TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri
Tayland, Malezya, İndonezya ve Güney Kore… “Mucizevi” bir ekonomik gelişmenin kahramanları olarak alkışlanan, Güneydoğu Asya Kaplanları! Oysa daha ‘80lerin başlarında petrol, kauçuk, madenler gibi işlenmemiş doğal kaynaklarını ihraç eden, sıkıntı içindeki ülkelerdi. İhraç malları değer kaybediyor, ülke hükümetleri borçlarını ödemekte hayli zorluk çekiyorlardı. Hatta, Tayland ve İndonezya moratoryum ilân etmek zorunda kalacaklarından korkmuş, IMF’den yardım istemek durumunda kalmışlardı.
O yıllarda Asya Kaplarının imdadına Japon sermayesi yetiştiydi. Şöyle ki, ‘80li yılların başından itibaren ucuz Japon mallarının, özellikle de Japon otomobillerinin, pazarlarını işgal etmiş olmasından şikayetçi olan ABD, Japonya’ya yen’in değerini arttırması, dampinge son vermesi hususunda baskı yaptı. Japonya, 1985’de baskıya boyun eğdi, yenin değerini arttırdı. Ancak, azalan ihracattan doğacak kaybını önlemek için, üretimini dış ülkelere aktardı. Yani, kendi ülkelerinden yapamadıkları ihracatı, dış ülkelerde kurdukları fabrikalardan yapma yoluna gittiler. Japonların doğrudan yatırım yapmak için seçtikleri ülkelerin arasında işçi ücretleri özellikle düşük olan Tayland, Malezya ve İndonezya vardı. Japonya bu ülkelere en az 15 milyar dolarlık yatırım yönlendirdi. Böylece neredeyse bir gece içinde dünün yoksul ülkeleri dünyanın önde gelen sanayi mamulleri ihracatçıları konumuna geldiler.
Dıştan bakıldığında, uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek kalitede mal üreten ve satan, IMF ve Dünya Bankasının “kapitalist kalkınma modeli”ne örnek gösterdikleri ülkelerdi. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmış olmasa da azalıyor, orta sınıf büyüyordu. Uluslararası ekonomiye tam entegre olmuşlardı. Devletin ekonomiye müdahalesi söz konusu değildi. Yabancı sermaye kendiliğinden ve doğrudan gelmeye devam ediyordu. Ancak, bir sorun vardı: ihracatın hemen tümünün üretimi gerçekleştiren yabancıların yani Japon üreticilerin denetiminde olması. Örneğin, ‘80li yılların sonunda Malezya’da, bilgisayarlar vb. elektronik eşya ihracatının %99’undan yabancıların denetimi altındaki şirketler sorumluydu. Makine ve elektrikli eşyanın %90’ı, kauçuk mamulleri ihracatının %80’i, tekstil ve hazır giyim ihracatının %75’i. Bunun ekonomik anlamı, Tayland, Malezya ve İndonezya’nın Japonya ile yaptıkları ticarette sürekli açık veriyor olmalarıdır. Neden çünkü sanayinin Japon sahipleri imalat için gerekli herşeyi kendi ülkelerinden ithal etmektedirler. Örneğin, 1992’de Tayland, Japonya ile yaptığı ticarette 8 milyar 300 milyon açık veriyordu!
Malezya, 5 milyar 800 yüz milyon dolar! Ülke ekonomileri büyüdükçe aradaki fark daha da artıyor, dış ticaret açıkları gittikçe büyüyordu. Daha da kötüsü, 1993’den itibaren, Japonya, gözlerini işçi ücretleri Kaplanlar’ınınkinden daha da ucuz olan Çin’e ve Vietnam’a çevirmeye başladı. Çin’in ve Vietnam’ın iç pazarları daha büyük olması da bir başka tercih nedeniydi. Böylece, bir iki yıl içinde Tayland, Malezya, İndonezya üçlüsüne gelen yatırım miktarı azaldı. Japonya’nın Asya’ya yaptığı doğrudan yatırımlar, Avrupa’ya yaptıkları yatırımları bile aştı. 1994’de Japonların Avrupa’daki yatırımlarının değeri 6.2 milyar dolardı, Asya’daki yatırımlarının değeri ise 9.7 milyar. Amerika, başından beri Japonların en çok yatırım yaptıkları ülke olma niteliğini sürdürüyordu:18 milyar dolar. Japonya’nın önceliklerinin değişmesi sonucu döviz sıkıntısına düşen Tayi ve Malezya hükümetleri, başka kaynaklar aramaya başladılar.
Zamanlamayı iyi yapmışlardı çünkü kalkınmış ülkelerde genel bir durgunluk hakimdi, faizler buna bağlı olarak düşüktü, yabancı bankerler ve uluslararası bankalar gözlerini Güneydoğu Asya’nın “gelişmekte olan pazarları”na dikmişlerdi. Asya Kaplanlarının hükümetleri, döviz rezervlerini yükseltecek bu fırsatı kaçırmamak için, döviz alım satımlarının üzerindeki kısıtlamaları kaldırdılar, hisse senedi ve bono pazarlarını yabancılara açtılar, kurlarını dolara çıpaladılar, faiz oranlarını yükselttiler ve yabancı bankaların yerli işadamlarına dolar kredisi açmalarına imkân tanıdılar. Bütün bunların sonucu olarak 1985-89 yılları arasında Tayland’a giren yabancı portföy yatırımlarının tamamı $646 milyon dolarken, sadece 1995 yılında bu yatırım 5,5 milyar doları buldu, izleyen yıllarda daha da yükseldi. Burada bir hatırlatma: portföy yatırımı, uzun vadeli reel yatırımlara değil, hisse senetlerine, bonolara yönelen yatırım türü. Kısa vadede para kazanmayı amaçladığı için, en hafifmeşrep yatırımdır, portföy yatırımı. Yabancı yatırımcının en ufak bir terslikte elindeki kağıtları satıp kaçması beklenir. Yabancı portföy yatırımlarına ek olarak, 1993’de kurulan Bangkok Uluslararası Bankacılığı Kolaylaştırma teşkilatı, üç yıl içinde 50 milyar dolar borç bulmayı başardı. Tayland ekonomisi eski büyüme hızına kavuştu, ancak 1989’da 21 milyar dolar olan dış borç 1996’da 89 milyara yükseldi. Hemen ifade etmeliyim: Bu nokta, IMF ve Dünya Bankasının gelişmelere göz yummakla, daha da kötüsü, önyargılı olmakla hükümetlere, devletlere karşı “önyargılı” olmakla suçlandıkları nokta. Deniyordu ki, bu iki teşkilat hükümetlerin parasal oyunları söz konusu olduğunda fevkalade duyarlıdırlar, ama aynı oyunları bireyler oynadığında seslerini çıkartmazlar. Neden çünkü piyasa dinamiklerinin işleyeceğine, borçlanmayı makul bir yerde durduracağına ve borç alınan paraların verimli sahalara yatırılacağına güvenleri tamdır.
En büyük yanlışı da burada yaparlar/yapmaktadırlar. Nitekim, Tayland’da borç alınan paralar verimli yatırımlara değil, inşaat müteahitlerine gitti. 1995 itibariyle dağ taş bina doldu. Üstelik satılmayan boş binalar, ölü yatırımlar. 1997’de müteahitlerin borçlarını ödeyemeyecekleri belli oldu. Onlar ödeyemeyince Tayland bankaları yabancı bankalara ödeyemediler. Bu derece vahim olmamakla birlikte aynı durum, Malezya, İndonezya ve Filipinlerde de yaşandı. Yabancı yatırımcılar Tayland’ı terk etme zamanının geldiğini düşünmeye başladılar. Tayland Merkez Bankasının paralarını ödeyebileceğinden kuşkuluydular. Zira, kur sabit tutulmuştu. Üstelik, ihracatın büyüme hızı düşmeye başlamıştı; 1995’de %26’dan %1996’da %1. Onlar da kağıtlarını satmaya, borçlarını tahsil etmeye koyuldular. Merkez Bankasının reservlerinin yetmeyeceği kısa sürede ortaya çıktı. Hükümet bir süre baht üzerinden – Tayland’ın para birimi “baht” – faizleri yükselterek karşı koymaya çalıştı. Olmayınca, kuru dalgalanmaya bıraktı.
Tek bir gün içinde bahtın değeri %18 düştü. Bunu hisse senetleri satışlarının hızlanması izledi. Ardından bonoların fiyatları düştü. Hisse senetleri, bonolar derken baht’ın değeri daha da azaldı. Tayland’da durum böyle olunca, yabancı yatırımcılar ve spekülatörler İndonezya ve Malezya’dan da kuşkulanmaya başladılar. Aynı dış borçlanma, bütçe açığı, dolara-bağlı kur, inşaat patlaması bu ülkelerde de vardı. Sonuçta, ne olur ne olmaz, paralarını bu iki ülkeden de çekmeye karar verdiler. Bu defa İndonezya ve Malezya’da da hisse senedi ve bono piyasaları düşüşe geçti. Temmuz ayı bitmeden Malezyanın ringgit’i, İndonezyanın rupyah’sı değer kaybetmeye başladılar. Ekonomilerinin tümden çakılmasını önleme gayreti içinde, önce Tayland sonra da Indonezya IMF’ye başvurdular. IMF, mutad reçetesini önerdi. “Mutad reçete”den daha önce söz etmiştik: özelleştirme, ticaret kurallarının ihracatın önünü açacak, yabancı sermayenin ülkeye doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi, dış borçların yenilenmesi ve kemer sıkma. Tayland ve Indonezya, reçeteyi kabul ettiler. Malezya hayır dedi, kendi yapısal değişim programını kendisi hazırlamaya koyuldu. Kriz, Güney Kore’de – Güneydoğu Asya’daki olaylar tarafından tetiklenmiş olmakla birlikte – biraz farklı seyretti. Tayland, İndonezya ve Malezya gibi değildi Kore. Orada yerli sanayinin uzunca bir geçmişi vardı, ve Kore’nin sanayileşmesinde Japon teknolojisi, Amerika’nın siyasi ve mali desteği rol oynamıştı ama asla başrol değil. Kore’nin sanayileşmesi askeri diktatörlüklerin zorlamasıyla, emir komuta zinciri altında, işçiyi ezerek, halkın özellikle de öğrencilerin zaman zaman kanlı çatışmalara dönen muhalefetine rağmen gerçekleşmişti. ’80’li yılların sonlarında Kore dış ödemeler dengesi artıya geçmiş, hatta Japon üreticilerini ürkütür duruma gelmişti. Sadece Japonları değili Amerikalıları da öyle.
Hatta, Amerika, Kore’den parasının değerini arttırmasını ve pazarlarını Amerikan mallarına açmasını istemek durumunda kaldı. Yine bu yıllarda, işçi ücretleri artmış, işçiler örgütlenmeye, devletin baskısı yumuşamaya başlamıştı. Kore’nin başarısının ters döndüğü nokta “chaebol” dedikleri şirket gruplaşmaların devletin baskısının azalmasıyla birlikte kârlarını verimli yatırımlara değil, spekülâtif yatırımlara yöneltmeye başlamaları. Hal böyle olunca, ihracat hamlesi hızla yara aldı. Hem az önce saydığım nedenlerle, hem de Güneydoğu Asyada konuşlanmış Japon firmalarının rakabetleriyle. 1989’da artı verden dış ticaret, on yıl sonra 1996’da 23.7 milyar dolar açık veriyordu. Aynı yıl, en büyük 30 chaebol’ün kârı %90 düştü. Devlet, işçi ücretlerini dondurmaya kalktı ama Kore artık Park’ın Kore’si değildi. İşçiler 1996-97’de genel greve gidince, hükümet geri çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta, ülkenin en büyük chaebolleri iflaslarını ilân etmek zorunda kaldılar, 1997’de. Söylentinin olgudan beter olması durumu ekonomide pek geçerlidir. Nitekim, en büyüklerinden de olsa, birkaç chaebolün iflas etmesi, hem diğerlerinin hem de Kore bankacılık sisteminin sorgulanmasına yol açtı. Dahası, o yıl Kore’nin toplam 110 milyar dolarlık dış borcundan 70 milyarının ödenmesi gerektiği yıldı. Bunlar artı Güney asya kaplanlarındaki durum, yabancı yatırımcıların tedirginliğini arttırdı, Kore kağıtlarını da ellerinden çıkarmaya koyuldular. Kasım 1997. Kore kendisini dış borçlarını ödeyemediği vahim bir krizin içinde buldu. Aralık 1997’de IMF reçetesini kerhen de olsa kabullenmek zorunda kaldı. Güney Asya Krizi üzerinde çok konuşuldu. Çeşitli dersler, bazen de birbirleriyle çelişen dersler, çıkarıldı. IMF, 1997 Krizini, lâubali kapitalizme, yani iş ahlâkını hiçe sayan kapitalizme ve yolsuzluklara bağladı. Eğer piyasa gerçekten serbest olsaydı, bankaların nüfuz sahibi ama iş bilmeyen adamlara muazzam krediler açmalarını ya da sermayenin beton yığınlarına gömülmesi önleyecek bağımsız denetim kuruluşları bulunsaydı, işler bu hale gelmezdi diyorlardı. Ama IMF muhalifleri – bu arada hemen ekleyelim, muhalefet IMF gibi bir kuruluşun varlığına değil, hali hazır programlarına olan muhalefettir.
Kimler bu IMF muhalifleri? Meselâ, eski bir IMF çalışanı, halen Harvard Üniversitesinde Uluslararası Kalkınma Enstitüsünün başkanı Jeffrey Sachs. Sonra, Dünya Bankası baş iktisatçısı Joseph Stiglitz. Başkan Reagan’ın ekonomi baş danışmanı Martin Feldstein, hatta Milton Friedman. Economist, Financial Times gibi ciddi yayın organları. Bu insanlar, Güney asya krizinde lâubali kapitalizmin, yolsuzlukların payını teslim etmiyor değiller ancak esas meselenin Güney asya’nın üretim biçiminden kaynakladığı husunda ısrarlılar. Dahası, ihracata-dayalı kalkınma modellerinin istikrarlı büyüme sağlayamadığını kabul etme zamanının geldiğini söylüyorlar. Onlara göre hükümetler mali ve sınayi kurallarını gevşettiklerinde hem yolsuzluklar, usulsüzlükler başlıyor, hem de paradan para kazanmak olgusu ortaya çıkıyor. Paradan para kazanmak varken, sermayedarları uzun soluklu reel yatırımlara yöneltmek de neredeyse mümkün değil. Ve diyorlar ki, IMF türü neo-liberalizm kapitalist çıkarları korumanın dışında işe yaramadığını kabul etme zamanı gelmiştir. İlericiler, IMF’nin Güney asya’ya sunduğu reçetelere direnmekte yerden göğe haklıdırlar. Şu şerhle ki, bu direniş, Güney asya rejimlerini onurlandırmak şeklinde olmamalıdır.