Millî Eğitim Eski Bakanı Prof. Dr. Mahmut Özer: Eğitim Sisteminde Değişim İçin Alev Alatlı’nın Önerileri

Türkiye’de eğitim sistemine dair tartışmaların arttığı bir dönemde, ülkemizin entelektüel birikimine önemli katkılar sunmuş, düşünce dünyamızın öncü isimlerinden mütefekkir, yazar ve düşünür kurucumuz, Alev Alatlı’nın görüşleri yeniden gündeme geldi. Prof. Dr. Mahmut Özer, Alev Alatlı’nın eğitimle ilgili yaklaşımlarına dikkat çekerek, eğitim sisteminde köklü değişimlerin gerekliliğini vurguladı.

Alev Alatlı’ya Kulak Verme Zamanı

Alev Alatlı, eğitimdeki temel sorunların çözümü için “asıl”a odaklanılması gerektiğini ifade ediyor. Kadim geleneğimizde dile getirilen “temeller (asıl) doğru atılırsa ayrıntılar (füruat) ona tabi olur” anlayışını benimseyen Alatlı, eğitimdeki temellerin doğru atılmasının önemine dikkat çekiyor. Prof. Dr. Mahmut Özer, Alev Alatlı’nın eğitimin nasıl olması gerektiği ile ilgili oldukça kapsamlı ve hacimli bir rapor olan “İSO Çalıştayı Sonuç Raporu” (Alatlı, 2016)’na dayalı olarak ele alıyor.

Kitleselleşme Elitizm Çatışması ve 21. Yüzyıl Filistinizmi

Alatlı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de beşeri sermayenin niteliğini artırmak için temel eğitimden ortaöğretime ve yükseköğretime kadar eğitimde kitleselleşme eğiliminin farkındadır. Kitleselleşmenin toplumsal açıdan sağladığı iddia edilen faydayı eleştiren Alatlı, kitleselleşmenin beraberinde kalitesizliği getirdiğini ve bu yolla elitizmin de yok edildiğini iddia etmektedir (Alatlı, 2016): “Bourdieu-Said-Furedi üçlüsü, kültürel seviyesizleşmenin nedeninin küresel kapitalizmden öte, 21.yüzyılda gelişen anti-elistist akımlar olduğunu saptarlar: “Standartları idame ettirmeksizin, kitlelerin eğitim ve kültüre katılmalarına ön ayak olmak milyonlarca insanı dolandırmak demektir.  Anlamı olmayan bilgi, halkın değil, uzmanların, disiplin taraftarlarının ve bilirkişilerin işine yarar.” Bu bağlamda, “asıl seçkinciler, anti-elitist halkçılardır.Anti-elitist kitleselleşme Alatlı’ya göre sıradanlaşmaya yol açmakta ve nihayetinde üstün veya özel yeteneklilerin horlandığı ve aşağılandığı bir ortam oluşturmaktadır (Alatlı, 2016): “’Popülist dogma’ dedikleri, 21.yüzyılda dünyayı etkisi altına aldığı gözlemlenen “anti-elitist” akımın çıktısı oluyor.  Hemen ifade edelim ki, burada “elit”ten murat, toplumun üretim araçlarını elinde tutan varsıl kesim ya da ülkemizdeki “Beyaz Türkler” yakıştırmasının ima ettiği ayrıcalıklar manzumesi değil; belirli bir alanda titiz çalışma yürüten, zahmetli bir konuda uzun soluklu liyakat sergileyen, tıp, hukuk gibi özellikli alanlara adanmış, derin eğitimleri, disiplinleri, başarıları veya erdemleri ile öne çıkmış kişilikler. “Anti-elitism” bu kesimi hedef alırken, emek, adanmışlık, süreklilik sonucu ulaşılan kazanımları küçültmeye, genç kuşaklara “rol modeli” olması beklenen ehil dehaları sıradanlaştırmaya yöneliyor. “Picasso da kimmiş, ben de onun kadar çiziktiririm” ya da “Itrî de kimmiş, uykumu getiriyor” yada “Halil İnalcık da kimmiş, Osmanlı tarihini bilsem ne yazar?” şeklindeki ruh halinin yaygınlaşması, farmakolojiden fiziğe,  felsefeden matematiğe hemen her alanda akademisyenleri, eğitimcileri, kültürel etkinlikleri baskılayan mukavementle sonuçlanıyor. “Anti-elitism” ülkemize özgü değil, uluslararası bir salgın.  “21.yüzyıl filistinizmi” deniyor, üstün zekâların, sıradışı vasıfların horgörüldüğü ortam, gelişmiş ülkelerin tümünde “sıradanlaşma”yı yüceltiyor.”

Her ne kadar açık bir şekilde ifade edilmese de kitleselleşme ile elitizmin yok edilerek sıradanlığın yaygınlaşması tehlikesine işaret etmektedir. Elbette, eğitimde kitleselleşmenin kalite odaklı gerçekleşmesi oldukça zor olmasına rağmen mümkündür. Aksi takdirde erişilen eğitimin kalitesi arasında ciddi farklar oluşacak, eğitimin çıktılarının niteliği elbette sorgulanacak, yol açacağı sıradanlaşma ve beraberinde kitleselleşmenin hor görülmesine yol açabilecek bir vasat oluşabilecektir. Nitekim Alev Alatlı da bu paradoksa işaret etmektedir (Alatlı, 2016): “Öte yandan, 2002’yi izleyen on yılların Türk eğitim sistemine ilişkin ateşli tartışmaların ve değişikliklerin yaşandığı bir dönem olarak hatırlanacağı kuşkusuz, ancak gelecek kuşaklar tarafından nasıl değerlendirileceğinin meşkûk olduğu kanısındayız. İl başına ortalama 2,5 üniversite ile sonuçlanan yükseköğretim seferberliği, yüzyıllardır hasreti çekilen fırsat eşitliğinin sağlandığı Altın Çağ mı?  Yoksa 21.yüzyıl filistinizmi ve popülizm doğrultusunda,  gençlerimizi günümüz dünyasının en mütekâmil söylem ve eylemlerinden uzak tutan, reel gelişmelerden kopuk, buna karşın, ne bilgi yetersizliğinin ne de kültürel yoksulluğunun umursandığı müsrif bir süreç mi?”

Alatlı’nın bu paradoksa yönelik çözümünün iki-boyutlu olduğunu, kitleselleşmenin elitizmi koruması ve eğitim temelli bir kültürel reformun gerçekleştirilmesi gerektiği şeklinde olduğunu düşünüyorum: eğitimde elitizmi koruyan bir kitleselleşme ve eğitim temelli kültürel reform.

Eğitimde Elitizmi Koruyan Bir Kitleselleşme

Her ne kadar açık bir şekilde ifade edilmese dahi Alatlı’nın söylemek istediği, elitizmin ülke için çok önemli olduğu ve kitleselleşmeye kurban edilmemesi gerektiğidir. Bir başka deyişle, elitizmin kitleselleşmenin önünde engel olmadığı, bir taraftan kitleselleşme ile kitlelerin eğitime erişimi artırılırken aynı zamanda mevcut kalitenin korunduğu ve daha da iyileştirildiği bir sürecin yürütülebilmesinin mümkün olduğudur. Yoksa Alatlı’nın elitizm uğruna kitlelerin eğitime erişiminin engellenmesini savunduğu veya eğitimde kitleselleşmeye karşı olduğu düşünülemez. Dahası Alatlı, bu bağlamda soruna çok daha pragmatik yaklaşmakta ve yapılabileceklerin beklenmeden yapılmasını salık vermektedir (Alatlı, 2016): “Öte yandan, az önce de ifade ettiğimiz gibi, 21.yüzyılın durup bizim ona yetişmemizi bekleyecek hali yoktur. Hal buyken, uçurumun her iki yakasında konuşlanmış gençleri iyileştirmek, demokratik bir toplumda mutmain yetişkinler olarak yaşayabilmelerine elveren beceriyle donatmak durumundayız. Türkiye, ne yüksek teknoloji eğitiminden, ne de elifi görse mertek zanneden lise mezunlarını ekonomiye entegre etmekten geri durabilir.”

Burada da ağırlıklı vurgusunun yükseköğretimde kitleselleşme ile ilgili olduğunun altını özellikle çizmek gerekiyor (Alatlı, 2016): “Gerçek şu ki,  öykündüğümüz Anglosakson Batı dünyasında yükseköğretimin yaygınlaşması ile “standart erozyonu” ve ona bağlı olarak kültürel yoksulluğun doğru orantıda geliştiği artık bir sır değil. Keza, mezkûr gelişmenin kültürel ümmiliğin önlenemez yükselişi ile sonuçlandığı da sır değil… Yükseköğretime “erişim” ve “katılımı” arttırmak adına standartların düşmesine razı olmanın bir diğer telmihi de, kitlelerin entelektüel potansiyeli haiz olmadıkları şeklindeki yayın inanç oluyor.  Kıdemli eğitimcilere “öğrencilerin fevkalade kırılgan yaratıklar oldukları, derslerinde başarısız olmaları halinde tedavisi na-mümkün izzetinefis kaybına uğracakları” şeklinde yansıyan bu inanç, bir yandan LYS, ÖYSM gibi sınavlara yaşamsal önem yüklerken, diğer yandan da “meşeyi sığladan ayıramayan diplomalı ziraat mühendislerine, mırnavı kedi sanan gıda mühendisleri”ne razı oluyor. “Sonuç, her yıl büyüyen diplomalı işsizler ordusu. Daha da vahimi, ‘vasat eğitim tuzağı.’” (Alatlı)”

Dolayısıyla, Alatlı’ya göre eğitimde elitizmi koruyan bir kitleselleşme olmadığında ortaya çıkan sadece kalitesizlik değil, ayrıca kültürel popülizmdir. Yani, bu durumda her ne kadar kitleler eğitime erişebilseler de kalitesizlik yaygın bir durum olacağı için zorunlu olarak kültürel popülizmin de yeşereceği bir iklim oluşacaktır. Bu nedenle Alatlı, ısrarla kitleselleşme uğruna özel yetenekli az sayıda insanın ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulayarak bunlara gerekirse pozitif ayrımcılık yapmayı salık vermektedir (Alatlı, 2016): “Bize göre, derin bilgiye susamış insanların sayısı her kültürde, her ülkede azdır. Ve bu insanlar her durumda sıra dışı insanlardır.  Derinlik, adanmışlık, süreklilik söz konusu olduğunda “demokrasi” diye bir şey yoktur. Bir elin beş parmağı asla eşit olmayacaktır.  Buna karşın, öğrenciyi pohpohlamak ve en küçük ortak paydaya razı olmaktansa, kendisi ve Türkiye için daha iyisini yapmaya yüreklendirmekten, imkân sağlamaktan, gerektiğinde pozitif ayrımcılık tanımaktan geri durulmamalıdır. Bu çerçevede, “elinden geleni yap” teşviki, muhatabın/öğrencinin “sınırlı” yeteneklerinin müsamaha ile karşılanacağını peşinen belirten bir tembih olarak, üstencidir. “Elinden gelmeyeni de yap” ısrarı, daha iyiyi, daha güzeli özendirecek, popülist dogmaları etkisizleştirebilecektir diye düşünüyoruz.”

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Alatlı, elitizm-kitleselleşme çatışması ve elitizmin kitleselleşmeye feda edilmemesi vurgularını ağırlıklı olarak yükseköğretim için kullanmaktadır. Bu bağlamda elitizmi koruyan kitleselleşmeyi ‘düalizm’ ile açıklamaktadır (Alatlı, 2016): “Hemen ifade edelim ki, “düalizm”den kastımız, eğitimi eşzamanlı olarak “hem kendi içinde başlıbaşına bir amaç, hem de bir araç,” olarak ele alacak olan bir sistemdir. Bize göre, iktisadi kalkınmasının bu aşamasında Türkiye’nin eğitimi kendi içinde başlı başına bir amaç telakki eden görüşü “ortaçağdan kalma bir kavram” olarak dışlayacak (bakınız, İngiliz Eğitim ve Beceriler/Zanaatlar Bakanı /Secretary of State for Education and Skills/ Charles Clarke) hali olmadığı gibi, piyasa güçlerinin etkileşimine terkederek araçlaştıracak lüksü de yoktur. Türkiye, ununu elemiş eleğini asmış bir ülke değildir. İçinde bulunduğumuz koşulların, bizi, bir yandan ve eşzamanlı olarak “yeni ve cesur dünyanın ihtiyaç duyduğu patent, lisans, tasarım” üretirken, diğer yandan da ar-ge sonuçlarını üretime tahvil edebilecek saha çalışanları yetiştirmek mecburiyeti ile karşı karşıya bıraktığını; bu mecburiyetin akademik ve mesleki olmak üzere düalist bir milli eğitim sistemi üzerinde düşünmeye davet ettiği kanaatındayız. Gerçek şu ki, 21. yüzyılda nitelikli ar-ge etkinliklerinin başarıyla yürütülebilmesi için gerekli matematik, fen bilimleri vb. gibi, zihin zorlayan, soyutlama ve girift düşüncelere yatkınlık isteyen alanlara talip öğrenciler, sadece bizde değil, her ülkede ender bulunan, sıradışı gençlerdir. Bu gençlerin Allah vergisi yeteneklerini hakkıyla değerlendirecek, fıtrat ve şakileleri doğrultusunda 21.yüzyıl filistinizmine feda etmeksizin layıkıyla eğitecek, gereğinde pozitif ayrımcılık uygulayabilecek eğitim kurumları “bilimin bağımsız bir insan etkinliği olarak örgütlenebildiği” tam donanımlı üniversiteler olmak durumundadır.”

Alatlı’nın düalist eğitim yaklaşımında elitist eğitimi ‘eğitimi kendi içinde başlı başına bir amaç’ olarak tasarlayan bir akademik eğitim, kitleselleşmeyi ise ‘eğitimi bir araç’ olarak tasarlayan bir mesleki eğitim olarak tanımlamaktadır. Alatlı, bu yaklaşımdan yola çıkarak yükseköğretimi akademik ve mesleki olarak düalist bir yaklaşımla yeniden yapılandırmayı önermektedir (Alatlı, 2016): “Dememiz o ki, düalist sistemde üniversiteler eğitimi kendi içinde başlı başına bir amaç telakki eden görüş doğrultusunda düzenlenen, konjöktürel ekonomik ve siyasi hedeflerin dayattığı (bakınız, Hamdullah Suphi-Celâl Yalınız anektodu) standart erozyonundan münezzeh yükseköğretim kurumları olarak yeniden kurulurlarken; meslek yüksekokulları, tam tersine, müfredat ve yöntemleri itibariyle  üniversite öğretiminin karakteristiği olan soyut, kavramsal bilgiden farklılaşan “non-academic” eğitim birimleri olarak düzenlenmeli, Frank Furedi’nin Anglosakson üniversiteleri bağlamında yakındığı ekonomik ve siyasi göstergeler tarafından yönlendirilmeleri sağlanmalı, teşvik edilmelidir. Bize göre, bin dereden su getirmeyi bırakıp, yükseköğretimi akademik ve mesleki olmak üzere düalist bir sistemde millileştirmek düşünülmelidir. Böyle bir sistemde akademik faaliyet gösteren üniversiteler veya üniversitelere bağlı fakülteler, geleneksel derecelerini akademik lisans, akademik yüksek lisans ya da  akademik doktora şeklinde, “akademik” ön nitelemesi ile mesleki eğitimden ayrıştırarak kullanırlarken, mesleki eğitim veren yüksekokullar da mezunlarını eğitim sürelerine bağlı olarak “meslek ön lisansı”, “meslek lisansı” hatta “meslek yüksek lisansı” diplomaları ile derecelendirebileceklerdir. Böylesi bir uygulamanın bir yandan reel üretimin isimsiz kahramanları olan “usta”lara hak ettikleri toplumsal itibarı sağlar, emeklerini onurlandırırken, diğer yandan da meslek yüksekokullarını yarım üniversite mezuniyeti gibi amorf bir kariyer sunan ve dolayısıyla hini hacette başvurulan okullar olarak algılanmaktan kurtarabileceği düşünülmelidir. Hakkıyla kurgulanmış düalist eğitim sisteminde, meslek yüksekokullarının,  üniversiteleri,  “standart erozyonu”dan kurtarmakta belirleyici rol oynama yüksek ihtimalleri ayrıca değerlendirilmesi gereken bir avantajdır.”

Bir başka deyişle, Alatlı’nın düalist yaklaşımında akademik yükseköğretim elitizmi temsil ederken, mesleki yükseköğretim yükseköğretimde kitleselleşmeye tekabül etmektedir. Dolayısıyla, akademik yükseköğretimin birinci önceliği meslek edindirme olmayıp, kendisine yüklenen bu sorumluluğu mesleki yükseköğretime devretmektedir (Alatlı, 2016): “Hâsılı, “…üniversiteler, ülkenin tüm stratejik noktalarıyla ilgili bilgi ve hizmet üreten; bilimin bağımsız bir insan etkinliği olarak da örgütlendiği kurumlar olarak algılanmalıdır.” Diğer bir deyişle, “Evrensel bir amaca sahip olan, tüm insanlığın yararına bilgi üreten bir kurum olan üniversite, meslek edindirme yeri değildir. Meslek edindirme yeri, lise sonrası meslek yüksekokullarıdır…” (Funda F. Aktan, Kapadokya Meslek Yüksekokulu, 2011).”

Alatlı, mesleki yükseköğretimi bu bağlamda güçlendirmek ve iki yıllık eğitimin yetmeyeceği bazı meslekler için meslek yüksekokullarına ilaveten uygulamalı bilimler fakültelerinin kurulabileceğini önermekte, bu yeni fakültelerin meslek yüksekokullarını güçlendireceğini düşünmektedir (Alatlı, 2016): “Belirli iş kollarında doğrudan uzmanlık geliştirmeyi hedefleyen, doğrudan kariyer edindirme gayreti içinde olan eğitim kurumlarına duyulan ihtiyaç açıktır. Keza, bazı işkollarında öğrencinin mesleğini hakkıyla öğrenmesi için iki yıllık mesleki eğitim süresinin yeterli olmadığı da ortadadır. Kaldı ki, ortaöğretimde kazandırılamayan temel becerilerin telafi edilmesi de söz konusu olduğundan mesleki eğitim süresi dört ya da daha fazla yılı gerektirebilmektedir. Bu meselenin bir çözümü de “Uygulamalı Bilimler Fakülteleri”nin açılması olabilir. Üniversitelerin bünyesinde bulunan meslek yüksekokullarını konsolide edecek olan Uygulamalı Bilimler Fakültelerinin alanlarının gerektirdiklerine göre iki yıllık ve/veya dört yıllık mesleki eğitim vermek üzere örgütlenmeleri, kendi bünyeleri içinde dikey geçişe imkan tanımaları düşünülebilir. “Uygulamalı Bilimler Fakültesi” adı altında örgütlenecek eğitim birimlerinin iki yıllık programlarından mezun öğrenciler “meslek ön lisansı”, dört yıllık programlarından mezun öğrenciler ise “meslek lisansı” diploması vermeleri değerlendirmelidir. Bu yapıldığı takdirde, akademik lisans mesleki lisanstan ayrıştırılacak, akademik yüksek lisansa devam talepleri de, olası haksız müktesep hak iddiaları da önlenebilecektir.  Ancak, öğrencilerin akademik lisans programlarına geçiş sistemine ilişkin düzenlemeler mutlaka yapılmalıdır.”

Uygulamalı bilimler fakültelerinin kurulmaması durumunda meslek yüksekokullarına dört yıllık program açabilme imkânı verilmesini önermektedir (Alatlı, 2016): “Önerdiğimiz çözümün itibar görmemesi durumunda, meslek yüksekokullarına hiç değilse iştigal ettikleri alanların gerektirdiği sürelerde eğitim verme hakkı tanınmalı;  iki yıllık program yanında, dört yıllık program da açmalarının önlerindeki engeller ivedilikle kaldırılmalıdır.”

Eğitim Temelli Kültürel Reform

Alatlı kültürel popülizm tuzağına düşmemek için özellikle özel yeteneklileri merkeze alarak derinliği artıran eğitim temelli kültürel bir reformun mümkün olduğunu vurgulamaktadır (Alatlı, 2016): “Bize göre, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde kotarılacak eğitim temelli herhangi bir kültürel reform, her şeyden önce seçkin ile ünlü arasındaki farkı çarpıtmadan, saptırmadan ortaya koymalıdır. Sanatta, edebiyatta, fende, en ünlüleri değil, en iyileri onurlandıracak bir düzenek geliştirmeli, kültürümüzü basın ve medyada yuvalanmış vasat jürilerin tahakkümünden kurtarmanın yolunu bulmalıyız. Gerçek şu ki, bin tane çokbilmiş sütun yazarı, bir Cemil Meriç, bir Halil İnalcık, bir Oktay Sinanoğlu, bir Aziz Sancar etmemektedir.”

Alatlı bu bağlamda kültürel popülizmden kaçınabilmek için panzehir olarak “derinlik”i önermektedir (Alatlı, 2016): “Öte yandan, bize göre “derinlik” toplumsal yükümlülük ima eder. Bilimsel ya da sanatsal başarı kendi başına yetersizdir. Birinci sınıf kafalar, alanlarının uzmanı olmanın ötesinde, yaşadıkları dönemin toplumsal meselelerinin idrakında ve umurunda olmalıdırlar.  Öğretim üyelerinin, araştırmacıların, öğretmenlerin, eğitim alanında kariyer yapan uzmanların dünyayı talebelerine açmaları,  standart erozyununa geçit vermemeleri, popülist dogmaya karşı durmaları halinde, fildişi kulede yaşama sendromunu aşmak mümkündür.”

Derinliği sağlama ile ilgili atılacak adımlar kültürel popülizmle mücadele etmeye yönelik olup eğitimde dil-kültür ilişkisinin güçlendirmeyi hedeflemektedir. Alatlı bu bağlamda birinci vurguyu Türkçe-Mantık-matematik saçağının sağlamlaştırılmasına vermektedir (Alatlı, 2016): “Gönlümüzde yatan müfredata gelince,  gerçek şu ki, “Düşüncenin olmazsa olmazı, tuğlası, demiri, çimentosu, harcı, dil: Türkçe. Akıl yürütmenin olmazsa olmazı mizan-ül akl yani mantık. Mantığın olmazsa olmazı Türkçe’nin doğru kullanımı. Doğru düşünmek için “akıl” yeterli değil, “akıllı” olmak da yeterli değil; “aklın ölçüsü” şart.”  Hal böyle olunca, anaokulundan doktora aşamasının da dâhil olduğu eğitim sürecinde Türkçe’nin ağırlıkta olması gereği açık.” Bu bağlamda bir diğer adım kozmoloji öğretimini kapsamaktadır. Alatlı’ya göre kültürel reform bu açılımlara ilaveten din bilim/teoloji tarihi, beşeri ve iktisadi coğrafya, ekonomi, yönetim/siyaset bilimi, birlikte yaşama bilgisi/hukuka giriş, Türk Demokrasi Tarihi/Yakın Tarihini de kapsamalıdır (Alatlı, 2016).

Özetle, Alev Alatlı, eğitimin güçlendirilmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla ülkemizin 21.yüzyılda yoluna çok daha güçlü bir şekilde ilerleyebileceğine inanan, bu yönde yazıları ve eserleriyle yön vermeye çalışmış, üstelik bu girişimini düşünce boyutunda tutmayıp Kapadokya Üniversitesi ile uygulamaya da koymuş ülkemizin yetiştirdiği çok önemli bir entelektüelidir. Dolayısıyla, Alatlı’nın eğitime yönelik tasavvurunun açılması ve teşrih edilmesi ve bu bağlamda tartışmaların yapılması son derece önemlidir. Alatlı, beşeri sermayede hiçbir yeteneğin ıskalanmaması gerektiğini savunmaktadır. Bu nedenle dünyada özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası temel eğitimden ortaöğretim ve yükseköğretime kadar kitleselleşme evresinin sağlıklı sonuçlar üretmediğini vurgular. Bu yaklaşımın özellikle eğitimin genel niteliğini düşürerek asıl amacından uzaklaştırdığını, toplumsal bir mutabakat zemini hazırlarken yüksek nitelikli sonuçların ikinci plana itildiğini ima etmektedir. Alatlı’ya göre söz konusu süreç derinleşmeye müsait ve ülkenin geleceği için çok önemli olan yetenekleri ıskalamakta ve topyekûn bir sıradanlaşma ve nihayetinde kültürel popülizme yol açmaktadır. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için elitizm ve kitleselleşmenin birlikte yürümesi gerektiğinin altını çizmekte ve bu yaklaşımını düalizm terimiyle tanımlamaktadır.

Elitist eğitimin akademik eğitimle ilişkili, kitlesel eğitimin de mesleki eğitimle ilişkilendirildiği görülmektedir. Dolayısıyla, yükseköğretim aşamasında önerdiği düalist yaklaşımın temel ve ortaöğretimde de karşılığı veya tekabüliyeti olması gerekmektedir. Böylece elitist damarın korunabileceği ve ülkenin rekabet gücünü artırabilecek gençlerin derinlikli, kültürel popülizme kaymayan ve bu gençlerin dil-kültür müktesebatını güçlendirebilecek bir eğitim imkânına sahip olabilmesi mümkün olabilecektir. Bu bağlamda, bu gençlerin Türkçe-Mantık-Matematik sacayağı desteklenecek, din bilim/teoloji tarihi, beşeri ve iktisadi coğrafya, ekonomi, yönetim/siyaset bilimi, hukuk, Türk Demokrasi Tarihi/yakın Tarih bilgisi takviye edilerek ülkesi ve dünya ile ilgili aidiyeti güçlendirilecek ve özellikle kozmoloji bilgisi ile yeryüzündeki konumu anlamlandırılacaktır.