“Gerçek” Niye Öfke Uyandırır?
Popüler bir yanılgıya ters düşmeye cesaret edenlerin, “gerçekler”i iletemedikleri gibi, zarar görmeye de başladıkları oluşuma “Galile etkisi” dendiğini; Galile etkisinin, “gerçekler”in sapkınlık, sapıklık, yalancılık, şiddet, kötülük, ihanet gibi suçlamaların karşısında savunmasız kaldığını, özüsözübir olanların toplumun dışına itilmekten kurtulmalarının yegâne yolunun “gerçekler”i inkâr etmeleri olduğuna işaret ettiğini; bu durumun, toplumsal hakimiyetin “çeteler”in eline geçtiği “çöküş” süreçlerinde serpildiğinin gözlemlendiğinden bahsetmiştik.(1)
Somuta inersek, hemen hepimizin yaşamının bir döneminde “umuma hitap eden ve fakat ‘umumun zihniyetini’ yansıtmayan sözlerin husumet çektiğini” gözlemlemişliğimiz vardır. Silâhlı Kuvvetlerin ülke siyasetindeki ağırlığının şikâyet konusu olduğu günümüzde, meselâ, “Türkiye’nin en özgürlükçü 1961 anayasasını yazanlar beğenmediğiniz askerlerdir” şeklindeki bir beyanın ne kadar “gerçek” olursa olsun, bastırılması kaçınılmazdır. Hepimizin yaşamının bir döneminde, “açık sözlü, dürüst insanların dokuz köyden kovulduklarına” şahit olmuşluğumuz da vardır: Osman Bölükbaşı’ya ne oldu, meselâ? Meselâ, Cahit Kayra nerede? “’Gerçek’in, kutsal sayıldığı durumdan, ‘öfke uyandıran ve bastırılan’ bir olguya dönüşmesi” de, hemen her gün gözlerimiz önünde cereyan eden bir olgudur. Örneğin, “İmam hatiplilerin bile kopya çekmekten geri durmadıkları bir ülkede takvadan bahsedilemez” gibisinden bir demecin husumet çekmemesi düşünülemez. Peki, niye? Ne oluyor da, “gerçekler” özlenen kılavuzlar olmaktan çıkıp, öfke uyandıran olgulara dönüşüyorlar?
Muhtelif teoriler var ve hemen hepsi toplumsal “çöküş”e işaret ediyor. Sorulacak soru: Gerçekten çöküyor muyuz, yoksa daha iyi günlere ulaşmak için çıktığımız yolun kaçınılmaz zorlukları mıdır, bu gözlemlediklerimiz? Olumsuz gibi duran gözlemlerimiz neyin işaretidir? Bir medeniyetin çökmesi ne anlama gelir?
İfade ettiğim gibi, teoriler muhtelif. Bunlardan biri(2) ve şahsen benim (en azından şimdilik!) aklıma en yakın geleni, Saint Simon, Edward Gibbon, Arnold Toynbee, Gordon R. Taylor gibi bu konuda ciddi eserler vermiş şahsiyetlerin düşüncelerinin hülâsasından oluşanı. Medeniyeti “’umumun anlayışı’nın somut ifadesi” olarak tanımlıyor. Şehirlerden, hükümetlere, ordulardan, eğitim sistemlerine, sanata, edebiyata varıncaya kadar bir milletin/toplumun yarattığı ve medeniyetinin unsurları sayılan herşeyin, elle tutulur hale gelmeden önce “umumun idrak”ından doğan soyut düşünceler olduklarını hatırlatıyor. Bu bağlamda, medeniyet, “mensuplarının paylaştıkları ‘ortak idrak’ın somut tezahürü” olarak tanımlanıyor. Çöküş, umumun idrakının yozlaşması, “makul”den “akıldışı”na dönüşmesiyle başlıyor, deniyor.
Toplumlar, ortak idraklarını nesilden nesile nakletmek suretiyle idame ettiriyorlar. Her kuşak, kendi dölünü toplumunun tecrübelerine, inançlarına, tarzına, örf, adet ve yasalarına saygılı, “sorumlu yurttaşlar” olarak yetiştirmekle mükellef. “Sorumlu yurttaş”tan murat, bireysel heva ve heveslerine yenik düşmeyen, toplumun gereksinimlerini bireysel gereksinimlerinden üstün tutan, aklıselim sahibi, yani, doğruyu yanlıştan bireysel duygularından bağımsız olarak ayırabilen yurttaş. Nakil işleminin kesintiye uğraması demek, toplumun geleneklerini idame ettirememesi, yozlaşmaya teslim olması demek. “Iskartaya çıkarılan veya tersyüz edilen gelenek, tutum, örf ve adetler, sorumluluk olmaktan çıkar, keyfe keder uygulamalara dönüşürler ki, bu, sonun başlangıcıdır” deniyor.
Törellik (moralite, ahlâk) ile aklıselim arasındaki ilişki vurgulanıyor: “Törellik, idrakın ve dolayısıyla yaşamın özüdür.” Ancak, “hodgâm” ve “diğergâm”(3) olanı var, törelliğin. Aklıselim sahibi yurttaş, kaçınılmaz olarak diğergâm, çünkü, herşeyden önce, kendisinin ölümlü, toplumun ölümsüz olduğunu biliyor, toplumun gereksinimleriyle kıyaslandığında, kendi gereksinimlerinin ne denli marjinal olabileceğinin farkında. Aklıselim sahibi yurttaş, bireysel duygularına direnecek disipline de sahip. “Öteki”nin lehine fedakârlık etmesi gereğinin ayırdına varabilen, kişisel duyguları ne olursa olsun, kendisine hakim olması gerektiğini bilen, görev bilinci olan, (ki bu kaytaranın cezalandırılması gereğine inancı da kapsıyor) “gerçek”in görev ve adaletin temel gereksinimi olduğunun ayırdında, verileri doğru ve tam olarak kayıt altına alınmamış malûmata itibar etmeyendir, deniyor. Doğaları itibariyle hodgâm olan çetelerin değil, diğergâm törelliğin hakim olduğu aklıselim sahibi toplumların, yekpare bir organizma gibi hareket edebildikleri, dolayısıyla mensuplarının bilimsel keşiflerin paylaşımından, savaş, tabii afetler gibi olumsuzlukların açtığı yaraların sarılmasına, yasal haklardan eşit yararlanmaya varıncaya kadar, makul davranışlar gösterecekleri savunuluyor. Buna karşın, hodgâmlığın egemen olduğu, kişisel çıkarların toplumsal çıkarları dışladığı toplumlar, belleklerini toptan yitirme sürecine girmiş, çöküşteki toplumlar sayılıyor. Aklî melekelerini yitirmiş toplumlarda, iz’an, anlık kişisel çıkarlarla yer değiştiriyor. Görev, bireysel anlayışa göre şekillenirken, adalet, konjönktürel korku ve yönlendirilmelere göre tecelli ediyor. “Gerçek” kişisel gözlemler doğrultusunda belirleniyor. Bilgi, “yanılgılar birikimi”nden ibaret oluyor. Hodgâm, en kıymetli olan şeyin, kendisinin, ölüme mahkûm olduğu bilgisi ile gününü gün etmeye çalışırken, “öteki”ni sömürmekten kaçınmıyor: “Benden sonra tufan sendromu.”
“Aklıselim” hayata açık bir anlam kazandırırken, müridlerini önceden belirlenmiş toplumsal yasalar uyarınca duyguların kontrolü, iştahaların bastırılması gibi yaman olduğu kadar da bitmez tükenmez bir savaşa zorluyor. “Ateh” hayatı anlamdıramıyor ama müridlerinin davranışlarını da ancak zaman ve zeminin müsait olduğu kadarıyla kısıtlıyor, bunun dışında, hemen her arzunun karşılanmasına cevaz veriyor.
Neticeyi kelâm, çöküş tanısı için beş sendrom belirlemişler. Bir, “akıl karışıklığı” yani, “doğru ve yanlış”ın toplumun ruh haline ve duruma göre değişmesi; iki, “düzensizlik” yani, “doğru ve yanlış”ın belirsizliğinin altüst ettiği adli mekanizmazının felç olması; üç, “kuruntu” yani, akıldışı korkuların neden olduğu yobazlıklar; dört, “korkaklık” yani, hodgâm yapıların özveri gerektirebilecek en ufak bir zorlukta geri basmaları; beş, “umutsuzluk” yani hodgâmlığın kışkırttığı ölüm korkusunun yarattığı karamsarlık ve nafilelik duygusu.
Bize gelince, gözlemlediğim, “kahraman”lara değil ama “yiğit”lere fena halde ihtiyacımız olduğu şeklinde. Ha, ihtiyacımız olan “yiğit” Polat mıdır, “Polat” yiğit tanımına uygun mudur, bakın, bu tartışılır. Tartışılmaz olan, “benden sonra tufan”ı şiar edinmiş, “özveri gerektirebilecek en ufak bir zorluk”un hatırlatılmasına bile izin vermeyen; ifadesini “Erzurumluluk”(4) tanımında bulan “yiğitlik”e yapılan en ufak bir göndermeye (ki, buna “Kurtlar Vadisi” dahildir) şiddetle karşı duran hodgâm yapıların körüklediği varoluşsal tehlike.
(1) Kahramanlık ve Yiğitlik üzerine, 1 ve 2, ZAMAN
(2) Philip Atkinson, “Decline of Civilization.”
(3) “hodgâm” bencil, “diğergâm” bencil olmayan, “alturist”
(4) Erzurumluluk tanımı: “Haysiyetliliktir, erdemliliktir. Cesarettir, mertliktir; samimiyettir, sadakattir, vefadır; mükemmel ahlâktır; tükenmez bir sevgi ve kârsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu, söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hasılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’anı’n eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.”