KAPİTALİZMİN FITRAT ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Muhasebeleştirme, Soyutlama, Derya Tuna

Ekonomik kriz, Irak savaşı, Avrupa Birliği, Kıbrıs, 4 Kasım sabahı derken, Türkiye’nin gündemine “bomba gibi düşüp” değiştirdiği iddia edilen Derya Tuna’nın şeffaf giysisi! Ve kafamı kemiren soru, nasıl insanlarız “biz?” Ya da, “biz” diye bir şey var mı? Sosyal psikologlar “var” diyorlar. “Biz” bir toplumun belirli bir zaman diliminde güncel olan “sosyal karakteri”ni en iyi tarif eden tanımlamadır. “Sosyal karakter” ise, “aynı kültüre mensup bireylerin çoğunluğunun paylaştığı kişilik yapılanmasının özü.” Halkların çevrelerinde gelişen olaylara verdikleri tepkilerle belirleniyor.

Türk sosyal karakteri, açlığı, işsizliği, savaş tehlikesini bir yana bırakıp, Bayan Tuna’nın giysisinde yoğunlaşan bir yapılanma mıdır? Eğer bu doğruysa, telmihi ne? Doğru değilse, kurşunlanma olayının gazetelerde sürmanşet, televizyon haberlerinde birinci öncelik almış olmasının telmihi ne? Bu noktada devreye kapitalist ekonominin üç temel unsuru giriyor: muhasebeleştirme, soyutlama ve pazar.

Kapitalizm öncesinde bir zenaatkâr, üretimini küçük ve tanıdık bir müşteri grubu için gerçekleştirirdi. Ürünü için talep ettiği fiyat, sosyal konumunu sürdürmesine elverecek kadar kâr içerirdi. Maliyetlerin ne olduğunu aşağı yukarı bilirdi. Kalfa ve çırak istihdam ediyor dahi olsa tantanalı muhasebe sistemlerine ihtiyacı yoktu. Aynı durum çiftçiler için de geçerliydi. Oysa, çağdaş kapitalizmde şirket demek, bilanço demektir. Bilanço, yani, bir kalem darbesiyle oynayan kâr, zarar rakamları. Somuttan soyuta geçiş. Günümüzde iş adamları, şirket yöneticileri ömürlerinde birarada görmedikleri trilyonlarla oynarlarken, çalışanlar soyut olduğu kadar da devasa bir makinanın parçalarından öte varlıklar değillerdir. Emekçilerin “birisi” olmaktan çıkıp, “bir şey” olmaya, “insan” olmaktan çıkıp “rakam” olmaya geçişleri böyle.

Bir ikinci oluşum, uzmanlaşma ve iş bölümü. Üretim süreci karmaşıklaştıkça, emekçi nihai ürünün sadece bir kısmı, cüzi bir kısmı ile ilgili. Bütünü görmüyor. Bütünü gören tek adam yönetici, o da ürünün kendisiyle değil, üretim rakamlarıyla ilgili. Muhasebeleştirme ve soyutlama olmadan kitle üretimini sürdürmek mümkün değil. Ne ki, ekonomik faaliyetin insanoğlunun başlıca eylemi haline geldiği durumlarda muhasebeleştirme ve soyutlama hayatın diğer alanlarına da sıçrıyor. Birey, kendi dışındaki şeylerle, insanlarla ve hatta kendisiyle ilişkisinde muhasebe ilkelerini kullanır, somut olayları soyutlaştırır oluyor.

Bir nesneye, bir insan ya da hayvana iki türlü yaklaşmak kabil: Somut yaklaşım, yaklaşılanın tüm niteliklerini ayırd etmek, eşsiz ve biricik olduğunu görmek, içselleştirmek demek. Soyut yaklaşım, farklılıkları değil benzerlikleri öne çıkaran yaklaşım. Böylece, örneğin, bir masaya bakarken, o masayı oluşturan tahtanın cinsi, cilâsının kalitesi, işçiliğinin niteliği gözden kayboluyor. Niteliği ne olursa olsun, üzerinde yemek yenecek dört ayaklı bir nesne olarak ortaya çıkıyor. Ayağımız yerden kessin yeter diye bindiğimiz otomobil, başımızı sokalım diye kiraladığımız kaçak yapı, ülkemiz de yakından bildiğimiz bir ruh hali, değil mi?

Bu ruh hali, giderek bireyin önce başka insanları, ardından kendisini algılama biçimini de belirler oluyor. Kişilere özgü somut özellikler, somut gerçeklikler gözardı ediliyor. Nasıl ki, “altmış milyarlık bir otomobil”den, “beşyüz milyarlık bir ev”den bahsederken otomobilin ve evin somut niteliklerinden değil, muhasebe defterleri üzerindeki soyutlamalarından bahsediyoruz; “kaç paralık adamsın ki?” diye sorduğumuz zaman da öyle. “Kaç paralık adamsın?” sorusunu hem başkalarına, hem de kendimize yöneltiyoruz, “Kaç paralık adamım ki?”

Zaman içinde insanların bir baba, bir dost, bir büyük, bir bilge olarak somut nitelikleri, soyut, yani pazar değerlerinin yanında tali kalıyor. Bir çiçek, bir gül bile, gül olmaktan çıkıyor, şu-şu fiyatlar arasında satın alınabilir, hediyelik eşya hüviyetine bürünüyor. Sevdiğinize bahçeden koparttığınız gülleri götüremez oluyorsunuz; dünyanın en güzel çiçeği de olsa, değeri pazarda belirlenmemişse kıymeti olmuyor. Geldiğimiz bu noktada sadece şeylerin değil, kendimizin de dahil olduğu insanlarla olan ilişkimizi onların pazar-fiyatları belirliyor.

Muhasebeleştirme o noktada ki, sel baskını, deprem gibi felâketler de soyut rakamlarla ifade ediliyor, insanların acılarıyla değil. Gazetelerdeki ölüm ilânları vefat edenleri değil, ilişkilendirildikleri şirketleri anlatıyor. Nerede tam sayfa bir ölüm ilân görseniz, müteveffanın arkasında büyük bir şirket olduğunu bilirsiniz. Ölen Ahmet ya da Mehmet değil, feşmekân şirketin sahibi, ortağı, hısmıdır.

Artık eşref-i mahlûkat değiliz, hayır. En ufak bir sorumluluğumuz yok, bu dünya bizden sorulmuyor. Canlı, cansız yaratıklara borçlu olduğumuz duygusunu yitirdik. Otuz milyon insanımız yoksulluk sınırının altındaymış, milyonlarca gencimiz işsizmiş derdimiz değil. Çünkü, onlar soyut rakamlardan ibaret ve işlerin bu hale gelmesinde en ufak bir sorumluluğumuz yok. Somut acılarla teması kaybettik.

Geriye dönelim: Derya Tuna’nın kurşunlanması gündemimize bomba gibi düşmedi, hayır. Kaldırımda polislerin gözü önünde bedenine defalarca bıçak saplanan kadın da gündemimize düşmemişti. Ne biriyle, ne de ötekiyle geliştirdiğimiz somut bir ilişki olması söz konusu değildi. Tepki bile göstermiş değiliz, çünkü bu hayat bizim hayatımız değildi, bizim olmayan bir hayattan sorumlu değildik.

Bilim, üretim, politika… bu faaliyetlerin tümü insani anlam taşıyan temellerinden ve boyutlarından hemen tamamiyle soyutlanmış durumdalar. Rakamlar ve soyutlamalarla yaşıyoruz. Somut hiçbir şey olmadığına göre, sahici olan hiçbir şey de yok. Herşey mümkün, hiçbir şey mümkün değil. Türk insanı hayatı tepeden gözlemleyebileceği, müdahale edebileceği konumundan atılmış durumda. Savruluyor.

Kapitalizmin insan fıtratı üzerindeki etkisi diyorlar: yabancılaşma fenomeni. Kelimenin İngilizcesi “alienation” meczupları tanımlamakta kullanılırdı. Fransızcade aliéné, İspanyolcada aliendo psikopat anlamına gelir, yani mutlak suretle yabancılaşmış birisi. “Alienist” İngilizce’de bugün bile deli doktoru anlamındadır.

Yabancılaşma, kişinin kendisini de “yabancı” olarak gördüğü bir ruh halidir. Benliğinden “kopmuş” hali. Kendi hayatına olsun, hakim olamadığı ruh hali. Hareket eder, bir takım işler görür ama yaptıklarının kölesidir, faili değil. Kendisinden en az başkalarına olduğu kadar uzaktır. Sandığa gider, oy verir, miting meydanlarında tezahürat yapar evet ama bütün bu etkinlikleri kendi dışında, kendisiyle doğrudan bağlantılı olmayan etkinlikler olarak yapar. Örneğin, yeşil kart peşinde koşarken, ya da çifte vatandaş olup Amerikan bayrağının altında yemin ederken, bir yandan da Filistin mazlumları için ağlayacaktır. Ya da, bir yandan siyasilere söverken, öte yandan tescilli parti liderleri ile fotoğraf çektirebilmek için türlü hokkabazlıklar yapar.

Edilgenlik hemen her zaman yabancılaşmanın yeni bir belirtisi olarak karşımıza çıkar. Bir siyasi partiye, lidere hatta devlete tapınma ölçüsünde bağlılık gibi görünenin altında yatan aslında kendinden vazgeçmişliktir. Savrulmaya razı olmaktır. Savrulmaya razı olmak yani özgüvenin geri gelmeyecek şekilde kaybı. Avrupa Birliğine gözü kapalı girmek isteklerimizin, ekonomimizin dizginlerini IMF’ye bırakmaya bunca teşne olmamızın, “Aman ha! Kopenhag kriterleri” diye eli kolu bağlanan polisimizin, ülkeyi terketmeye hazırlanan gençlerimizin edilgenliğini gördükçe Allah’ın emanetine layık olmadığımız duygusuna kapıldığımı itiraf etmeliyim. Bu durumda söylenecek son bir cümle kalıyor: “Rüya”nın açlış cümlesi: “Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim ama haysiyetimizi koruyarak, zarafetle ve yitirmeksizin mizah duygumuzu külliyen.”