Yirminci yüzyılın son çeyreğine ilişkin değerlendirmelerinde hakettiği yeri almadığını gözlemlediğim bir gelişme: “Yeni Fizik”in dayattığı ve insanın kendisine, dünya ve kainata bakışında radikal değişiklikler öngören “İkinci Aydınlanma Çağı.”
Bahse konu ihmalin özde sosyal bilimcilerin fizikteki gelişmeleri yeterince izlememelerinden kaynakladığını sanıyorum. Bir ikinci neden de, fiziğin düşünce dünyasını şekillendiren özelliğinin gözardı edilmesi olsa gerek. Oysa, bildiğimiz “Aydınlanma Çağını” klasik fiziğe borçluyuz. Günümüze hakim olan “mekanize” dünya görüşünü klasik fiziğe borçluyuz. Geleceğin düşünce biçimini de “Yeni Fizik”e borçlu olacağız.
Aydınlanma Çağı öncesinde kainata ilişkin “doğrular” ya vahiy yoluyla ya da usavurum yoluyla saptanırken, Aristo’yu kaynak edinen, Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden “klasik fizik” dünya ve kainat tanımlarını değiştirmiş, dinsel tarifleri reddeden bir açıklama getirmişti. Kuantum fiziği, ya da Yeni Fizik, gelecek yüzyıldan itibaren insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, kainatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değiştireceğinin işaretlerini veriyor.
Isaac Newton’un vahiye dayalı düşünce biçimini reddeden 1687 basımı “Principia”sı, “doğruların” gözlem sonucu olarak belirlenmesi ilkesini getirmişti. Newton, dünyanın çok sayıda ama gözlemlenebilir ve çözümlenebilir veriden oluştuğu, gözlem ve çözümleme sonucunda ortaya çıkacak bir kaç sade, basit ve kesin kanunun bütüne uygulanabileceğini, bütünü kesin olarak açıklayabileceğini savunuyordu. Newton fiziğinin, klasik fiziğin, tanımladığı evren ve dünya, belli kurallara göre işleyen, “deterministik,” yani başı sonu belli olan bir sistemdi. Açık, kesin bir sistemdi. Kainatı oluşturan parçacıklar belirli fizik kurallarına göre hareket ederlerdi. Birbirleriyle olan ilişkileri de nedensellik çerçevesindeydi. Bu kuralları keşfedersek, bizi sistemin nasıl işlediğini kesin olarak öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktu. Belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktu. Klasik fiziğin dünyası bir ya-ya da dünyasıydı. Birşey, ya doğruydı, ya da yanlış. “Hem doğru hem de yanlış” olamazdı, çünkü “doğru” tekti. Örneğin, ışık. Işığın, ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiği düşünülürdü çünkü doğru tekti. Hem dalga serilerinden hem decisimcik bölüklerinden oluşan ışık tarifi “saçmalığa” girerdi.
Newton, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de etkiledi. Sadece bilimleri değil, sanatı, edebiyatı, hatta müziği etkiledi. Örneğin, Newton’un bireysel atomlardan oluşan kainat fikri, ekonomide Adam Smith’in münferit girişimcilerden oluşan, çıkarlarını kovalayan kapitalist/liberal anlayışının mesnedini teşkil eder. Münferit atomların birbirleriyle ilişkisi ekonomide bireylerin ilişkisi şeklini alır. Her ikisinde de yapılan iş aynıdır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına indirmek ve bu parçacıkların davranışına bakarak, bütünün geleceğine dair karar vermek, tahmin yürütmek. Örneğin, ideoloji. Newton’un siyah-beyaz dünyasında insan ya sağcı olurdu, ya da solcu. Hem solcu hem de sağcı olunabildiği iddiası saçmalıktı. Tıpkı, hem demokrat hem de jakoben olunabildiği iddiası gibi saçmalık. Örneğin, din. İnsan ya kafir olurdu ya da Müslüman. Biraz kafir, biraz da Müslüman olmak demek patates dininden olmak saçmalığını getirirdi. Örneğin, edebiyat. Roman karakterleri ya iyi ya kötü, ya kahraman ya korkak olur, bir hedefe hizmet ederlerdi. Örneğin müzik. Müzikte notalar do-re gibi kesin olurdu. Türk müziğinin ara tonları yok sayılırdı. Çünkü klasik fiziğin doğruları yani tek bir doğru vardır aksiyomu kabul edilirse, hem o hem de o olmak, şahsiyetsizlik, yozluk gibi sıfatlarla anlatılırdı.
1920’lerde filizlenen “Yeni fizik” insanın “doğru”ya bakışını değiştiriyor. Yeni fizikte “kesinlik” yok, tek bir doğru yok. Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla başlayan kuantum devrimi, ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptanmasına kadar gitti. Işığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirttiği ortaya çıktı. Örneğin, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyarsak, ışık dalga niteliğini açık ediyor, cisimcik dedektörü koyarsak cisimcik gibi davranıyordu. Biz onu nasıl görmek istersek kendini bize öyle gösteriyordu.
Kuantum fizikcisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan ve benim son romanıma isim olan kuantum deneyini tertipledi. Işığın tetiklediği bir tabancanın namlusunun karşısında yerleştirilen bir kutuya konan kedinin ölü ya da diri olması, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlıdır. Cisimcik gibi hareket ederse, kedi ölür, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam eder. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, kedinin ölümle/yaşamın üstüste bindiği, süperpoze, bir durumda olduğunu idrak ederiz. Aynı anda ölü ve diri olmak imkansız gibi durmakla birlikte kuantum gerçekliği budur.
Özünü işaret etmeye çalıştığım bu düşünce devriminin, İkinci Aydınlanma Çağı’nın çeşitli telmihleri var. Milleniyumda dinlere geri dönüş olacağı iddiası da bunlardan birisi. Organik ve bütüncül kainat düşüncesinin “Yeni Fizik”in bulguları tarafından destekleniyor olması din-bilim düşüncesinin yakınlaşmasına işaret ediyor. Daha şimdiden “Kuantum İlahiyat” adlı kitaplar, makaleler yazılıyor. Schrödinger’in kedisinde sembolleşen yeni fizik ve onun türevleri fuzzy, saçaklı mantık, kaos teorisi – bütün bu gelişmeler bizi kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtarıyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığı noktasına getiriyor. Saçaklı mantık, İkinci Aydınlanma Çağı’nın en ilginç gelişmelerinden biri.
Saçaklılık (fuzziness) 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıktı. “Saçaklı İhtilal” (Fuzzy Revolution) denilen bu gelişmenin ve izleyen yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarı Japonya. Japon mühendisleri bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce alet edavatın ve sistemlerin makina zekâ quotient (IQ) arttırmak için saçaklı mantığı kullandılar. Japon hükümeti iki büyük araştırma laboratuarı kurdu. Her yıl birisi saçaklılık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. İnsanlar metrolarda saçaklı mantığın ne menem birşey olduğunu anlatan popüler bilim kitapları okur oldular. Japon televizyonu Saçaklı Mühendislik belgesellerini en iyi saatte (prime-time) yayınlıyor. Japon parlamentosunda siyasiler saçaklı mantığın anlamını tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. Küresel bilgisayar pazarı yaklaşık 200 milyar lira. Saçaklı Japonlar daha şimdiden bu pazarın yüzde birine hakimler. Ve yarış daha yeni başlıyor.
İş dünyasının ve teknolojinin iki dünya lideri, Birleşik Amerika Devletleri ve Japonya, deyiş yerindeyse, kültürlerini tokuşturuyorlar. Her iki ülkenin kültürleri de diğer başka ülkelerden türetilmiş. Kadim Yunan, ABD ve Avrupa için neyse, Çin ve Hindistan da Japonya için o. Bu iki kültür, Aristo ve Buda’nın kişiliklerinde cismanileşiyor. Hindistan doğumlu Buda, Çin’e hiç gitmemiş ama söylemi gitmiş. Çin Taoizminin, yani tarikinin süzgecinden geçtikten sonra Japon düşüncesini, kültürünü, tarihini ve iş pratiğini belirleyen Zen Budizm olarak ortaya çıkmış.
Şimdi artık çağdaş Batı kafasını şekillendiren, parametrelerini, doğru-yanlış listelerini tanzim eden Aristo’nun mantığı ve bilimsel eğilimleri, Aristo’yu izleyen, O’nun tarafından belirlenen akıl ve kainat modeline katkılarda bulunagelmiş kuşakların doğruları sorgulanıyor: “Aristo’nun yanlışlık yaptığına, söylediklerinin o günlerin popüler kültürünü yansıtan bir kapris olduğuna karar verirsek ne olacak? Ya siyah-beyaz mantığın kabulü apaçık bir mantık zorunluluğu değil de, o günlere özgü bir zevk, bir kapris ya da kültürel şartlanma ürünüyse ne yaparız? Aristo felsefesini fizik teorilerimizde reddediyorsak, akıl yürütürken ya da bilgisayarlarımızı tasarlarken neden kullanmak zorundayız? Aristo’nun koyduğu sınırlarının dışındakiler neler? Çokdeğişkenli (multivalued) ya da “fuzzy” mantıktan ne haber? Doğu ülkelerinin yüksek teknolojisine sızan saçaklılığı nasıl açıklayacağız? Saçaklı mantığın yeri neresi? Doğulu inanç sistemlerinin neresine oturuyor?”
Özetle, saçaklı Buda, smokinli Aristo’ya meydan okuyor. “Aristo mantığı, toplantıya smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinlerle gelmiş adama benzer. Saçaklı mantık, blucin, tişört, lastik ayaykkbı giymiş birisi gibidir,” diyorlar, “Bu kılık eskiden kabul edilmezdi. Artık işler değişti.”
Gerçekten de işler değişti. “Sen haklısın, sen de haklısın, sen de haklısın diyen Nasreddin Hoca, “Yeni Fizik”in bir başka sembolü olarak geçiyor. “Hem de” terkibi, yurtdışındaki konferanslarda saçaklı düşünceyi anlatmak için kullanılıyor. Kuantum fizikçileri ile sufi tayfasının elele kolkola dolaşacakları bir çağ geliyor. Türkiye insanının bütünlükçü, tasavvufi düşünceye yatkınlığı nedeniyle yeni fiziği ve onun getirdiklerini daha kolay içselleştirecektir diye ummak, klasik fiziğin, positivizmin siyah-beyaz, kurallara boğulmuş dünyasını içsselleştiremeyen bizler için 21.yüzyılın, 19.yüzyıldan daha kolay geçebileceğini, İkinci Aydınlanma Çağına daha kolay adapte olabileceğimizi düşünmek kehanet olmasa gerek.