En genci 1948 doğumlu beş Britanyalı’nın kurduğu bir grup, “Jethro Tull.” Popüler müzik tarihinin eşsiz fenomenlerinden birisi olarak kabul ediliyorlar çünkü yaptıkları müzik “hard rock,” halk şarkıları, “blues” karışımı; güfte yaygın kültürün hazmedemeyeceği kadar girift ve hatta “kolay kolay çözümlenemeyecek kadar derinlikli” diyorlar, eleştirmenler. Buna karşın, 1968’den beri sahnedeler ve on bir altın ve beş plâtin plakla ödüllendirilmiş durumdalar. Daha 1971’de besteledikleri bir parça, “Allahım” (1) şöyle diyor: “Millet – ne yaptınız? Onu altın kafesine hapsettiniz Kendi dininize boyun eğdirdiniz… Bütün görebildiğiniz bu kadarsa O, hiçbir şeyin Allah’ı, siz ise herşeyin! ….. Melun İngiliz Kilisesi tarihin zincirinde Sizi çaya davet eder, Piskopos vekilinin evinde… Ve ‘O’ nun yontusu orada dondurulmuş Plastik çarmıhının üstünde Aklım karışıyor, kim ve nerede ve niçin Ve nasıl eğleniyor diye… Bir başka parçalarının adı “43 numaralı İlâhi.” O da şöyle: Oh semalardaki babamız, eğil de gülümse Para oyunları, kadınları ve silâhları ile başını kaşıyamayacak kadar Meşgul oğluna. Oh İsa kurtar beni ve o İki üç Kızılderili öldürüp Beyaz adamı özgür kılan, Holywood’da isim yapmış Meçhul Kovboy kahramanı. Kurtar beni oh İsa. Eğer kurtarabiliyorsa İsa … önce Kendisi’ni kurtarsın Adını ölümde kullanan o kanlı şöhret düşkünlerinin elinden. Oh İsa kurtar beni.
Meğer, “Jethro Tull” 1700’lerin ilk yarısında yaşamış bir çiftçinin ismi. Grup, adını onu onurlandırmak üzere seçmiş. Çiftçi Jethro Tull, hukuk eğitimi görüyor. Sağlığı bozulduğunda babasının çiftliğine geri dönüyor. Eğitiminin keskinleştirdiği zekâsı tarım üretimini fevkalâde önemsemekte, ancak çiftlikte kullanılan yöntemlerin verimsizliğine fena halde içerlemektedir. Rençberler bir dönüme üç-dört kilo tohum atmaktadırlar ama öylesine dikkatsiz, öylesine özensizdirler ki, “toprağın üçte ikisi boş kalır, geri kalan üçte birinde beliren filizler serpilemeyecek kadar sıkışıktırlar.” Jethro Tull, kalkar Fransa’ya, oradan da İtalya’ya, oralarda ne yapıyorlar diye bakmaya gider. Döndüğünde de kendi çiftliğini kurar. Köylülerin inanmayan bakışlarının altında üretimi daha ilk yıl ikiye katlar. Meğer yaptığı dört-kamalı dedikleri bir pulluk icat etmektir ki, bu pulluk bir yandan tarladaki istenmeyen otları sökerken, diğer yandan da yeniden toprağa gömmektedir. Ondan önce sadece keser, bırakırmış.
Jethro Tull, dört-kamalı pulluğunu 1730larda icat ediyor. Ama esas buluşu, atla çekilen bir sondaj makinası. (1733) Makine toprağa belli aralıklarla delikler açıyor ve tohumu bu deliklere bırakıyor. Aynı anda yanyana iki delik açabiliyor, böylece tohumlar eşit aralıklarla ekiliyor. Tarlada boşluk kalmadığı gibi, başaklar yersizlik, havasızlıktan da boğulmuyorlar. Tohumdan ve işgücünden tasarruf sağlanıyor. Sulama, yabani ot kontrolu sıralar halinde ekili başakların arasında bırakılan patikalardan yapılıyor. Bugün buradan bakıldığından ne kadar basit bir icat gibi duruyor ama öyle değil. Ekme yöntemindeki değişiklik ve pulluktaki iyileşme İngiltere’de “Tarım Devrimi”nin başlangıcı sayılıyor. 1750’lerden itibaren tarım üretimi on kat artıyor. Verim artışı kentlerdeki işçilerin iaşesini sağlamaya yetmeye başladığından, kent nüfusu artmaya duruyor ki, kent nüfusu artmadan Sanayi Devrimi olamazdı.
Derken bir başka çiftçi, Charles Townshend, nadas sistemini değiştiriyor. O yıllara kadar toprakların üçte biri bir yıl süreyle dinlenmeye bırakılırmış. Bu adam dört-öğün nadas dedikleri sistemi geliştiriyor: ilk yıl buğday, ikinci yıl yulaf, üçüncü yıl yonca, dördüncü yıl şalgam ekiyor. Şalgam ektiği yıl, koyunları tarlaya salıyor. Hayvanlar bir yandan şalgamları yerken, diğer yandan da tarlayı gübreleriyle yoğuruyorlar. Ertesi yılın buğday ekimi için mükemmel bir toprak ortaya çıkıyor. Komşuları, Townshend’le alay ediyorlar. Bir de isim takmışlar “Şalgam Townshend!” Ama Townshend bir asil. Eğitimli bir asil. Hal böyle olunca, dönemin diğer asilleri arasında toprakla ilgilenmek “in” oluyor. Sohbetlerin konusu değişiyor, şalgam ve gübre baş köşeye yerleşiyor. Yerleşikliği, tarihle barışıklığı hep kıskanıyorum. Buna karşın, neden şimdi durup dururken bir Jethro Tull yazısı? Çünkü, yanılmadığım ve katlanarak süreceğini umduğum bir gelişme gözlemliyorum: toprağa dönüş. Bu yoksulluğun kentlere sürdüğü köylülerin geri dönüşleri değil; kentlerden umudunu kesen eğitimli kentsoyluların üç-beş yüz milyon ücretle yanlarında çalıştırdıkları “toprak sahipleri”ne ortak olmaları şeklinde bir geri dönüş. Saptayabildiğim kadarıyla on-onbeş yıl önce makine mühendisliği eğitimi görmüş bir kentsoylu arkadaşın yanında çaycı olarak çalışan birisinin Batı Karadeniz’de yüz elli dönüm arazisi olduğunu keşfetmesiyle başlıyor. İşveren, bu boyutlarda toprağı olan birisinin neden çaycılığa razı olduğunu anlamaya çalışıyor. Cevap hep aynı cevap, toprak verimsiz, çiftçilik nankör uğraş. Arkadaşın aklı kesmiyor, bir hafta sonu çaycıyla beraber araziyi görmeye gidiyorlar; yanlarında da yine bir ziraat mühendisi dostları. Köyde iki üç gün kalıyorlar. Dönüşte el sıkışıyorlar: alt-yapı çaycıdan, üst-yapı makine mühendisinden ortak olacaklar.
Zaman Jethro Tull’ın zamanı değil, toprak analizi, tarım bakanlığı uzmanları derken, bugün yurtdışına “kivi” ihraç ediyorlar. Bir diğer öykü, gündelikçisinin arazisine ortak olan işletme mezunu bir genç kadının öyküsü. Ankara’lı bir devlet memuru olan hanım, bugün Orta Anadolu’nun “patates kraliçesi” olarak biliniyor. Yine bir diğer öykü, iktisat eğimi görmüş bir eski planlamacının kurduğu bir at çiftliği. Harvard mezunu oğlu ile beraber, cins yarış atları yetiştiriyor ve ihraç ediyor. İstanbul doğumlu bir başkası, Türkiye’de büyük baş hayvancılığın telafi edilemez biçimde yara aldığından yola çıkarak, koyun yetiştirmeye sıvanıyor. Ülkemiz koşullarına uygun türü saptamaya çalışıyor. “Tarım sanayi gibi değil,” diyor, “Kısa sürede verim alabiliyorsun, iş ki ne yaptığını bil!” Bir de uyarı, 2010 itibariyle Avrupa Birliği “organik” olamayan yani üretiminde suni gübre kullanılan tarım ürünlerinin ithalini yasaklayacak. Danimarka Tarım Bakanlığının bu konuda AB için hazırladığı 2000 tarihli kapsamlı çalışma gelişmelerin yolunu gösteriyor. Türkiye, topraklarını hor ve saygısızca kullanan bir ülke. Buna karşın, yoksulluğun getirdiği ve onca şikâyet ettiğimiz yetersiz gübre kullanımı bu kez işe yarayacak gibi görünüyor: toprak, pek çok sanayi ülkesine kıyasla daha “temiz” ki, bu durum organik tarımda bir şansımız olduğunu söylüyor. Kimbilir, belki de bizim sadık yarimizin toprak olduğunu bize hatırlatan Jethro Tull “hard rock”çıları olacak!
1) “My God” 2) Hymn 43