Kapanmak İsteyenleri Anlayışla Karşılamak Lazım

21 Ekim 2007  /    Seda Güler Kaya Söyleşisi   /  AKŞAM

SK:“Makyajdı, markaydı, solarium’du, pilates’ti” derken başını alıp giden bir kadın endüstrisine direnmenin bir yolunun da örtünmek olduğunu düşünenler var. Doğrusu haksız oldukları da söylenemez” diyen yazar ve Kapadokya Yüksek Okulu Akademik Koordinatörü Alev Alatlı ile kadın kotasını, türban meselesini ve anayasa değişikliğini konuştuk. Bu haftaki konuğumuz ‘Or’da Kimse Var Mı?’ roman dörtlüsü ile tanıdığımız Alev Alatlı. ‘Schrödinger’in Kedisi’ (Kabus ve Rüya) ile ‘Aydınlanma Değil Merhamet’ yazarın diğer ses getiren kitapları. Tabii ‘Yaseminler Tüter Mi Hâlâ?’ ile ‘Kadere Karşı Koy A.Ş’yi de unutmamak lazım. Alatlı aynı zamanda ileride üniversiteye dönüşecek Kapadokya Yüksek Okulu’nun mimarı ve akademik koordinatörü. Anayasa tartışmasından başlayalım mı?

Gelin, önce şu tespiti yapalım: Hiçbir anayasa Allah kelâmı değildir; hiçbir anayasa ‘mükemmel’ değildir; ‘değişmez’ değildir. Yeryüzünde ‘değiştirilmemiş’ bir anayasa da yoktur. Meğer ki, silah zoruyla dayatılsınlar, anayasa değişiklikleri her an değişen toplumsal yaşamın kaçınılmaz uygulamalarındandır. Bu bağlamda, yeterli sandalye sahibi olan hükümetlerin topluma egemen olan ideolojiyi yansıtmakta kusurlu olduğunu düşündükleri anayasayı yeniden düzenleme çabalarının yadırganacak bir yanı yoktur. AKP de bunu yapan siyasi iktidarlardan birisi. Hepsi bu.

SK: Kapalı kapılar ardında hazırlanmasına ne diyorsunuz peki?

“Kapalı kapılar ardında yeni anayasa hazırlandığı” ifadesinin gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Ortaklıkta bir düzine anayasa taslağının dolaştığını biliyoruz. Ha, bunlardan birisi de Meclis Anayasa Komisyonu’nun taslağıymış, neden olmasın? TUSİAD, TESEV, TOBB gibi sivil toplum örgütlerinin bile (‘bile’ diyorum, çünkü ‘iştigal ettikleri’ alanların dışında bir konuda kalem oynatmakta oldukları pekâlâ da söylenebilir) ‘taslak’ hazırladıkları günümüzde, Meclis Anayasa Komisyonu’nun asıl işini yapmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Kaldı ki, Komisyon’da muhalefet partilerinin de milletvekilleri var, hep birlikte çalışıyorlar. Bir taslak göreceksek, üzerinde mutabakat sağlanmış, ortak bir taslak göreceğiz.

SK: Taslağı görenler var. Ve bu gördüklerinden yola çıkarak eleştirilerde bulunuluyor. Türbanın serbest bırakılması ile ilgili madde de bu nedenle tartışılıyor…

Eğer, kılık kıyafet özgürlüğünü vurguluyorsa, türbanlıdan mini şortluya kadar herkesin giyim tercihlerine saygı talep ediyorsa, kendi adıma makbulümdür. Ama diyelim beğenmedik. 12 Eylül anayasasını da beğenmemiştik, önce madde madde sonra da bütünü değiştirmek yoluna gittik. Yine öyle yaparız. Dediğim gibi, Allah kelâmı değil bu. Peki, ömrümüz anayasa tartışmakla mı geçecek? Evet, öyle. Yaşadığımız, dinamizmimizi kaybetmediğimiz sürece yeni düzenlemelere gereksinimlerimiz devam edecek. Netice itibarıyla, yasa ile anayasa arasında teorik olarak bir fark da yoktur. Esef duyulacak bir şey varsa, bu saatte hâlâ milletin giydiğiyle çıkardığıyla, üstelik anayasa düzeyinde uğraşıyor olmamız!

SK:Özellikle de kadınların giyimleri, davranışları tartışılıyor ama kendileri ile ilgili kararları kendileri alamıyorlar. Komisyonda yoklar, görüşleri alınmıyor…

Hangi ‘kadınlar’dan bahsediyoruz? ‘Seda Güler’in temsil ettiği kadınlar mı; yoldan çıkmış kızını temizleyip aile namusunu kurtarması için oğlunun eline silah veren ‘Zekeriya hatun’un temsil ettiği kadınlar mı; Cumhurbaşkanı Gül’ün annesi Advetiye Hanım’ın temsil ettiği kadınlar mı? Bakın, başka türlü olduğunu ummak isteseniz de, Türkiye’nin realitesi bu uçurumdur. Kadın ‘nepotizmi’ bana oldum olası ters gelmiştir; ehliyeti cinsiyetin önünde tutarım. Bu durumda, örneğin, Seda Güler’in temsil ettiği azınlık ne yapar? Sıkıca örgütlenmek, olayların gidişatını değiştirebilmek için lobi faaliyetlerini etkinleştirmek, geliştirmekten başkaca çareleri yoktur!

SK: Bu zaten yapılıyor…

Haklısınız. KA-DER’in olsun, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin olsun, başlarında son derece yetkin kadınlar var ve çok başarılılar. Tekrarlıyorum, demokrasiye bağlılığımız sürdüğü sürece, zaman zaman ürksek de gelişmeleri doğal karşılamak durumundayız. Ayakkabı dar geldiğinde, değiştirilmesi gereken ayak değildir. Öte yandan, tarih boyunca ‘gelenekler’e sahip çıkanlar, her toplumda, kadınlar olmuştur. Bu veriyi göz önünde bulundurduğunuzda, bir kısım hanımlarımızın kapanmakta ısrar etmelerini de anlayışla karşılamak gerekir. Kaldı ki, makyajdı, markaydı, solarium’du, pilates’ti derken başını alıp giden bir kadın endüstrisine direnmenin bir yolunun da örtünmek olduğunu düşünenler var. Doğrusu haksız oldukları da söylenemez.

SK: Kadınların “çocuklar, yaşlılar ve engelliler” ile birlikte “özel surette korunmaya muhtaç bir kesim” olarak ele alınmasına ne diyorsunuz? En inançlı feministlerimizin bile ‘kota’ talep etmelerine bakılırsa, hiç de fena bir madde olmayabilir, ne dersiniz?

Yapmayın! Kadınlar “korunmaya muhtaç bir kesim” değil, ülke nüfusunun yarısını oluşturan ve hayatın her alanında fırsat eşitliğini hak eden bireylerdir. Ayrıca bu ifade uluslararası literatürden çoktan çıkarıldı. Bu, “pozitif ayrımcılık yapıyoruz” görüntüsü altında, erkeklerin korunmasına muhtaç bir konuma indirmeye çalışmak anlamına geliyor.  Kota ise koşulların gerektirdiği bir pozitif ayrımcılık. Ama bir yandan kota isteyip bir yandan pozitif ayrımcılığa kızmak olmaz.

SK: Kotaya karşı mısınız?

Ben Alev Alatlı olarak aşağılayıcı buluyorum. Kendim için asla istemem. Eğer niyetim varsa siyasete girmeye, girerim ve istediğim yere gelirim. Kimsenin yardımını istemem.

SK: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızının düğününde çekilen bir fotoğraf vardı. Bizi yönetenlerin eşlerinin hepsinin türbanlı olmasına ne diyorsunuz?

Eğer “biz” derken Türkiye toplumundan bahsediyorsak ve demokrasiden içtenlikle yanaysak, silah zoruyla gelmedikleri sürece, siyasilerin eşlerinin türbanlarını veya başörtülerini mesele etmemeyi öğrenmemiz gerekir. İnsan toplumları, bireyler, kümeler, katmanlardan oluşuyor. Bu birimler aynı hızda, uygun adım değişmiyorlar. Değişim, ille de aynı yollardan da geçmiyor. Bazen bir yönde, bazen öbür yönde, kısmen ve göreceli olarak gerçekleşiyor. Diyeceğim, geçmişin, şimdinin ve geleceğin iç içe girmiş olması doğal. Hal buyken, Rock’n Coke konserlerinin, semah gösterileriyle; saraçların, bilgisayar programlamacılarıyla; töre cinayetlerinin, sperm bankalarıyla; başörtülülerin üstsüzlerle aynı fotoğraf karelerine giriyor olmalarına infial duymamayı öğrenmek gerek.

SK: Türban kadın-erkek eşitsizliğinin simgesi… Kadınların bireysel tercihi değil ki!

Başörtüsü ya da türbanın ille de erkeklerin dayatması olduğu şeklindeki inanca katılmıyorum. Bakın, erkeğiyle kadınıyla sahip çıkılan yüzlerce yıllık bir gelenekten bahsediyoruz. Bu gelenek doğal ömrünü sürdürecektir. Alternatifi, zor kullanarak geleneği değiştirmeye kalkışmaktır ki, buna hiçbirimizin rıza göstereceğine inanmıyorum.

SK: Elbette. Tepkisiz kalmak da gerekmiyor ama?

İnsanoğlunun düşünsel uyum yeteneğinin hayli kifayetsiz olduğu da bir diğer vakıa. Tarih, bize, dünyanın hemen her yer ve döneminde, egemen sınıfların inişe geçtiklerini kavramakta güçlük çektiklerini, değişime uyum sağlamakta geciktiklerini söylüyor. İnsanlık tarihinin en büyük felaketleri, egemen sınıfların kaçınılmaz değişimlere gösterdikleri inatçı dirençten kaynaklanır. “Avam” bellenen tabakanın zaman zaman birtakım yazarlarımız tarafından terbiyesizliğe varan biçimlerde aşağılanmasının nedeni de bu. Hal böyle olunca, değişimin herhangi bir bireyin uyum sağlamakta zorlanacağı kadar hızlı olduğu bizimki gibi fevkalade dinamik bir toplumda, aşırı tedirginlik, gelecek korkusu ve dolayısıyla durumdan vazife çıkarmayı da, politizasyonu da doğal karşılamayı öğrenmek gerekiyor.

SK: Türkiye, İran veya Malezya olur mu? Türkiye İran veya Malezya olur mu?

İran mı, Malezya mı diyorsunuz da, geçtiğimiz günlerde Japon Senko Gazetesi’nden birisi geldi, o da ‘Araplaşıyor olabilir misiniz acaba?’ mealinde bir soru sordu. Ben de “soruyu anladımsa Arap olayım!” cevabını verdiğimi hatırladım! Olur! Ne zaman ki, Suudi Arabistan ya da İran, Türkiye’yi işgal eder, Kral Abdullah ya da Mahmud Ahmadinejad, Kempinsky’i atar, Dolmabahçe Sarayı’na (ya da İlber Ortaylı’yı atıp, Topkapı’ya) yerleşir; Türkiye’yi en az iki kuşak sıkıyönetimle yönetir, o zaman bir ihtimal olabilir! Bırakın, Allah aşkınıza, bugün medyamız bunlarla uğraşıyorsa, eminim bir yerlerde birileri ellerini ovuşturup, mutluluktan kıkırdıyorlardır.