“Kahramanlık” ve “Yiğitlik” Üzerine (1)

Galilei Etkisi (1)

Popüler bir yanılgıya ters düşmeye cesaret edenlerin, “gerçekler”i iletemedikleri gibi, kişisel saldırılara da maruz kaldıkları, zarar görmeye başladıkları hal, “Galile etkisi” terimiyle, GE, ifade ediliyor. GE, “gerçekler”in sapkınlık, sapıklık, yalancılık, kötülük, şiddet, ihanet gibi suçlamaların karşısında savunmasız kaldığı, özüsözübir olanların toplumun dışına itilmekten kurtulmalarının yegâne yolunun, “gerçekler”i inkâr etmeleri olduğuna işaret ediyor.  

“Galile etkisi,” toplumsal hakimiyetin “çeteler”in eline geçtiği,(1) çöküş süreçlerinde serpiliyor. Böylesi süreçlerde, “gerçek”in kutsal sayıldığı durumdan, “öfke uyandıran ve bastırılan” bir olguya dönüştüğü, açık sözlü, dürüst insanların dokuz köyden kovuldukları gözlemleniyor. Topluma çeteler hükümdar olduklarında, umuma hitap eden ve fakat “umumun zihniyetini” yansıtmayan sözlerin, husumet çekmeleri kaçınılmaz oluyor. 

“Umumun zihniyeti” kavramından murat, bir toplumun sanatından, tarımına, silâhlı kuvvetlerinden, dış ilişkilerine, eğitim sisteminden, dini inançlarına, adli mekanizmasına varıncaya kadar, yaşamını şekillendiren varoluşlar hakkında oluşturduğu “yargılar bütünü.” Bu bütün, doğduğumuz andan itibaren büyüklerimizin telkinleri, resmi ve gayri resmi eğitimin sundukları, okuduğumuz her kitap, her dergi, her gazete, seyrettiğimiz her film, her TV programı, dinlediğimiz her siyasi söylev, her panel, her konferans, her şarkı, vb. vb., uyarılardan oluşan bir telkinler toplamı olarak tezahür ediyor. Toplumlar, hayatı, böylece geliştirdikleri “zihniyetleri” doğrultusunda algılıyor, yorumluyor ve tepki veriyorlar.  

Bir toplumun umumi zihniyetini kavramanın en kısa yolu o toplumun hakim medyasını incelemekten geçiyor. “Umumun zihniyeti”ni yansıtan en kusursuz ayna, “medya.” Çünkü, netice itibariyle, o bir “ürün” ve tüketici talebini karşılayamaması halinde, “ürün” üreticisinin elinde kalıyor, sektör çöküyor. Nasıl ki, bir fırıncı, meğer ki iflas etmek istesin, müşterisinin değil, kendi ağızının tadına göre ekmek çıkarmakta “özgür” olamaz, medya da okuyucularının taleplerini gözardı etmekte ısrar edemez. Medyanın başarısı, “umumun zihniyeti” doğrultusunda ürün vermesiyle kaim. Hal böyle olunca, medyadan “Galile etkisi”nin dışında kalmasını, “popüler yanılgılar”ı iyileştirmesini beklemek, bindiği dalı kesmesini istemek oluyor ki, en hafif tabiriyle “abesle iştigal.”  

Bu tezin en ünlü savunucularından birisi, 1829-1901 yılları arasında yaşamış, İskoç kökenli bir Amerikalı gazeteci: John Swinton. New York Times gazetesi editörü Swinton’un daha o yıllarda meslektaşları tarafından şerefine verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma, bu konuda mihenk taşı kabul ediliyor: “Dünya tarihinin bu aşamasında, Amerika’da özgür basın diye birşey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz. Hiç biriniz sahici kanaatlarınızı yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır. Gerçek düşüncemin gazetemin tek bir nüshasında görünmesine izin versem, yirmidört saat geçmeden işimden olurum. Gazetecinin işi, gerçeği yoketmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre ‘bağımsız basın’ şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir. Entellektüel fahişeler, bizler buyuz.”(2)

John Swinton’un sözleri meslektaşlarını derinden öfkelendirirken, kendisinin “Galile etkisi”ne kurban gittiğini söylemeye gerek yok. 1880 yılında “The Sun” gazetesi için Karl Marks’la yaptığı söyleşi ile de ünlü bir solcu, Swinton. Amerikan toplumunda hakimiyeti eline geçiren “çeteler”in kimler olduklarına dair muhkem bilgilerini cansiperane bir gayretle iletmeye çalışıyor ama ödülü, madalya değil, afaroz edilmek oluyor. Oysa, insanın ilk aklına gelen, Swinton’un Amerikan basınına ilişkin yaygın yanılgıları ortaya dökmesinin, “kahramanlık” olduğu. Ama öyle değil. Swinton, asla bir “kahraman” sayılmıyor, çünkü, “kahramanlık,” harici olduğu kadar da “konjönktürel.” Yani, yerine göre, bir yakıştırmadır ve kendisine nasip olmamıştır. Bu saptama da, beni, son günlerde anlatagelmeye çalıştığım bir nüansa getiriyor: “kahraman” ile “yiğit” arasındaki yaşamsal fark. 

Ardarda sıralayacağım bir kaç hatırlatmanın muradımı anlatacağını umuyorum: “Kahraman,” bir olaydaki yeri en önemli olandır. Bir savaşın, bir olayın, bir romanın, filmin, hatta bir ekonomik sektörün “kahraman”ı olur, “yiğit”i olmaz. “Kahraman,” üstün güç ima eder, “büyük, en büyük” gibi sıfatlarla derecelendirilebilir. “Büyük yiğit” ya da “en büyük yiğit” gibi tamlamalara rastlanmaz. İnsanlar, “kahramanlaşabilir,” “kahramanlaştırılabilir”ler ama “yiğitleşmez,” “yiğitleştirilemez”ler. “Kahramanlık” zorlama, acımasızlık kaldırır, “yiğitlik” kaldırmaz. “Kahraman”ın gücünün yetmemesi söz konusu değildir. “Yiğit,” gücünün yetmeyebileceği teslim edilendir. “Kahraman,” gücü yetmediğinde kahraman olmaktan çıkar. Ünlü türküdeki(3) gibi, “yiğit,” gücü yetmese de yiğit kalır. “Kahraman” başarısız olmaz, “yiğit” başarısız olabilir. Düşmanın “kahraman”ı olmaz, “yiğit”i olabilir. “Kahramanlık türküleri” vardır, “yiğitlik türküleri” yoktur. “Kahramanlık madalyası” verilir, “yiğitlik madalyası” yoktur. Kahraman ilân edilebilinir, yiğit ilân edilmez. 

Farklılıkların listesi uzayıp gidebilir ama sanırım bu kadarı meramımı özetlemeye yetecektir: “kahramanlık” esası itibariyle “harici,” “yiğitlik” ise esası itibariyle “dahili,” dilerseniz, bâtıni, bir mücadeye göndermedir. Bahis konusu “mücadele,” rahmetli Cemil Meriç’in “Bu Ülke”nin giriş sayfalarındaki “Kavga, insanla kader arasında değil artık insanla kelime arasında…” cümlesiyle ışık tuttuğu, “varoluş mücadelesi”dir, ki, “güvenlik içinde, rahat yaşama”(4) kavgasının çok ötesinde, Kur’an’ın “eşrefi mahlûkat” olarak tarif ettiği “insan olma” mücadelesini ifade eder. İnsan olmaktan “bizim” anladığımız; insan olmanın “bizcileyin” anlamı ki, bu, herhangi bir başka topluluğun “insan” tanımı ile çakışmak zorunda da değildir. 


İlginç bir ayrıntı, “kahraman, Arapça “kahr” çıkışlı, Farsça kökenli sözcüktür; “yiğit,” Türkçe. Yiğit, Türki cumhuriyetlerde bizimkine benzer anlamda “ДЖИГИТ” (Latin alfabesinde dzhigit) Türkçe okunuşuyla “cigit” olarak kullanılır. “Cigit” Rusça’da da var. Çok yaygın bir kelime olmamakla birlikte, Tolstoy dahil, pek çok klasik yazar romanlarında “cigit” terimini kullanmışlardır. Türkiye’ye gelince, “yiğit”in son yıllardaki en yakın tanımlardan birine Erzurum Forumu’nda rastladım.(5) “Erzurumluluk”u şöyle tarif ediyorlar: “Haysiyetliliktir, erdemliliktir. Cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır; mükemmel ahlâktır; tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu, söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hasılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.” 

Bu bağlamda, ne her kahraman “yiğit” olur, ne de her yiğit “kahraman.” Bir yiğitin varoluşunda “kahramanlık,” gerekli ama yetersiz bir haslettir.  

(1)“mob rule” Philip Atkinson, “Decline of Civilization.”

(2) Labor’s Untold Story, by Richard O. Boyer and Herbert M. Morais, published by United Electrical, Radio & Machine Workers of America, NY, 1955/1979.

(3) “yiğidim ya gücüm sana yetmiyor” Neşet Ertaş

(4) “Kurtlar Vadisi” Alev Alatlı, ZAMAN

(5) www.dadas.forumu.com