“Bir mıh, bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at, bir atlı kurtarır, bir atlı bir savaş kurtarır, bir savaş bir vatan kurtarır.” Kaos paradigmasını özetlemekte kullanılan bu kadim gözlemi kendime durup durup hatırlatmama vesile olan yüzlerce olaya hafta başında Prof. Ziya Selçuk’un,(1) ardından Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik’in ilkööretim müfredatının çağın bilgileri doğrultusunda yeniden ele alınacağına dair demeçleri eklenmişken, dün de Gazi Üniversitesinin kadirşinas öğretim üyesi Yakup Deliömeroğlu’nun “Schrödinger’in Kedisi” roman ikilisiyle kuantum fiziğinin düşünsel sonuçlarının kamuoyuna yayılmasını irtibatlandıran yazısını gördüm.(2) Müfredat dönüşümünün hayli zaman alacağı kuşkusuzdur, ancak kadim gözlem bir kez daha doğrulanacak gibi duruyor: “Bir mıh, bir nal kurtarır…” Hal buyken, Sayın Bakan’ın “siyah-beyaz diye birşey yok artık…” saptamasıyla özetlediği gelişmeyi bir kez daha hatırlatmak farz oldu.
Beş yüz kadar önce, Ortaçağ’ın sonu “Aydınlanma Çağı”nın ilk işaretleri: Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la(3) devam eden bir dizi buluş ve/yada keşif. Sonuç, semavi dinlerin dünya ve kâinatın işleyişine ilişkin açıklamalarını reddeden, “doğrular”ın vahiy ya da usavurumla değil, gözlem, ölçüm ve deneylerin sonucu belirlenebileceği ilkesinin kesin olarak benimsenmesiyle sonuçlanan yaklaşık üç yüz yıllık süreçin başlaması.
Dünyanın çok sayıda olmakla birlikte tümüyle “gözlemlenebilir ve çözümlenebilir” verilerden oluştuğunu iddia eden Newton, gözlem ve çözümleme sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “bütün”e uygulanabileceğini, bu sade ve basit kanunların Kâinatın bütününü kesin olarak açıklayabileceğini savunur. Newton fiziğinin tanımladığı evren ve dünya, belirgin kurallara göre işleyen, “deterministik,” yani her olayın bir takım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak tezahür ettiği, bulanık olan, ortada kalan hiçbir yönü olmayan, başı sonu belli “mekanik” bir sistemdir.
Klasik Fizik’in dünyası bir ya-ya da dünyasıdır. Aristo’nun doğrusal mantığın kurallarına tabidir. Bir şey, ya doğrudur, ya da yanlış; ya siyahtır ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış” olamaz, çünkü bilimsel yöntemle saptanan “doğru” tektir.
“Doğru”nun “tek” olduğu inancı, zaman içinde modern dünyayı şekillendiren sosyal bilimleri, ekonomiyi, sanatı, edebiyatı, müziği daha da önemlisi siyaset bilimini şekillendirir; ideolojileri keskinleştirirken, “toplum mühendisliği” dediğimiz olguyu yüreklendirir. Toplum mühendisliği, “doğru”yu, baskıcı ya da en azından Jakoben/tepeden inmeci yönetimlerle dayatmakta mahzur görmez, hatta şart sayarlarken, ideolojiler keskinleşir. Gri alanlar, belirsizlikler, yozluk, bozukluk şahsiyetsizlik, anlamına geldiği için yoksayılırlar. Eğitim, aynı doğrultuda, kesin, keskin, muğlağa, müpheme yer vermeyen, sonu “dır.” ve “tır.” ile biten mekanik bir diskur hüviyetine bürünür.
Birinci Aydınlanmanın mekanize kâinat görüşünün sarsılması, 1920’lerde, “ışık”ın doğasına ilişkin yeni bulguların sonucudur. O yıllara kadar “ya” cisimcik bölüklerinden, “ya da” dalga serilerinden oluştuğu kestirilen ışığın, Aristo mantığının “ya-yada” kuralına uymadığı, tersine “hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden”oluştuğu anlaşılır. Bu bulgu, klasik bilim dünyasının “doğru” anlayışını altüst eder. Siyah-beyazcı Newton fiziğinin aksine, kuantum fiziğinin şiarı ““Hiçbir şey şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil” ibaresi olur. “Kesinlik” diye birşey yoktur, “tek” doğru diye birşey yoktur. Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla birlikte Kuantum Devrimi reddedilemez bir oluşum haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.
Arşimed’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı su ve tas deneyini hatırlarsınız. Kuantum Fizik’inin evrekası da ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deneydir. Şöyle ki, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği saptanır. Bu deneyin telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle gösterdiğidir! Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki, kuantum fizikcisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan ünlü kuantum deneyini tertipler. Schrödinger, bu deneyle ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya konan kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği “asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri” olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üstüste bindiği, süperpoze, bir durumda olduğu şeklinde garip ve tekinsiz bir gerçeklikle karşı karşıya getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta “imkansız” olduğu düşünülen bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır.
2000li yılların dünya görüşünü şekillendireceğine kesin gözüyle bakılan Kuantum fiziğinin, insanın kendisine, bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değiştireceği öngörülmektedir. “Post-modernism” yani “modernism-sonrası” denilen oluşum da bu oluşum. Yeri gelmişken, “post-modern” roman, belirli bir kurguya sadık kalmayan, ahkâm kesmeyen roman.
Kuantum fiziğiyle eşzamanlı gelişen “Kaos Paradigması,” Newton fiziğinin “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği deniz dalgaları, girdaplar, borsa hareketleri, insan toplulukları gibi davranışları öngörülemeyen dinamik sistemlerin işleyişine anlam kazandıran paradigma. “Toplum mühendisliği” ne denli özenle uygulanırsa uygulansın, insanların oluşturduğu dinamik sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişikliğin beklenmedik sonuçlar doğurabildiğini gözler önüne seriyor. Bu“en ufak değişiklik” bir kelebeğin kanat çırpması kadar önemsiz olabiliyor. Literatüre “kelebek etkisi” olarak geçiyor: şu anda “Türkiye’nin herhangi bir yerinde kanat çırpan bir kelebek, bir süre sonra İstanbul’da, Ankara’da ya da başka bir yerde fırtınaya sebep olabilir.” İster bir yasa teklifi, ister bir makale, ister bir şarkı, tek bir şarkı, kelebek etkisi yaratabilecek, ne kadar iyi düzenlendiği, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir sistemi öngörülemeyecek biçimde sarsabilecektir.
“Ateş olsa cürmü kadar yer yakar”ın hiç de gerçekçi bir deyiş olmadığı, tersine, “bir mıhın bir nal, bir nalın bir at, bir atın bir atlı, bir atlının bir savaş, bir savaşın bir vatan” kurtarabileceği ispat ediliyor ki, hem sevindirici, hem de korkutucu – hayatın ta kendisi gibi.