TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri
Bundan sonra alınan kararların tümü ekonomiyi canlandırmak, üretimi teşvik etmek amacını güttü. Örneğin, Federal İskan İdaresi, çiftçilerin ve ev sahiplerinin ipotek borçlarına kefil olurken, Federal Acil Yardım İdaresi yardım fonlarını yerel idarelere devretti. Sivil Çevre Koruma Birlikleri adındaki kuruluş 2,5 milyon Amerikan gencini askeri bir disiplin altında topladı, ülkenin ormanlarını, parklarını düzenlemek üzere istihdam etti. Günde bir dolara. Tennessee Vadisi İdaresi, Roosevelt’in en parlak fikirlerinden birisiydi. Başkan, Kongre’den, ‘Hükümetin tüm yetkilerini haiz ancak özel şirketlerin esnekliğini ve girişimciliğini taşıyacak bir şirket’ kurulmasını istedi. Amerikanın en yoksul eyaletlerinden Tennessee nehri üzerine inşa edilen bir dizi hidroelektrik santralı bölgenin yoksul köylülerine iş imkânı sağladı ayrıca selleri kontrol altında aldı.
Bu proje uzun yıllar devam etti. Çiftçilerin tarlada kalan ürünlerinden doğan zararlarını karşılamak, tarım ürünlerinin fiyatını yükseltmek için Tarım Yeniden Ayarlama Yasası diye bilinen bir yasa çıkarıldı. Ekicilere ekonomik olmayan ürünleri ekmemeleri , ekonomik hayvanları beslememeleri için ödeme yapma imkanı sağladı. Fakat bu uygulama tam bir rezalete dönüştü – çünkü çiftçiler hayvanlarını öldürmeye, ekinlerini yakmaya koyuldular. Amaç, ürün fiyatlarını yükseltmek, çiftçiyi ayağa kaldırmaktı ama onca açlık içinde tam bir fiyasko oldu. Daha sonraları anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırıldı. New Deal’in aldığı önlemlerin en yaratıcılarından bir diğeri de Ulusal Sanayii Kurtarma Yasası’dır. Kısaca NİRA diye bilinen bu yasa iki dev proje içeriyordu. Birincisi, devasa bir altyapı inşaatı girişimi, ikincisi Amerikan iş hayatına kurallar getiren, haksız rekabeti önleyen karmaşık bir program.
Programı Ulusal Kurtarma İdaresi yürürlüğe koydu. Her bir sektör için rekabeti mümkün kılacak kurallar getirdi. Büyük bir gayretle çalışılıyor olmasına karşın, ekonominin kısa sürede düze çıkmasının bir hayal olduğu ortaya çıktı. Daha da kötüsü, ironik olanı diyelim, can havliyle çıkarılan yasaların çoğunu Amerikan Yüksek Mahkemesi anayasaya aykırı bularak iptal etti. İnsanların bir kez daha nevri döndü. Roosevelt’in popüleritesi azalmaya başladı. Durumu kurtarmak isteyen hükümet tekrar atağa kalktı, liberalizmi şiar edinmiş bir ulusun yöneticileri için hayli şaşırtıcı “sosyal adalet” söylemiyle, işçi sınıfını arkasına aldı. İkinci New Deal denilen bir dizi program daha önerdi! 1935’den itibaren yürürlüğe konulan yeni programlar, hemen tümüyle işçi sınıfının koşullarının iyileştirilmeye yönelikti. O kadar ki, Başkan Roosevelt, sınıf ayırımcılığını körüklemekle itham edildi. Varlık Vergisi (Wealth Tax Act) vergilerini arttırdığı için zenginleri, su-elektrik gibi kamu hizmetleri üreticilerine sıkı düzenlemeler getiren yasa sanayicileri küstürdü. İşverenler toplu sözleşmelerin devlet gözetimi altına yapılmasını sağlayan Ulusal İşçi İlişkileri Yasası’nın –Wagner Kanunu – kendilerini haksız yere cezalandırdığını söyleyerek, İkinci New Deal’e destek vermeyeceklerini ifade ettiler. Amerika’nın sosyalizmi anımsatan bu yeni resminden hiç hoşlanmamışlardı. Asgari ücret ve azami çalışma saatlerini saptayan, çocukların çalışmasını yasaklayan Adil İşçi Standartları Yasası buna rağmen yürürlüğe girdi. Onu emeklilik, iş kazası tazminatı, işsizlik sigortası, ölüm halinde çocuklara ve eşlere, sakatlara yardım öngören Sosyal Güvenlik Yasası izledi.
Eski başkan Hoover’in sıkı para politikasına karşın, Roosevelt’in danışmanları devlet harcamalarının arttırılmasından yanaydılar. Böylece talebin artacağını, ekonominin canlanacağını hesaplıyorlardı. 1935 itibaren, 5 milyar dolar gibi bir para ortaya kondu, bununla iş yaratmaya yönelik programlar düzenlendi. Works Progress Administration (WPA). Roosevelt’in bu bağlamdaki en şaşırtıcı girişimlerinden birisi Kültürel Programlardır. Bunlar Amerikan Hükümetinin kültürel gelişmeye yaptığı ilk doğrudan yatırımlardı. Federal Proje Numara Bir, sonraları kısaca Federal 1 diye bilinen proje, beş bölümden oluştu; Federat Sanat Projesi, Federal Resim Projesi, Federal Tiyatro Projesi, Federal Edebiyat Projesi ve Tarihi Kayıtlar Araştırması Projesi. Bunların başına birer ulusal direktör getirildi. Böylece devlet kendisinden hiç umulmayan bir sahaya girmiş oldu. Gramofon, radyo ve sinemanın işlerinden ettiği müzisyenlere – meselâ, canlı müzik yapan 30,000 müzisyen, bir o kadar da tiyatrocu işsizdi – iş yarattı. Kısaca PWAP diye bilinen kuruluş, ressamlara okullar, kütüphaneler, bakanlıklar gibi kamu binalarında kullanılmak üzere tablolar sipariş etti. Her bir Kongre üyesi için bir resim yapıldı. Sergiler açıldı. Amerikanın en ünlü ressamlarından bazıları Philip Guston, Moses Soyer, Jackson Pollock, Mark Rothko, Jacob Laurence, Ivan Albright, Marsden Hartley, Philip Evergood, Mark Tobey buradan çıktılar. 1936 yılında Federal Edebiyat Projesi kapsamında 6,686 vardı. Bu yazarlar, toplam 3.5 milyon satan 800 eser ürettiler. Ralph Ellison, Richard Wright, Studs Terkel, John Cheever, Saul Bellow, Margaret Walker, Arna Bontemps and Zora Neale Hurston bugün bile tanınan isimlerdir Bir süre sonra sanatçılar devletin yaratıcılıklarını kısıtladığından, sansürden şikayet etmeye başladılar. Bu da işin başka bir yönü. Bütün bu programlar bugün sosyaldemokrat diyebileceğimiz, refah devleti diyebileceğimiz yönetim modeliyle örtüşüyordu.
Amerikanın liberalizme gönül vermiş insanlarının itiraz etmeleri uzun sürmedi. 1937’den itibaren sesler yükselmeye başladı, Roosevelt’in sağcı mı, solcu mu olduğu konusu gündeme geldi. İşverenler İkinci 100 günün icraatını beyenmemişlerdi. Başkanı, kendi sınıfına ihanet etmekle suçluyorlardı. Öyle ki, Roosevelt yönetimi işveren-karşıtı bir yönetim olarak damgalandı. Oysa bugün buradan bakıldığında, Başkan’ın icraatının aslında liberal kapitalizmin yaşamasını sağladığı görülüyor. Bankacılığı, borsayı, sosyal güvenliği düzenleyen yasalar son tahlilde işverenin yararına oldu. 1936 yılına gelinceye kadar, Karaderili Amerikalılar, Lincoln’in hatırına Cumhuriyetçilere oy verirlerdi. Bu gelenek ‘36’da yıkıldı, o yıl Amerikanın en büyük 12 şehri Demokratlara yani Roosevelt’e oy verdi. O yıl işler iyi gitti, ancak bir yıl sonra 1937 ekonomi bir kez daha çöktü, Amerika İkinci Dünya Savaşına girinceye kadar da toparlanamadı. Ekonominin çökme nedeni olarak, eski bir anlayış, bütçenin her koşulda denk olması gerektiği inancı gösterildi. Denk bütçe isteyen Roosevelt, kendi New Deal programlarını yarı yarıya kısmış, işsizliğin 1,5 milyon artmasıyla sonuçlanan yeni bir durgunluk dönemini başlatmıştı. Tarıma ödenen destek de kesilince, ürün fiyatları yeniden dibe vurdu, 4 milyon Amerikalı daha işsiz kaldı. Bu durum Başkan’ın sözüne sadık kalmaktansa, ödün vermeyi tercih ettiği şeklinde yorumlandı. Zaten ekonomiden anlamıyordu diyenler de çıktı. Ekonomiden anlamıyordu diyenler sözlerine kanıt olarak Başkan’ın Keynes’in önerilerine kulak asmamış olmasını gösterdiler.
Keynes kim? Keynes, 1883-1946 yılları arasında yaşamış olan, İngiliz asıllı bir iktisatçı. Önemi, klasik iktisatın serbest piyasa ekonomisine dair teorilerini reddetmiş olmasından ileri gelir. Devlet harcamaları ile özel sektörün refahı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunan ilk iktisatçıdır. Bu bağlamda, ekonominin durgun olduğu dönemlerde, Keynes, bütçenin dengesini bozmak pahasına da olsa devlet harcamalarının arttırılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, durgunluk, ekonomide daralma uzun-vadeli bir sorun değil, kısa vadeli bir talep daralmasıdır. Özel sektörün talebi arttırmaya muktedir olmadığı zamanlarda devlet devreye girmeli, bütçe açığı pahasına da olsa harcama yapmalıdır. Ne zaman ki, ekonomi rayına oturur, devlet o zaman harcamalarını kısar. Devlet bütçesi orta vadede denk olmalıdır, kısa vadede değil, diyordu Keynes. Kısa vadeli ekonomik politikaların yararını anlatan bir de ünlü sözü vardır: “Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.” Günümüzde kapitalist ekonomiler Keynes’in önerileri doğrultusunda yönetilir. Ama ‘30lı yıllarda, hayır. Roosevelt, ekonominin çöküntüye gittiği zamanlarda devlet harcalamarının arttırılması gereğine inanmadı. Keynes’in haklı olduğunu teslim etmesi için İkinci Dünya Savaşına girmesi gerekti. Şimdi buradan geriye baktığımızda, Roosevelt’in New Deal’ının bir ekonomik devrim olmadığını, radikal değişiklikler getirmediğini görüyoruz. Büyük Çöküntü’yü sona erdirmediğini de görüyoruz.
Ancak, Amerikan toplumu üzerinde önemli bir etkisi oldu: hükümet ve işadamı/sanayiciler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenledi. New Deal’e kadar, Amerikan halkı geleceğini özel sektörde görür, ulusal meseleri özel sektörün düzenleyeceğine inanırdı. New Deal’den sonra yüzünü Washington D.C.’ye çevirdi. Federal hükümetin ekonomiye müdahale etmesini bekler oldu. Yine New Deal’a kadar, sanayici ve işadamlarının gerek politikacılar gerekse hükümet üzerindeki etkileri tartışılmazdı. Hatta, siyasi gücün sanayici ve işadamlarının tekelinde olduğu söylenebilirdi. Ancak, Roosevelt’in iş hayatını tanzim eden yasalarından sonra durum değişti. Sahneye işverenlerin dışında iki aktör daha çıktı: hükümet ve işçi sendikaları. Hükümet, Merkez Bankası Sistemi aracılığı ile para yönetimini üstlendi. Vergi, harcama, borçlanma politikalarının nelere kadir olduğunu, ne gibi sonuçlar doğuracağını öğrendi. İşçi sendikaları, ekonominin bütününü görmeyi ona göre tavır almayı öğrendiler. Nihayetinde, işverenler, işçi sendikaları ve hükümetin oluşturduğu sacayağı İkinci Dünya Savaşında bir bütün olarak hareket etti. İşçiler istikrarlı bir işgücü garanti ederlerken, hükümet yalpalamayan, iniş çıkışların hırpalamadığı istikrarlı bir piyasayı garanti etti. İşverenlere gelince, onlar hem hükümetle hem de işçilerle uzlaşmak yoluna gittiler. 1939’a gelindiğinde New Deal dönemi kapanmış, Amerikalılar dış politika ve savunma stratejileri üzerinde konuşur olmuşlardı. Büyük Çöküntü’nün ekonomi tarihinin en önemli hadiselerinden olmasının bir nedeni de Amerika’da başlamış olmasına rağmen, kısa sürede Avrupa’ya atlamış olmasıdır. Mağlup ya da galip, Birinci Dünya Savaşından bitkin çıkan Avrupa ülkelerinin Amerika’ya olan borçları bellerini büsbütün büktü. Amerikan ekonomisinin krize girmesi, Avrupa’ya açtığı kredilerin durması tuz biber ekti. Almanya ve İngiltere Büyük Çöküntü’den en çok etkilenen iki Avrupa devleti oldu. Almanya’da işsizlik 1929 yılının sonunda itibaren arttı, 1932’de altı milyonu buldu. Bu rakam toplam işgücünün %25’iydi. İngiltere’de durum biraz daha iyiydi ama o ülke de, İkinci Dünya Savaşına kadar kendisini toparlayamadı. Ve bu arada hemen herkes aynı yanlışı yaptı: ulusal sanayilerini korumak için gümrük duvarlarını yükselttiler. Bunun sonucu olarak uluslar arası ticaret yarı yarıya azaldı. İç talepin kısıtlı olması nedeniyle malları ellerinde kalan sanayiciler, dışarıya da satamaz oldular.
Büyük Çöküntü liberal demokrasinin itibarını zedeledi. Özellikle de Avrupa’da kapitalizm karşıtı akımları güçlendirdi. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesine doğrudan neden olduğu söylendi. 1933’de şansölye olan Hitler, bir yandan altyapı yatırımları, öte yandan silâhlanma harcamalarıyla New Deal’in senelerce yapamadığını üç yılda yaptı. 1936’ya gelindiğinde Almanya’da Çöküntü bitmişti. Şimdi bu söyleyeceğim korkunç bir şey: ama ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşı ilaç gibi geldi. Savaşla birlikte Amerikan fabrikaları yurtdışından gelen silâh ve malzeme talepleriyle doldu taştı. Birdenbire üç vardiya çalışır oldular. İşsizlik ortadan kalktı. Ekonomi canlandı. Amerika’nın 1941’de savaşa girmesiyle birlikte Büyük Çöküntü sona erdi. Altmış bir ülkede yaşayan bir milyar, yedi yüz milyon insanı doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkiyen İkinci Dünya Savaşında en büyük harcamayı Amerika Birleşik Devletleri yaptı. 341 milyar dolar! Diğer bir deyişle, Amerikalılar Büyük Çöküntü’den sakındıkları paralarını savaşa harcadılar. Savaşan ülkelerin toplam harcamalarına gelince, o, 1 trilyon dolardı! Yıkıntı da ona göre oldu. Avrupa baştan aşağı haraptı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği servetinin %20’sini kaybettiğini açıkladı. Almanya %30’unu. Kuzey Fransa’yı İtalyan ve Alman bombardımanı mahvetti. Nükleer bombalar Japonya’yı. Dünya Bankası ve Uluslarararası Para Fonu, böylesine ağır şartlar altında kuruldular. Avrupanın yeniden yapılanması için büyük yardıma ihtiyaç vardı. Dünya Bankası 25 Haziran 1946’da, sekiz milyar dolar sermaye ile işe girişti. IMF daha eskiydi. Uluslararası Para Fonu gibi bir teşkilâtın şart olduğu daha ’30 yıllarda, altın esasından vazgeçilmesi ile belli olmuştu.