HERKESİN MODELİ KENDİNE

imdi Değilse Ne Zaman?

Asya’nın kuzeydoğu köşesinde, yaklaşık Büyük Britanya kadar bir yarımada, Kore. Eski bir ülke, buna karşın bir ulus olarak ortaya çıkmaları 1945’de. 1945, ABD ve Sovyetler Birliği’nin ülkeyi Kuzey ve Güney Kore olmak üzere ikiye böldükleri yıl. Güney Kore, 1948’de demokratik cumhuriyet oldu, aynı yıl ilk cumhurbaşkanını seçti: Amerikan eğitimli (Harvard mezunu) Signman Rhî. Buna karşın, Signman Rhî tarihe demokrat kişiliği ile değil keyfi idaresi ile geçti. Başlıca amacı, komünist Kuzey Kore tarafından desteklenen solcu grupları bastırmaktı. Kuzey Kore, 1950’de Güney Kore’ye savaş açtı. Hatırlanacağı üzere neredeyse Güney Kore’yi haritadan sileceklerdi. Birleşmiş Milletler olaya el koydu. Kuzey Kore püskürtüldü. 

1950’lerde Kore, halkının Birleşmiş Milletler ordularının artıklarıyla beslendiği bir ülkeydi. Milli geliri o yıllardaki gelirimizin yarısı kadar, yoksul bir ülke. Atağa kalkmaları 1960larda, Rhî’nin “Ulusal Güvenlik Yasası” adlı bir yasa çıkartıp, siyasi sistemi fiili diktatörlüğe çevirmesi savaştan sonra. Ancak, bir diktatörden bile beklenmeyecek galiz hatalar yapan Rhî, yerini Çang Myon’a bırakmak zorunda kaldı. Üç ay sonra da askeri darbe ve Tümgeneral Park, Cumhurbaşkanı seçildi. 1990lı yılların ortalarına kadar Kore’nin hayatı bir diktatörden diğerinin yönetiminde geçti.

Ne ki, Kore’nin ekonomik kalkınmasında efsanevi bir isim ve dönüm noktası, Park. İktidara geldikten sonra yaptığı ilk işlerden birisi kadim düşmanı Japonya ile savaş tazminatı karşılığı iktisadi yardım antlaşması yapmak oluyor. (1965) Bu antlaşma sayesinde Kore’ye tarihinde ilk kez toplu sermaye, Japon sermayesi akıyor.  
Ancak, Park, Rhî’yi aratmayan bir partizan ve diktatördü. Öğrencilerin isyanı, Seul’un savaş alanına dönen sokakları derken 1972’de tüm ülkede sıkı yönetim ilân edildi. Kişisel hakları adamakıllı kısıtlayan yeni bir anayasa yürürlüğe kondu. Buraya kadarı bizim aşina olduğumuz bir tarih. Ama bundan sonrası değil, çünkü görünen o ki, Güney Kore’deki göz alıcı ekonomik kalkınma bu vahşi anayasa ile mümkün olabildi. Devlet önderliğinde ancak özel girişimciliği destekleyen,kobi ağırlıklı bir strateji benimsendi ve müthiş bir ekonomik seferberlik başlatıldı. Sanayi kalkınmasına özel bir önem verildi. Ekonomi bu hedef doğrultusunda yeniden şekillendi.  

Kore doğal kaynaklardan yoksun bir ülke. Buna karşın bol ve çok iyi eğitimli işgücü var. İmalat sanayi girdileri, hammade ve yarı mamul madde olarak dışardan ithal edildi. Montajla başladılar, ağır endüstriye ve kimyasallara girdiler. Devlet, her türlü teşviki verdi ve ihracat patladı. Kore, çok kısa sürede kendi markalarını yaratmayı, uluslararası pazara yerleştirmeyi başardı. 
Kore, “Güneydoğu Asya Kaplanları” diye bilinen gruptan. Bunların ilk üçü, Tayland, Malezya ve İndonezya, IMF ve Dünya Bankası tarafından “kapitalist kalkınma modeli”ne örnek gösterilen ülkeler. Üçü de IMF ve Dünya Bankasının doğru bulduğu şekilde uluslararası ekonomiye entegre olmuşlar, ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisini benimsemişlerdi. Devletin ekonomiye müdahalesi üçünde de hemen hiç söz konusu değildi. Yabancı sermaye de olması gerektiği şekilde kendiliğinden ve doğrudan geliyordu. Ancak, “dördüncü kaplan” Güney Kore’de işler farklıydı. Diğer üçü krizden baş alamazlarken, burada ekonomiyi devletin üstelik baskıcı bir biçimde yönlendirmiş ve başarılı olmuş olması IMF ve Dünya Bankası uzmanları arasında tartışmalara yol açtı.  

Uzmanlardan bir kısmı, 1997 Güney Asya krizine IMF ve Dünya Bankasının revaç verdiği “ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisi” modelinden kaynaklandığı iddia ediyorlar, krizin çözümü için aynı sakat yöntemlerde ısrar ediliyor olmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Diğerleri, krize IMF/Dünya Bankası reçetelerinin değil, bu ülkelerde kapitalizmin “lâubalileşmiş” olmasının ve yolsuzlukların neden olduğunu söylüyorlardı. Yine birinci gruba göre, her ne kadar lâubalileşme ve yolsuzluklar bir vakıa idiyse de, krizin nedenleri bu çarpıklıklarla açıklanamayacak kadar köklüydü. (“lâubali kapitalizm” iş ahlâkını hiçe sayan kapitalizm anlamında kullanılıyor) Modelin bizzat kendisini sorgulamadan yapılacak IMF ve Dünya bankası yardımlarının yabancı alacaklılarının paralarını güvence altında almaktan başka işe yaramayacağını, hatta ülke ekonomilerini eskisinden daha zayıf, ülke halklarını daha yoksul bırakacağını söylüyorlardı. Nitekim, bugün buradan baktığımızda 1997 Güney Asya krizinin köklerinin 1980li yılların ilk yarısına kadar uzadığını görüyoruz. 

O yıllarda, ihracatları petrol ve madenler gibi doğal kaynaklara dayanan çoğu ülke gibi, Tayland, Malezya ve İndonezya da sıkıntı içindeydiler. İhraç malları değer kaybediyor, ülkeler borçlarını ödemekte adamakıllı zorlanıyorlardı. Moratoryum ilân etmek zorunda kalacaklarından korkan Tayland ve İndonezya, daha o yıllarda IMF’den yardım istemişler, IMF’nin önerdiği reçeteyi uygulamaya girişmişlerdi. Bu reçete, muhaliflerin “mutad IMF reçetesi” dedikleri reçeteydi: özelleştirme, ticaret kurallarının ihracatın önünü açacak, yabancı sermayenin ülkeye doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi, dış borçların yenilenmesi ve kemer sıkma.  

Güneydoğu Asya’ya yabancı sermaye Japon’dan yaklaşık 15 milyar dolarlık doğrudan yatırım şeklinde geldi. Tayland, Malezya ve İndonezya bir anda ekonomik sorunlarından ve IMF’nin yeniden yapılanma dayatmasından kurtulmuş gibi oldular. Bir gece içinde sanayi mamulleri ihracatçıları konumuna gelmişlerdi – üstelik, Amerika Birleşik Devletlerine ihraç ediyorlardı. Hummalı bir ekonomik hareketlilik başladı. Dıştan bakıldığında, uluslararası piyasada rekabet edebilecek kalite mal üretiyor ve satıyorlardı. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmamış bile olsa azalıyor, orta sınıf büyüyordu. Ancak –ekonomide zaten hep bir “ancak” vardır! – Ancak, ihracat tümüyle üretimi gerçekleştiren yabancıların/Japon üreticilerin denetimindeydi. Örneğin, ‘80li yılların sonunda Malezya’da, bilgisayarlar vb. elektronik eşya ihracatının %99’unu yabancıların denetimi altındaki şirketler yapıyorlardı. Makine ve elektrikli eşyanın %90’ını da öyle. Kauçuk mamulleri ihracatının %80’i onların ellerindeydi, tekstil ve hazır giyim ihracatının %75’i de öyle. 

Oysa, ülke sanayinin yabancıların kontrolü altında olmasının ulusal gururun ötesinde ekonomik bir anlamı var. Şöyle ki: 1992’de Tayland, meselâ, ABD’ye sattığı sanayi ürünlerinden 2,9 milyar dolar bir ihracat fazlası sağlıyordu ama aynı Tayland, Japonya ile yaptığı ticarette 8 milyar 300 milyon açık veriyordu. Çünkü imalat için gerekli her şey Japonya’dan geliyordu. Aynı şekilde, Malezya, Amerika’ya sattığı malların değeri Amerika’dan aldığı malların değerinden 4,2 milyar dolar fazlaydı ama Japonya’dan aldığı malların değeri Japonya’ya sattığı malların değerinden 5,8 milyar dolar daha azdı. Ülke ekonomileri büyüdükçe aradaki fark daha da artıyor, dış ticaret açıkları gittikçe büyüyordu. Malezya’nın dış ticaret açığı 1993’de %4.8’den, 1995’de neredeyse ikiye katladı, %8.5’e yükseldi. Keza, Tayland. Tayland’ın dış ticaret açığı %5.9’dan, %8.1’e çıktı. 

Asya Kaplanlarının hükümetleri kendilerini bir kez daha dış ticaret açıklarını kapatmak için uğraşır buldular. İşçilerin sendikalaşmaları önlendi, tarımsal bölgelerden göçmen işçiler getirtildi. Tayland Kalkınma Araştırmaları Endüstrisi 1994’de yayınladığı raporunda ülkesinin gelir dağılımdaki bozukluk bağlamından dünyanın en kötü beş ülkesinin arasına girdiğini ilân etmek durumunda kaldı. Ekonomilerinin durmaması için döviz bulmaları gerekiyordu. Her türlü çareye başvurdular. Ne yazık ki buna Tayland hükümetinin döviz karşılığında seks ticaretini açıkça ve şiddetle desteklemesi dahildir. İzleyen AIDS salgını bir başka faciaydı.  

Öyle görünüyordu ki, Asya Kaplanlarının “mucizevi kalkınma”sı bir avuç seçkin siyasetçiye ve işadamına yaramıştı.