TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri
Almanların büyük çoğunluğu, hatta SPD, ülkelerinin Birinci Dünya Savaşına girmesini destekledi. Hızlı ve kesin bir zafer bekliyorlardı ama öyle olmadı. Ağır ve kesin bir yenilgiye uğradılar. 1918 sonbaharında İmparator tahtını bıraktı, Hollanda’ya sürgüne gitti, Sosyal Demokratlar iktidara geçtiler. İktidarı bulan sosyal demokratların ilk icraatlarından biri, Partinin ihtilalci sol kanadı Spartaküs birliğini tasfiye etmek oldu. Ocak, 1919’da çoğunluğu sosyalist olan Kurucu Meclis Weimar’da toplanarak cumhurbaşkanını seçti. Almanya’nın demokrasi ile tanışması bir yenilgi ve sefalet ortamındadır.
Haziran 1919 Versailles Antlaşmasının ekonomik şartları çok çok ağırdı. Almanya, topraklarının %13’ünü, nüfusunun %10’nu, tarım arazisinin %15’ini, demir madenlerinin %75’ini, kömür madenlerinin %26’sını ve Alsas’taki potasyum ve tekstil endüstrilerinin tümünü kaybetti. Müttefikler yüzlerce gemiye, lokomotife ve vagona el koydular. Bunlara ilâveten Almanya çok ağır savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Ünlü iktisatçı John Maynard Keynes’in bir araştırmasına göre 1921’de Almanya’ya yüklenen tazminat ödeyebileceğinin tam üç katıydı. Alman Markı savaş öncesi değerinin %20 altındaydı. 1920’den itibaren değer kaybı daha da hızlandı. Buna karşın, Weimar hükümetleri enflasyonu önleyecek ciddi tedbirler almakta ağır davrandılar. Bunun bir nedeni Alman sanayicilerinin ve büyük toprak sahiplerinin “enflasyondan kâr ettikleri” bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Merkez bankasından aldıkları borçları, değeri-düşük-para ile geri ödüyorlardı ve bu kârlı durumdan vazgeçmeye niyetleri yoktu.
Öte yandan enflasyonun hükümetlerin de işlerine gelen bir tarafı vardı: savaş tazminatı ödemelerinden kurtulmak için bir bahane olarak kullanabiliyorlardı. Sanayiciler savaş tazminatlarını ödememesi konusunda Hükümete tam destek halindeydiler, çünkü, dış borçların ödenebilmesi için yapılması şart olan reformlar ve yapısal değişiklikler işlerine gelmiyordu. Ne ki, Müttefiklerin de Almanya’nın borçlarını silmeye niyetleri yoktu. Baktı olmuyor, Fransa Ocak 1923’de Ruhr havzasını işgal etti. Ruhr madenlerinde çalışan işçiler işgale greve gitmek suretiyle direndiler. Ancak, bu direniş enflasyonun daha da artmasına neden oldu. 1922’den itibaren ağırlaşan buhran, Marka olan güvenin tamamen kaybolmasıyla sonuçlandı. Fiyatların saat başı arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı. Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına bir el arabası dolusu para götürüyorlardı. Alman ekonomisi tamamen çökmüştü. Sosyalist Maliye Bakanı Hilferding Ağustos 1923’de “çavdar” bitkisinin değerini esas alan yeni bir para birimi, çavdar-parası, çıkardı. Üç ay sonra çavdar-parasının yerini Rentenmark aldı. “Renten” irad demek, “Rentenmark”ı, irad-parası şeklinde çevirebiliriz. Rentenmark’ın karşılığı olarak ülkenin mülk ve sanayi kaynakları üzerine yapılan ipotek gösteriliyordu. Adı da zaten buradan geliyor. Rettenmark, yalnızca iç ödemelerde kullanılıyordu. Bir Rentenmark bir trilyon kağıtmarka tekabül ediyordu! Düşünün enflasyon ne boyutlardaydı! Ama durdurmayı başardılar.
Almanya’nın en yetenekli politikacılarından birisi olan Gustav Stressman, maliye bakanı ve merkez bankası başkanı ile elele verdi. Enflasyon düştü, 1924’de altın esasına dayalı Reichsmark çıktı. Alman markı bundan böyle çavdarı değil altını esas alacaktı. Stressman, Almanya’nın batılı ülkelerle ilişkilerini iyileştirmeye çalıştı. Kapanan kredi musluklarını açtı. Savaş tazminatı ödemelerinin daha makul bir düzeylere çekilmesini sağladı. Alman ekonomisi nefes almış, dengesini bulmak üzereymiş gibi dururken, buyurun, Kara Perşembe! Hiç beklenmedik bir şey oldu, New York Borsası çöktü! 1929 Krizi Almanya’ya anında sıçradı – çünkü, Alman sanayi ihracatla ayakta duruyordu ve ihracat kesilince, sanayi durdu.
Büyük Çöküntü, sakinleşmiş gibi duran Alman siyasetini yeniden radikalleştirdi. Almanya’da o kadar çok siyasi parti ortaya çıktı ki, parlamenter bir hükümet kurmak düpedüz imkansızlaştı. Koalisyon şöyle dursun, Reichstag’da, yani Alman parlamentosunda, iki kişi bir araya gelip tek bir ortak karar alamıyor gibiydi. 1930’dan itibaren hükümet ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yürütmek durumunda kaldı. Siyasi kaos bir süre komünistlerin işine yarar gibi göründü, ama kargaşadan esas faydalanan Hitler’in Nasyonel Sosyalist Partisi oldu. Şansölye Brünning ekonomik krizle, işsizlikle uğraşadursun Naziler, bir yandan olmadık radikal çözümler önerirlerken, öte yandan da Almanların milli duygularına hitap eden söylemler geliştiriyorlardı. Savaş mağlubiyetinin ve ekonomik krizin faturasını “çözülmüş” gruplar dedikleri, komünistlere, yahudilere, hatta çingenelere çıkartan – “milliyetçi” demeye dilim varmıyor, çünkü biz Türkler “milliyetçilik”in böylesini hiç bilmeyiz – “ırkçı” söylemler. Öyle abarttılar ki, müziğin bile Almanya’ya uygun olanı, olmayanı oraya çıktı! Hitler’e ve ikinci adamı Goebbels’e göre “iyi” Alman müziğini üç adam yapardı: Ludwig van Beethoven, Richard Wagner, and Anton Bruckner. Beethoven yaşasaydı ne derdi bilinmez ama Hitler’e göre “ruhu itibariyle kahraman bir Alman”olan Beethoven, kendisinin manevi yoldaşıydı. Ama Richard Wagner kadar olmasın! Wagner’in müziğini – özellikle Tristan’ı – notlarını savaşta sırtçantasında taşıyacak kadar yüceltmişti. Nitekim sonraki yıllarda Wagner nazi toplantılarının fon müziği oldu. Bunda bestekârın “Müzikte Yahudilik” isimli risalesinin katkısı olduğu muhakkak. O risalesinde Wagner, Yahudilerin Almanların müzik zevkini nasıl zehirlediklerini anlatıyordu. Sonra iyi tanıdığımız bir isim: ünlü orkestra şefi Herbert von Karajan. Von Karajan, Nazi partisi üyesiydi. Daha iyi mevkilere gelmek için olduğu söylenir. Ve tabii, Reichsmusikkammer – Reisch Müzik Odası – başkanı da Richard Strauss! Şansölye Brünning krizden kurtulabilmek için çırpınıyordu. Yeni vergiler ihdas etti, buna rağmen hazine gelirleri %30 düştü.
Bütçe açığı dört milyar markı bulunca, devlet harcamalarında tasarrufa gidildi, memurlarının maaşları ve emekli ödemeleri azaltıldı. Bu arada kendi işsizlik sorunlarıyla uğraşan Amerika, yanlış bir kararla sanayini gümrük duvarları ile koruma yolunu seçip, Alman mallarına kapanınca, Brünning’in kemer sıkma politikaları da boşa gitmiş oldu. Şimdi buradan bakınca… Brünning sıkı para politikasını terketmeli, radikal çözümlere yönelmeliymiş. Ancak, Amerikan başkanları Hoover ve Roosevelt gibi Şansölye Brünning de kriz yönetiminde deneyimsizdi. Klasik iktisat teorilerini uyguluyordu, oysa Keynes’in ileri sürdüğü gibi klasik iktisat teorileri ekonomik çöküntü durumlarında işlemiyordu. Keynes kim? Keynes, 1883-1946 yılları arasında yaşamış olan, İngiliz asıllı bir iktisatçı. Önemi, klasik iktisatın serbest piyasa ekonomisine dair teorilerini reddetmiş olmasından ileri gelir.
Devlet harcamaları ile özel sektörün refahı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunan ilk iktisatçıdır. Bu bağlamda, ekonominin durgun olduğu dönemlerde, Keynes, bütçenin dengesini bozmak pahasına da olsa devlet harcamalarının arttırılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, durgunluk, ekonomide daralma uzun-vadeli bir sorun değil, kısa vadeli bir talep daralmasıdır. Özel sektörün talebi arttırmaya muktedir olmadığı zamanlarda devlet devreye girmeli, bütçe açığı pahasına da olsa harcama yapmalıdır. Ne zaman ki, ekonomi rayına oturur, devlet o zaman harcamalarını kısar. Devlet bütçesi orta vadede denk olmalıdır, kısa vadede değil, diyordu Keynes. Günümüzde kapitalist ekonomiler Keynes’in önerileri doğrultusunda yönetilir. Ama ‘30lı yıllarda, hayır. Roosevelt, ekonominin çöküntüye gittiği zamanlarda devlet harcalamarının arttırılması gereğine inanmamıştı, Brünning de öyle. Ve tabii Almanlar 1923’de yaşadıkları korkunç enflasyonu unutamıyordı. Sıkı para politikasına razı olmalarının bir nedeni de buydu. Ama sıkı para politikası işsizliği azaltmıyordu. Roosevelt’in Keynes’in haklı olduğunu teslim etmesi için İkinci Dünya Savaşına girmesi gerekmişti. Brünning’in sandalyesini Hitler’e bırakması gerekti. 1932’de parlamentodaki en çok koltuk nazilerindi.
Gerek generaller gerekse sağcı politikacılar, düzeni bir tek Nazilerin sağlayacağını söylüyorlardı. Sonunda, 1933’de Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ikna edildi. Brünning’i gönderildi, yerine Hitler’i şansölyeliğe getirdi. Şimdi… Kapitalizm ile ekonominin bürokratikleştirilmesinin özde çakışmayacağı, bir arada yürümeyeceği yaygın bir kanıdır. Ama derler ki, bu doğru olsaydı, Hitler rejiminin kapitalizmin sonunu getirmesi gerekirdi. Ama öyle olmadı. Tersine, 1933 sonrası meydana gelen gelişmeler kapitalizmle bürokrasinin birbirlerini pek güzel tamamladıklarını gösterdi. Hitler Almanyasında özel mülkiyete dokunulmadı ancak kullanım kesin olarak yönlendirildi. Diğer bir deyişle, özel mülkiyet kaldı, serbest piyasa ortadan kalktı. Ağır sanayinin hareket alanı Nazi rejimin iç ve dış politikalarını etkileyemeyecek şekilde kısıtlandı. Endüstri çok daha küçük ve birbirlerine bağlı bir grup tarafından yönetildi. Bu bağlamda Nazi ekonomisinin siyasi iradeyle uzlaşan bir takım tekelci sanayicilerin hakimiyetine geçtiğini söyleyebiliriz. Hitler kapitalistleri, kapitalistler Hitler’i kullandılar. Hitler benzeri bir ilişkiyi Junker’lerle de geliştirdi. Junker’ler dediğim, Alman toprak ağaları. Naziler güvenebilecekleri yeni bir ağa sınıfı yaratmaya giriştiler. 700,000 çiftçiden oluşan güçlü bir ordu kurdular. Junkerlerin arazilerine ipotek konamıyordu. Arazilerini istedikleri kadar büyütme hakkına sahiptiler. Ayrıca, ürünlerinin fiyatları devlet koruması altındaydı. Bütün bu uygulamalar küçük çiftçilerin aleyhineydi, onların sırtından yürütülüyordu ama ne gam?! Franklin Roosevelt’in Amerika’da yürürlüğe koyduğu altı-yapı inşaatı atağını Hitler’in daha etkili bir biçimde gerçekleştirdiğini görüyoruz. Öyle ki, 1933’de işsizlik sorunu hemen tümüyle çözülmüştü. Buna karşın Hitler enflasyonun başgöstermesini önleyemedi. Baktı olmuyor, 1936’da fiyatları dondurdu. Hemen ardından sıkı bir plânlama ve denetim mekanizması yürürlüğe koydu. Meselâ, deri sanayinde, bir Deri Kontrol Ofisi kuruldu. Deri Kontrol Ofisi bir yandan deri fabrikalarına ham deri sağladı, öte yandan işledikleri derinin kime nasıl satılacağına karar verdi. Bu tabii kontrol memurlarıyla fabrika sahipleri arasında sürekli pazarlık demekti. Fabrika sahipleri kotalarını arttırmak için tanıdıkları siyasileri araya soktular, rüşvet verdiler vs. vs. Ham madde Hükümetin düzenlediği öncelik listesine göre taksim edildi. Listenin başında ulusal güvenliğe yönelik faaliyetlerin gerektirdiği hammaddeler vardı, en sonunda da tüketim malları. İlk bakışta makul gibi görünen bu durumun hiç de öyle olmadığı zamanla ortaya çıktı. Benzin meselâ öncelikle Alman ordusuna tahsis edildiği için, fabrikalara hammadde nakledilemez oldu. Fabrikalar birbiri ardına kapanmaya başladılar. Hükümetin öncelik listesini değiştirmesi de işe yaramadı. Sonunda savaşın ortasında Hükümet listeyi iptal etmek zorunda kaldı.
Ekonominin merkezden belirli amaçlara dönük olarak idare edildiği durumlarda verimlilik hesaplarının gözardı edilmesi adettendir. Böyle durumlarda fiyatlar ekonomik anlamlarını kaybederler. Kârlılık bir malın üretilip üretilmemesinin kıstası olmaktan çıkar, fiktif bir kavram haline gelir. Almanya’da da öyle oldu. Zarar eden fabrikaların kapanmasına izin verilmedi. İşçiler her halukârda günlük tayınlarını almayı sürdürdüler. Hitler daha da ileri gitti, işçi sendikalarını kapattı. İşçileri ayrı bir askeri kuruluş olan Çalışma Cephesinde birleştirdi. Gençliğe yılda altı ay çalışma mecburiyeti getirdi, kamplarda sıkı bir disiplin altında topladı. Silâhlanma, özellikle hava silânması, 1933’den beri sürüyordu. Hitler, süregelen ekonomik kaosa bir açıklama daha getirdi: ülke toprakları Almanya’ya dar geliyordu. Alman ulusunun daha fazla yaşam alanına (lebensraum) ihtiyacı vardı. Lebensraum için en müsait topraklar da Polonya ve Rusya’daydı. 1936’da bir manevra ile Versailles antlaşmasının silâhsızlandırdığı Rhineland’a asker yığdılar. 1938’de döndüler, kadim müttefekleri Avusturya’yı Almanya’ya kattılar. Aynı yıl, Çekostovakya’yı parçaladılar. Avrupa devletlerinin müdahalesi 1939’da Polonya’nın işgalinden sonra geldi. Hitler kendisini bir çok cephede savaşır buldu. 1941’de Amerika savaşa girince işler iyice çığrından çıktı. Üç sene sonra 1944 Almanya çözülmeye başladı. Nisan 1945’de Hitler intihar ettiğinde Almanya bir baştan öteki başa viraneye dönmüştü. Müttefikler doğu Almanya’nın çoğunu Polonya ve Sovyet Rusya’ya verdiler. Geri kalan Alman toprakları İngiliz, Fransız, Sovyet ve Amerikan olmak üzere dört bölgeye bölündü. Sovyet bölgesinde Alman Komünistlerinin oluşturduğu rejime Doğu Almanya dendi. Amerikan, İngiliz ve Fransızların bölgeleri birleşti, Demokratik Alman Cumhuriyeti böyle kuruldu.
“Kondrad Adenauer’den olmasaydı, Sovyetler Birliği iki Almanya’nın birleşmesine daha 1950’lerde izin verirdi” diyenler, bu savlarını Rusların Avusturya’nın bütünleşmesine o yıllarda müsaade etmiş olması keyfiyetine bağlarlar. Ancak, 1949 Batı Almanya’nın şansölyeliğine getirilen – ve bu makamı 1963’e kadar elinde tutan, Adenaur, Hıristiyan Demokratların başı olarak koyu bir şüphecidir: şüphelendiği Sovyetlerin Almanya üzerindeki emelleri. Bu nedenle, Batı Avrupa ile sıkı bağlar geliştirir, hatta Almanya’yı NATO üyesi yapar, 1955’de. 1958’de sonunda Avrupa Birliği olacak oluşumun içinde yer almasını sağlar. Adenauer, Almanların gerçek isteklerini Batı Almanya’nın temsil ettiği iddiasında ısrarcıdır. Hür teşebbüs kapitalizmi Almanların istedikleri düzendir. Şansölye, Alman ekonomisini diriltir, gözalıcı bir ilerlemenin mimarı olurken, kurallarıyla biraz oynanmış, duruma uyarlanmış kapitalist yöntemleri kullandı. Ticaret ve sanayi büyük ölçüde özel teşebbüsün elinde olmasına karşın, vergiler adamakıllı yüksekti ve elde edilen gelir geniş bir sosyal hizmetler ağı geliştirmekte kullanıldı. İşçilere çalıştıkları şirketlerin yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlayan 1951 kanunu da kapitalist bir uygulama sayılmazdı ama olsun. Alman ekonomisi ayrıca Batı Almanya’ya Polonya, Çekostavakya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde yaşamakta olup da geri dönen 10 milyonu aşkın Alman mültecisini de barındırdı. Konrad Adenauer’a 1963’te yol verilmiş olmasını, özellikle de birlikte çalıştıklarına karşı, sert mizacına bağlarlar. Muhafazakar ekonomi politikaları kendisinden sonra gelen iki Hıristiyan Demokrat şansöyle, Ludwig Erhard ve Kurt Georg Kiesinger, tarafından başarıyla sürdürüldü.