çirkin muamele etmez, kendi faydasını aramaz, hiddetlenmez, kötülük saymaz, haksızlığa sevinmez, fakat ‘gerçek’le beraber sevinir, her şeye katlanır, her şeyi ümit eder, herşeye sabreder” buyuruyor, Havari Pavlus, “Senden nefret ettikleri ve seni dışladıkları ve azarladıkları ve ismini insanoğlu adına şerire çıkarttıklarında kutsandığının idrakinde değil misin? Sevin ve mutlu ol, senden önceki elçilere de öyle yapmadılar mı?” “Yiğit,” kavmini zor zamanlarda ayakta tutandır.
Öte yandan, “insan olmak” muradının, güncel hal ve şeraitten, dost ve müttfefiklerimizden, genelde kabul gören değerlerden, sağlıklarından, ailelerinden, kınanmak hatta nefret edilmekten üstün(6) tutuluyor olmasının, akıl kârı ya da felsefi olmayan, bir tarafı vardır. “Erzurum Forumu”ndaki “tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygı” gibi söylemler, ihtiyat sahibi entelektüellerde kuşku uyandırmazsa bile, “Don Kişotluk” olarak algılanacaktır. Yeri gelmişken, İspanyollar, Don Kişot’a, “cüneyt”ten bozma “el jinete”(7) derlermiş: “şövalye.” Orta Çağ Avrupa’sının şövalyesinin Uzak Doğu’daki karşılığı, “samuray.” “Samuray”ın yasası, Buşido, Dadaş’ınkinden farklı değildir: “Sadakat, fedakârlık, adalet, utanma duygusu, edep, iffet, tevazu, kanaatkârlık, cesaret, ciddiyet, onur ve sevgi. Yardımseverlik, içtenlik, dürüstlük, kendine hakimiyet, ciddiyet.” Samuray yasasında hile ve haksızlık, aşağılık ve insanlıkdışı sayılırken, sevgi ve yardımseverlik erdemlerin en yücelerinden, asil duygular sayılır. “Buşi no içi-gon,” samuray sözü, her türlü yasal dokümanı aşan senettir. Bir samuray için, senet imzalamak, aşağılanmakla eşdeğer. İyiyi de, kötüyü de sükûnetle karşılamak. Varlığa sevinmemek, yokluğa yerinmemek. Tutkuların esiri olmamak. Azla yetinmek, servet ve meta için değil, onur ve gurur için yaşamak.”(8) Günümüzde teşvik edilen davranış biçimleriyle kıyaslandığında hüzün verecek kadar naif, hatta ilkel. Buna karşın, Japon milletini iç savaşlar, belirsizlikler, umutsuzluklar gibi en zor zamanlarında ayakta tutmuş samuraylar. “Savaşçı atalarımızın sağlıklı olduğu kadar da taşralı yapıları, maneviyatlarını sıradan ve bölük pörçük öğretilerle beslemenin yolunu buldu, kadim felsefenin şurasından burasından nemalanarak ve asrın talepleriyle bilenerek, yeni ve kendine özgü bir yaşam geliştirdi” diyorlar.(9) Taşradan çıkıp, Japonya’nın hakim sınıfı haline gelen samuraylar, 1876’da lağv edilmişler. Ancak, İkinci Dünya Savaşında kamikaze ihtihar pilotlarının ilham kaynakları olarak hizmet verenler yine onlar. Japon halkı, kamikazelerin ülkeyi korumak için tanrılar tarafından gönderildiklerine inanmış. Savaştan sonra yeni bir samuray tipi ortaya çıkmış: “modernleşme ve endüstrileşme” savaşçıları. “Zaibatsu” dedikleri devasa şirketler, aile gibi örgütlenmiş. Samurayların geleneksel sadakatları bu defa şirketlerine ve yöneticilerine yönelmiş. Adaletsizlik ve hile, şirketin ve çalışanlarının utancı olmuş. Yanında çalıştırdığı mimarın malzeme çaldığı anlaşılan inşaat şirketi patronunun intihar ettiğini biliyoruz.(10) Günümüzde “Ticaret savaştır”(11) diyorlar ve samuray değerlerini yüceltmeye devam ediyorlar: ülkeye saygı ve sadakat, aileye bağlılık. “Çağdaş” değerlere uymuyor, buna karşın Japonlar, derin saygı uyandırırlar, uyandırmalıdırlar. Yüce davranışların sorgulanmaya izin vermeyen bir tarafları olduğunu teslim etmek gerekir.
(1) Erzurumluluk tanımı: “Haysiyetliliktir, erdemliliktir. Cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır; mükemmel ahlâktır; tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu, söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hasılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.”
(2) “Kurtlar Vadisi” Alev Alatlı
(3) bkz., Galile Etkisi
(4) “Kurtlar Vadisi” Alev Alatlı
(5) aynı yazı
(6) aynı yazı
(7) okunuşu, “el hinete”
(8) Nippon Steel Human Resources Development Co., Ltd. Nippon: The Land and Its People. Japan: Nippon Steel Human Resources Development Co., Ltd. 1988
(9) Nitobe, Inazo Bushido:The Soul of Japan. Tokyo, Japan: Charles E. Tuttle Co., Inc. 1969
(10) 14 Aralık 2005
(11) “Business is war.”
(III) Her kahraman, yiğit değildir
Popüler bir yanılgıya ters düşmeye cesaret edenlerin, “gerçekler”i iletemedikleri gibi, zarar görmeye de başladıkları oluşuma “Galile etkisi” dendiğini; Galile etkisinin, “gerçekler”in sapkınlık, sapıklık, yalancılık, şiddet, kötülük, ihanet gibi suçlamaların karşısında savunmasız kaldığını, özüsözübir olanların toplumun dışına itilmekten kurtulmalarının yegâne yolunun “gerçekler”i inkâr etmeleri olduğuna işaret ettiğini; bu durumun, toplumsal hakimiyetin “çeteler”in eline geçtiği “çöküş” süreçlerinde serpildiğinin gözlemlendiğinden bahsetmiştik.(1)
Somuta inersek, hemen hepimizin yaşamının bir döneminde “umuma hitap eden ve fakat ‘umumun zihniyetini’ yansıtmayan sözlerin husumet çektiğini” gözlemlemişliğimiz vardır. Silâhlı Kuvvetlerin ülke siyasetindeki ağırlığının şikâyet konusu olduğu günümüzde, meselâ, “Türkiye’nin en özgürlükçü 1961 anayasasını yazanlar beğenmediğiniz askerlerdir” şeklindeki bir beyanın ne kadar “gerçek” olursa olsun, bastırılması kaçınılmazdır. Hepimizin yaşamının bir döneminde, “açık sözlü, dürüst insanların dokuz köyden kovulduklarına” şahit olmuşluğumuz da vardır: Osman Bölükbaşı’ya ne oldu, meselâ? Meselâ, Cahit Kayra nerede? “’Gerçek’in, kutsal sayıldığı durumdan, ‘öfke uyandıran ve bastırılan’ bir olguya dönüşmesi” de, hemen her gün gözlerimiz önünde cereyan eden bir olgudur. Örneğin, “İmam hatiplilerin bile kopya çekmekten geri durmadıkları bir ülkede takvadan bahsedilemez” gibisinden bir demecin husumet çekmemesi düşünülemez. Peki, niye? Ne oluyor da, “gerçekler” özlenen kılavuzlar olmaktan çıkıp, öfke uyandıran olgulara dönüşüyorlar?
Muhtelif teoriler var ve hemen hepsi toplumsal “çöküş”e işaret ediyor. Sorulacak soru: Gerçekten çöküyor muyuz, yoksa daha iyi günlere ulaşmak için çıktığımız yolun kaçınılmaz zorlukları mıdır, bu gözlemlediklerimiz? Olumsuz gibi duran gözlemlerimiz neyin işaretidir? Bir medeniyetin çökmesi ne anlama gelir?
İfade ettiğim gibi, teoriler muhtelif. Bunlardan biri(2) ve şahsen benim (en azından şimdilik!) aklıma en yakın geleni, Saint Simon, Edward Gibbon, Arnold Toynbee, Gordon R. Taylor gibi bu konuda ciddi eserler vermiş şahsiyetlerin düşüncelerinin hülâsasından oluşanı. Medeniyeti “’umumun anlayışı’nın somut ifadesi” olarak tanımlıyor. Şehirlerden, hükümetlere, ordulardan, eğitim sistemlerine, sanata, edebiyata varıncaya kadar bir milletin/toplumun yarattığı ve medeniyetinin unsurları sayılan herşeyin, elle tutulur hale gelmeden önce “umumun idrak”ından doğan soyut düşünceler olduklarını hatırlatıyor. Bu bağlamda, medeniyet, “mensuplarının paylaştıkları ‘ortak idrak’ın somut tezahürü” olarak tanımlanıyor. Çöküş, umumun idrakının yozlaşması, “makul”den “akıldışı”na dönüşmesiyle başlıyor, deniyor.
Toplumlar, ortak idraklarını nesilden nesile nakletmek suretiyle idame ettiriyorlar. Her kuşak, kendi dölünü toplumunun tecrübelerine, inançlarına, tarzına, örf, adet ve yasalarına saygılı, “sorumlu yurttaşlar” olarak yetiştirmekle mükellef. “Sorumlu yurttaş”tan murat, bireysel heva ve heveslerine yenik düşmeyen, toplumun gereksinimlerini bireysel gereksinimlerinden üstün tutan, aklıselim sahibi, yani, doğruyu yanlıştan bireysel duygularından bağımsız olarak ayırabilen yurttaş. Nakil işleminin kesintiye uğraması demek, toplumun geleneklerini idame ettirememesi, yozlaşmaya teslim olması demek. “Iskartaya çıkarılan veya tersyüz edilen gelenek, tutum, örf ve adetler, sorumluluk olmaktan çıkar, keyfe keder uygulamalara dönüşürler ki, bu, sonun başlangıcıdır” deniyor.
Törellik (moralite, ahlâk) ile aklıselim arasındaki ilişki vurgulanıyor: “Törellik, idrakın ve dolayısıyla yaşamın özüdür.” Ancak, “hodgâm” ve “diğergâm”(3) olanı var, törelliğin. Aklıselim sahibi yurttaş, kaçınılmaz olarak diğergâm, çünkü, herşeyden önce, kendisinin ölümlü, toplumun ölümsüz olduğunu biliyor, toplumun gereksinimleriyle kıyaslandığında, kendi gereksinimlerinin ne denli marjinal olabileceğinin farkında. Aklıselim sahibi yurttaş, bireysel duygularına direnecek disipline de sahip. “Öteki”nin lehine fedakârlık etmesi gereğinin ayırdına varabilen, kişisel duyguları ne olursa olsun, kendisine hakim olması gerektiğini bilen, görev bilinci olan, (ki bu kaytaranın cezalandırılması gereğine inancı da kapsıyor) “gerçek”in görev ve adaletin temel gereksinimi olduğunun ayırdında, verileri doğru ve tam olarak kayıt altına alınmamış malûmata itibar etmeyendir, deniyor. Doğaları itibariyle hodgâm olan çetelerin değil, diğergâm törelliğin hakim olduğu aklıselim sahibi toplumların, yekpare bir organizma gibi hareket edebildikleri, dolayısıyla mensuplarının bilimsel keşiflerin paylaşımından, savaş, tabii afetler gibi olumsuzlukların açtığı yaraların sarılmasına, yasal haklardan eşit yararlanmaya varıncaya kadar, makul davranışlar gösterecekleri savunuluyor. Buna karşın, hodgâmlığın egemen olduğu, kişisel çıkarların toplumsal çıkarları dışladığı toplumlar, belleklerini toptan yitirme sürecine girmiş, çöküşteki toplumlar sayılıyor. Aklî melekelerini yitirmiş toplumlarda, iz’an, anlık kişisel çıkarlarla yer değiştiriyor. Görev, bireysel anlayışa göre şekillenirken, adalet, konjönktürel korku ve yönlendirilmelere göre tecelli ediyor. “Gerçek” kişisel gözlemler doğrultusunda belirleniyor. Bilgi, “yanılgılar birikimi”nden ibaret oluyor. Hodgâm, en kıymetli olan şeyin, kendisinin, ölüme mahkûm olduğu bilgisi ile gününü gün etmeye çalışırken, “öteki”ni sömürmekten kaçınmıyor: “Benden sonra tufan sendromu.”
“Aklıselim” hayata açık bir anlam kazandırırken, müridlerini önceden belirlenmiş toplumsal yasalar uyarınca duyguların kontrolü, iştahaların bastırılması gibi yaman olduğu kadar da bitmez tükenmez bir savaşa zorluyor. “Ateh” hayatı anlamdıramıyor ama müridlerinin davranışlarını da ancak zaman ve zeminin müsait olduğu kadarıyla kısıtlıyor, bunun dışında, hemen her arzunun karşılanmasına cevaz veriyor. Neticeyi kelâm, çöküş tanısı için beş sendrom belirlemişler. Bir, “akıl karışıklığı” yani, “doğru ve yanlış”ın toplumun ruh haline ve duruma göre değişmesi; iki, “düzensizlik” yani, “doğru ve yanlış”ın belirsizliğinin altüst ettiği adli mekanizmazının felç olması; üç, “kuruntu” yani, akıldışı korkuların neden olduğu yobazlıklar; dört, “korkaklık” yani, hodgâm yapıların özveri gerektirebilecek en ufak bir zorlukta geri basmaları; beş, “umutsuzluk” yani hodgâmlığın kışkırttığı ölüm korkusunun yarattığı karamsarlık ve nafilelik duygusu.
Bize gelince, gözlemlediğim, “kahraman”lara değil ama “yiğit”lere fena halde ihtiyacımız olduğu şeklinde. Ha, ihtiyacımız olan “yiğit” Polat mıdır, “Polat” yiğit tanımına uygun mudur, bakın, bu tartışılır. Tartışılmaz olan, “benden sonra tufan”ı şiar edinmiş, “özveri gerektirebilecek en ufak bir zorluk”un hatırlatılmasına bile izin vermeyen; ifadesini “Erzurumluluk”(4) tanımında bulan “yiğitlik”e yapılan en ufak bir göndermeye (ki, buna “Kurtlar Vadisi” dizisi dahildir) şiddetle karşı duran hodgâm yapıların körüklediği varoluşsal tehlike.
(1) “Gerçek” Öfke Uyandırır, Niye? 1 ve 2
(2) Philip Atkinson, “Decline of Civilization.”
(3) “hodgâm” bencil, “diğergâm” bencil olmayan, “alturist”
(4) Erzurumluluk tanımı: “Haysiyetliliktir, erdemliliktir. Cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır; mükemmel ahlâktır; tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu, söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hasılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.”