TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri
Güneydoğu Asya kaplanları diyorlardı, Tayland, Malezya, İndonezya ve Güney Kore’ye. Ortak noktaları, 1980lerin ortalarından itibaren sergiledikleri “mucizevi” gelişme! 1997 Krizinin önemi de burada zaten. “Mucizevi gelişme” aylar içinde kâbusa dönüştü. Tayland Krallığı, Güney Doğu Asya’da, Tayland Körfezinde, Andaman Denizi dedikleri yerde, Burma, Laos, ve Komboçya arasında. Eski adı Siam. Tayland, “özgür insanların ülkesi” demek. Batı Avrupa İmparatorluklarının asla sömürgesi olmadıklarını ifade ediyorlar. O bölge için ciddi bir ayrıcalık bu. Nüfusları 60 Milyon civarında. Karışık bir etnik mozaik; yüzde sekseni Tayi kökenli, yüzde 12’si Çinli, sonra Malaylar var, %4. Resmi ve ticari dilleri İngilizce. Başkent Bangkok. Tayland, 1961’de planlı ekonomiye geçiyor. 1961 bizim de Devlet Planlama Teşkilatını kurduğumuz yıl.
Onların 8. planları halâ yürürlükte. Tarım, GSMH’larının yüzde 11’ini biraz aşıyor. Temel gıda pirinç. Kauçuk başlıca ihracat ürünü. Bir diğer Asya Kaplanı “Malezya.” Çinhindi ya da Maley yarımadası ile Borneo adasının kuzey kıyısı boyunca uzanan Sabah ve Saravak ‘ın oluşturduğu bir federasyon. Resmi dini İslam ancak Malezya halkı “mozaik” tanımının tam bir ders kitabı örneği: Malaylar var, Çinliler var, Hint-Pakistan asıllılar var, daha başka kabileler de var. Çinliler Müslümanlığı kabul etmemişler meselâ. Hintliler de öyle. Ülke 1957 yılına kadar İngiliz sömürgesi. Zaten bölge tarihi boyunca sömürgecilerden kurtulamamış. Portekizliler, Hollandalılar, Fransızlar. Hatta İkinci Dünya Savaşında Japonlar. Siyaset, Malayların kontrolunda ancak ekonomi ve ticaret Çinli azınlığın. Ülke, uzun zaman bu iki etnik grup arasındaki kanlı çatışmalara sahne olmuş. Başkent Kuala Lumpur. Üçüncü “Kaplan” Indonezya, belki de en ilginçleri. Hint ve Pasifik Okyanuslara yayılmış 13,000 bazı kaynaklara göre de 17,000 adanın üzerine kurulmuş bir ülke. Adaların en büyükleri, Sumatra, Kalimantan, Sulavesi, İriyan Caya ve Cava. İndonezyalılar tarihlerinin izini İ.S.100. yıla kadar sürüyorlar. Adalar o yıllarda Hint kırallarının istilasına uğramış. Hindu halen ülkedeki beş dinden biri. Budizm I.S. 500 cıvarında giriyor. İslamiyeti 1297’de kabul ediyorlar.
Sultan Melik Salih bugünkü İndonezya’nın ilk Müslüman önderi. Halen İndonezyalıların %85’i Müslüman. Malezya gibi, İndonezya da başını Avrupalı sömürgecilerden alamamış bir ülke. İlk gelenler Portekizliler. Katolikliği onlar getiriyorlar. Arkadan Hollandalılar Protestanlığı tanıtıyorlar. İngilizler, 1600lü yılların başlarında oradalar. Fransızlar, 1769’da. Sömürgeciler sürgit yerli halklarla ve birbirleriyle savaşıyorlar. Sonunda Hollandalılar kazanıyorlar. 1800’lerin başından, İkinci dünya Savaşının sonuna kadar oradalar. 1850’lerde Hollanda’nın bütçesinin %30’unu İndonezya’dan sağladıkları gelir oluşturuyor. Başta kahve, tütün, petrolden elde ettikleri gelirler. Hollanda’nın sanayileşmesinin ve kalkınmasının bedelini İndonezya ödüyor. İndonezya’nın bağımsızlık çabaları 1910lu yıllarda reformcu Sareket İslam hareketiyle başlıyor. 1919’da Saraket İslam’ın 2 milyon üyesi olduğu söyleniyor. İslami hareketi solcular da destekliyor. Sukarno, Saraket İslamın önderlerinden, “İslam Komünizmi” fikrini ortaya atan adam. Tarihi maddeciliğin illa da ateizmle sonuçlanmayacağını söylüyor. 1928’de Milliyetçi Parti’yi (PNI) kuruyor. Parti sömürge idaresiyle işbirliğini reddediyor, bağımsızlık yolunda kitleleri örgütlüyor. 1942’de Japonların istilâsına uğruyorlar. Sukarno istilâ yıllarında ülkenin ilk gerçek milli önderi olarak parlıyor. 1950’de bağımsızlığın kazanılmasından 1966 yılında General Suharto tarafından devrilinceye kadar cumhurbaşkanı olarak kalıyor.
Devrilmesinin nedeni Cumhurbaşkanının İndonezya Komünist Partisi ile sıcak ilişkileri. İndonezya Komünist Partisinin 2 milyon kayıtlı üyesi var, yan örgütleriyle bu sayı 9 milyona kadar çıkıyor. Komünist olmayan bir ülkedeki en büyük komünist partisi. Mao ile işbirliği yapıyorlar. 1964’de ülkeyi devralacak kadar güçlü görünüyorlar. 1966’da başkent Jakarta’yı ele geçirmek üzere ayaklanıyorlar, anti-komünistliği ile bilinen 7 generalden altısını öldürüyorlar. Suikasttan kurtulan yedinci general, Suharto. Olayda, cumhurbaşkanı Sukarno’nun parmağı olduğu iddia ediliyor. Katliamdan sonra Suharto ülkede komünist avı başlatıyor. Söylenen o ki, dünya dünya olalı bu kadar kanlı bir sürek avı görmedi. Yüzbinlerce insan hayatını kaybediyor. Bir başka söylenti, generalleri öldürten ve komünistlerin üstüne atan bizzat Suharto’nun sağcıları ve olayı CIA’nın desteklediği. Bir yıl kadar sonra Sukarno başkanlıktan ayrılıyor. 1997 Krizi patladığında Suharto iktidarda. Dördüncü “kaplan” Kore, Asya’nın kuzeydoğu köşesinde, yaklaşık Büyük Britanya kadar bir yarımada. Eski bir ülke, buna karşın bir ulus olarak ortaya çıkmaları 1945’de. 1945, ABD ve Sovyetler Birliğinin ülkeyi Kuzey ve Güney Kore olmak üzere ikiye böldükleri yıl. Güney Kore 1948’de demokratik cumhuriyet oldu, aynı yıl ilk cumhurbaşkanını seçti: Harvard mezunu Sygnman Rhee. Rhee, keyfi idaresi ile tanınır. Birincil amacı, Kuzey Kore tarafından desteklenen solcu grupları bastırmaktı. 1950’de Kuzey Kore savaş açtı ve neredeyse Güney Kore’yi haritadan sileceklerdi. Kuzey Kore püskürtüldükten sonra, Rhee, Ulusal Güvenlik Yasası adlı bir yasa çıkardı ve bu yasanın marifetiyle siyasi sistemi fiili diktatörlüğe çevirdi. 1960 seçimlerinde yapılan hileler kitleleri ayağa kaldırınca, istifa etmek zorunda kaldı. Yerine vekâlet eden Chang Myon, üç ay sonra bir askeri darbe ile uzaklaştırıldı. İzleyen seçimlerde Tüm general Park Chung-Lee, cumhurbaşkanı seçildi. Park, Kore iktisadi tarihindeki dönüm noktalarından birisi. Çünkü 1965’de Japonya ile savaş tazminatı karşılığı iktisadi yardım almak üzere bir antlaşma yaptı ve Kore’ye Japon sermayesi aktı. Buna karşın, Syngman Rhee diktatörlüğünü arttırarak sürdürüyor olması ve partizanlığı öğrencileri ayağa kaldırdı, Seoul sokakları savaş alanına döndü. Park’ın muhalefete cevabı 1972’de Örfi İdare ilân etmek oldu.
Kişisel hakları adamakıllı kısıtlayan yeni anayasayı yürürlüğe koydu. İroniktir ama görünen odur ki, Güney Kore’deki gözalıcı iktisadi kalkınma bu anayasa ile mümkün olabilmiştir. İhracat Park döneminde patlamış, Kore ürünleri uluslararası pazara kendi markalarıyla yerleşmeyi başarmışlardır. Buna karşın halk giderek daha çok ezilmekte, daha mutsuz olmaktaydı. Sonunda 1979’da, Park, gizli servisin başkanı tarafından öldürüldü. Yerine seçilen vekili Choe Kyuha, Park’ın eleştiri ve muhalefeti yasaklayan kanun hükmündeki kararlarını kaldırdı. Buna karşın, özellikle de 1980 Nisanından itibaren reform çağrıları, öğrenci hareketleri durmak bilmedi. Muhalefet başkentten örfi idarenin kaldırılmasını, cumhurbaşkanını avucunun içine aldığı düşündükleri gizli servisin ve aynı zamanda ordu istihbaratın başkanı General Chun-Doo’nun istifasını istiyorlardı. İstifa etmek şöyle dursun, General’in tepkisi örfi idareyi ulus çapında yaygınlaştırmak ve muhalefeti askeri güç kullanarak bastırmak oldu. Muhalefet önderleri tevkif edildiler, her türlü siyasi faaliyet yasaklandı. Buna rağmen Mayıs ayında 50,000 protestocu sokaklara döküldü. Örfi idare kıtaları silâhla karşılık verdiler, onlarca gösterici öldü, yüzlercesi tutuklandı.
General Chun Doo, yönetimi ele geçirdi ve cumhurbaşkanı seçildi. 1981’de çıkarılan yeni anayasa, generale 7-yıllık cumhurbaşkanlığı süresi tanıdı. Protestolar, gösteriler süredursun, 1983’de Chun Doo kabinesinin 17 bakanı Burma’nın başkenti Rangoon’a yaptıkları bir seyahat sırasında Kuzey Kore komandoları tarafından bombalanarak öldürüldüler. Bunun üzerine general kendisine bir halef tayin etti: Roh Tae-Woo, istifa etti ve bir manastıra kapandı. General’in başkanlığı sırasında iki olumlu iş yaptığı söylenir: birisi, Japonya’dan 4 milyar dolarlık borç bulmak, diğeri 1988 Yaz Olimpiyatlarının Kore’de yapılmasını sağlamak. Ekonomik yanlışlıklarına karşın Roh Tae-woo’nun idaresi daha bir demokratikti. Başta Kuzey Kore, komünist ülkelerle ilişkiler geliştirdi. Onun zamanında Kuzey Kore 172 ülkede konsolosluklar kurdu. Kore’nin son cumhurbaşkanı Kim Yaoungsam. 1993’de “Yeni bir Kore” kurmak vadiyle geldi. Seçildikten sonra yaptığı konuşmada, birinci görevinin ülkeyi yolsuzluklardan ve usulsüzlüklerden temizlemek olduğunu söyledi. Yapılması gereken diğer iki iş, ekonominin canlandırılması ve ulusal disiplinin tesis edilmesiydi. Asya kaplanlarının ilk üçü, Tayland, Malezya ve İndonezya, IMF ve Dünya Bankası tarafından “kapitalist kalkınma modeli”ne örnek gösterilen ülkelerdi. Neden çünkü üçü de IMF ve Dünya Bankasının doğru bulduğu şekilde uluslararası ekonomiye entegre olmuşlar, ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisini benimsemişlerdi. Devletin ekonomiye müdahalesi üçünde de hemen hiç söz konusu değildi. Yabancı sermaye olması gerektiği şekilde kendiliğinden ve doğrudan geliyordu. Gördüğümüz gibi dördüncü kaplan Güney Kore’de işler farklıydı. Güney Kore’de ekonomiyi devlet üstelik baskıcı bir biçimde yönlendirmiş ve başarılı olmuştu. Kore’nin kaplanlara katılmış olmasının IMF ve Dünya Bankası uzmanlarını ne diyeceklerini bilemez hale getirmiş olduğunu söylüyorlardı muhalifler.
Muhalifler bundan başka 1997 Güneyasya Krizinin IMF ve Dünya Bankasının revaç verdiği “ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisi” modelinden kaynaklandığı iddia ediyorlar, Krizin çözümü için aynı sakat yöntemlerde ısrar ediliyor olmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Hernekadar Asya Kaplanlarında “kapitalizmin lâubalileşmesi” ya da “yolsuzluklar” büyüme ile elele gitmişlerse de, muhaliflere göre krizin nedenleri bu çarpıklarla açıklanamayacak kadar köklüydü – bu arada, “Lâubali kapitalizm”den kasıt, iş ahlâkını hiçe sayan kapitalizmdir – Modelin bizzat kendisi irdelenmeden yapılacak IMF ve Dünya bankası yardımlarının, yabancı alacaklılarının paralarını güvence altında almaktan başka işe yaramayacağını, hatta ülke ekonomilerini eskisinden daha zayıf, ülke halklarını daha yoksul bırakacağını söylüyorlardı. Bugün buradan baktığımızda 1997 yılı krizinin köklerinin 1980li yılların ilk yarısına kadar uzadığını görüyoruz. O yıllarda, ihracatları petrol gibi, madenler gibi doğal kaynaklara dayanan çoğu ülke gibi, Tayland, Malezya ve Indonezya da sıkıntı içindeydiler. İhraç malları değer kaybediyor, ülkeler borçlarını ödemekte adamakıllı zorlanıyorlardı. Moratoryum ilân etmek zorunda kalacaklarından korkan Tayland ve İndonezya, daha o yıllarda IMF’den yardım istemişler, IMF’nin önerdiği reçeteyi uygulamaya giriştiler. Reçete, muhaliflerin “mutad IMF reçetesi” dedikleri reçeteydi: özelleştirme, ticaret kurallarının ihracatın önünü açacak, yabancı sermayenin ülkeye doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi, dış borçların yenilenmesi ve kemer sıkma.
Ancak, o yıllarda IMF reçetesinin uygulanmasına gerek kalmadıydı, çünkü Amerika ve Japonya birbirlerine girmişlerdi. Sebep: ucuz Japon malları, özellikle de otomobilleri Amerikan pazarlarını bir zamandır işgal etmişlerdi. Amerika, Japonya’nın yenin değerini arttırmasını, dampinge son vermesini istiyordu. Sonunda Japonya, boyun eğmek zorunda kalmış, yenin değerini arttırmıştı. Yıl 1985. Baktılar kârları tehlikeye giriyor, Japon ihracatçıları da devleti arkalarına aldılar, üretimlerini yabancı ülkelere aktardılar. Yani, yabancı ülkelere doğrudan yatırım yaptılar, ürünlerini o ülkelerden ihraç etmeye koyuldular. Yatırımların çoğu, Amerika’ya ve Avrupa’ya gitti, ama Güney asyalılar da nasiplerini aldılar: asgari 15 milyar dolarlık yatırım da onlara gitti. Tayland, Malezya ve İndonezya bir anda ekonomik sorunlarından ve IMF’nin yeniden yapılanma dayatmasından kurtulmuş gibi oldular. Bir gece içinde sanayi mamulleri ihracatçıları konumuna gelmişlerdi – üstelik, Amerika Birleşik Devletlerine ihraç ediyorlar! Bu arada, Güney Kore ve Tayvan da Japonya’nın izinden gittiler, onlar da Güney asyada doğrudan yatırıma giriştiler. Böylece hummalı bir ekonomik hareketlilik başladı. Dıştan bakıldığında, uluslararası piyasada rekabet edebilecek kalite mal üretiyor ve satıyorlardı. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmamış bile olsa azalıyor, orta sınıf büyüyordu.
Ancak –ekonomide zaten hep bir “ancak” vardır! – Ancak, ihracat tümüyle üretimi gerçekleştiren yabancıların/Japon üreticilerin denetimindeydi. Örneğin, ‘80li yılların sonunda Malezya’da, bilgisayarlar vb. elektronik eşya ihracatının %99’unu yabancıların denetimi altındaki şirketler yapıyorlardı. Makine ve elektrikli eşyanın %90’ını da öyle. Kauçuk mamulleri ihracatının %80’i onların ellerindeydi, tekstil ve hazır giyim ihracatının %75’i de öyle. Şimdi, ülke sanayinin yabancıların kontrolü altında olmasının ulusal gururun ötesinde ekonomik bir anlamı var. Şöyle ki: 1992’de Tayland meselâ, Amerika Birleşik Devletlerine sattığı sanayi ürünlerinden 2 milyar, 9 milyon dolar bir ihracat fazlası sağlıyordu ama aynı Tayland, Japonya ile yaptığı ticarette 8 milyar 300 milyon açık veriyordu! Neden çünkü imalat için gerekli her şey Japonya’dan geliyordu! Aynı şekilde, Malezya, Amerika’ya sattığı malların değeri Amerika’dan aldığı malların değerinden 4 milyar 200 milyon fazlaydı ama Japonya’dan aldığı malların değeri Japonya’ya sattığı malların değerinden 5 milyar 800 yüz milyon dolar daha azdı. Ülke ekonomileri büyüdükçe aradaki fark daha da artıyor, dış ticaret açıkları gittikçe büyüyordu. Malezya’nın dış ticaret açığı 1993’de %4.8’den, 1995’de neredeyse ikiye katladı, %8.5’e yükseldi. Keza, Tayland.
Tayland’ın dış ticaret açığı %5.9’dan, %8.1’e çıktı. Asya Kaplanlarının hükümetleri kendilerini bir kez daha dış ticaret açıklarını kapatmak için uğraşır buldular. Ekonomilerinin durmaması için döviz bulmaları gerekiyordu. Her türlü çareye başvurdular. Ne yazık ki buna Tayland hükümetinin döviz karşılığında seks ticaretini açıkça ve şiddetle desteklemesi dahildir. İzleyen AIDS salgını bir başka faciaydı. İşçilerin sendikalaşmaları önlendi, tarımsal bölgelerden göçmen işçiler getirtildi. Tayland Kalkınma Araştırmaları Endüstrisi 1994’de yayınladığı raporunda ülkesinin gelir dağılımdaki bozukluk bağlamından dünyanın en kötü beş ülkesinin arasına girdiğini ilân etmek durumunda kaldı. Öyle görünüyordu ki, Asya Kaplanlarının “mucizevi kalkınma”sı bir avuç seçkin siyasetçiye ve işadamına yaramıştı.