Kükreyen ‘20Ler – Ekonomi (1)

TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER 
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri

Tarih her zaman tekerrür edecek diye bir şey yok, hayır. Ancak, ekonomi, siyaset gibi bazı sahalar var ki, buralarda gelişen olayların başlangıç durumlarındaki benzerlikler, sonuçlarını da benzer kılıyor. Bu nedenledir ki, çoğu kez hatalarımızdan ders alabiliyor, hatalarımızı tekrarlamama yoluna gidebiliyoruz. 

Örneğin, Amerikalılar: Amerikalılar, 1929 krizinden ders almamış, gerekli önlemleri geliştirmemiş olsalardı, 1987 krizini meselâ, atlatamazlardı. Ki, 1987 krizi, 1929 krizinden çok daha vahimdi. ’29 felâketinde borsa %12.8 puan düşmüştü, 1987’de %22.6 puan! Buna rağmen, tarihe Büyük Çöküntü olarak geçen ve on yılı aşkın bir süreyle Amerikanlıları inim inim inleten ekonomik felâket, ‘87de yaşanmadı. Neden, çünkü, hatalarından ders almayı başardılar… 
Evet… ekonomik krizler ve ekonomik krizlerden çıkarılan dersler… Bu ve izleyen bölümlerde dünya tarihinin sarsıcı krizlerini gözden geçireceğiz. Farklı ülkelerde farklı zamanlarda yaşanan krizler, kendi ülkemizde, Türkiye’mizde başımıza gelenleri anlamamıza yardımcı olacaktır… Diye umuyoruz! (jenerik)

Solda, yedi çocuk annesi, Kaliforniya’da bezelye toplayanlayanlar , Şubat 1936; sağda, iş bulmak üzere eşyalarıyla birlikte yola dökülen aileler, 1935. 

Solda, Dakota eyaletinden iş bulmak üzere Batı’ya göçen Evans ailesi, 1935; sağda, Arkansas eyaletinde ortakçı çiftçi ailesi, 1935 

Hacmi, kapsama alanı ve süreci itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik buhranı 1929 Krizidir. Mali piyasalarda başgösteren bir büyük panik, haftalar içinde reel sektöre yansıdı. Zengin, fakir, yaşlı, genç demeden herkesi ama herkesi on yılı aşkın bir süreyle perişan eden ekonomik çöküntüyü tetikledi. Amerikanın çehresi değişti. 

Oysa, ekonomi çok iyi gidiyordu. Amerikalılar, Birinci Dünya Savaşının acılarını geride bırakmışlar, yeniden yapılanmaya girişmişlerdi. Başdöndürücü bir teknoloji ve üretim patlaması yaşıyorlardı. Otomotivden, enerjiye kadar akla gelebilecek her sektörden her gün yeni bir buluşun haberi geliyordu. Sanayiciler kazançlarını yeni fabrikalara, yeni makinalara, yeni işçilere yatırıyorlardı. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu. Borsa devamlı yükseliyordu. İyimser olmamak, geleceğe güven duymamak için hiçbir neden yoktu. 

“Kükreyen Yirmiler”den bir afiş 

1920li yıllar tarihe Amerikalıların en yaratıcı yılları olarak geçti. “Kükreyen Yirmiler” diye bir de isim takmışlardı. “Kükreme” sadece müthiş bir hızla büyüyen ekonomilerini değil, radikal bir biçimde değişen yaşam biçimlerini de anlatıyordu. 

Elektriğin evlere girmesi, başlıbaşına bir devrimdi. Elektrik gelince, radyo, başköşeye kuruldu. Caz müziği “Kükreyen Yirmiler”in sesi oldu. Caz müziği, borsa ve naylon çoraplar! Tarihte ilk kez, işçi kızlarla “asil leydiler” aynı ürünü kullanmaya başlamışlardı: naylon çoraplar. Naylon çoraplar, Amerikanın “demokratikleşiyor” olmasının işaretlerinden birisi sayıldı. Kadın hak ve özgürlük hareketleriyle naylonlar arasında bağlantı olduğunu iddia edenler bile çıktı. Biz o kadarını bilemiyoruz ama ‘20li yıllardaki en büyük dönüşümün Amerikan kadınlarında görüldüğü bir vakıadır. 

Kadınlar iş hayatına girdiler. Kısa sürede, çalışan kesimin beşte biri kadın oldu. Etekler, saçlar kısaldı. Hanım hanımcık kadınların yerini umuma açık yerlerde sigara içen, argo sözcükler kullanmaktan kaçınmayan kadınlar aldı. Boşanmalar arttı. Doğum kontrol yöntemlerinin uluorta konuşuluyor olması, geleneksel Amerikan ailesinin dağıldığının kanıtı olarak algılandı. 
Ve seri üretim. “Kükreyen Yirmiler”in en önemli buluşlarından birisi de seri üretimdi. Ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un bu müthiş buluşu sayesinde üretim katladı. Ülkedeki otomobil sayısı kısa sürede altı milyondan yirmiyedi milyona yükseldi. Otomobil fiyatları düştü. Henry Ford, devrim niteliğinde bir çıkış daha yaptı, işçi ücretlerini günde beş dolar gibi görülmedik seviyeye çıkardı. Ve tarihte ilk kez işçiler kendi ürettikleri otomobilleri satın alacak parayı kazanır oldular! 

Yine tarihte ilk kez “yıllık izin” kavramı gündeme geldi. O zamana kadar zenginlere özgü bir ayrıcalık olan seyahat de “demokratikleşti.” Amerikalılar ülkelerinin tatil cennetlerine akmaya başlayınca bu defa turizm sektörü ihya oldu. Arsa fiyatları fırladı, özellikle de Florida’da gayri menkûl spekülasyonu görülmedik boyutlara ulaştı. Bataklıklar bile müşteri buluyordu. 
Borsa iyi kazandırıyordu, insanların ceplerinde paraları vardı, kendilerini eğlenceye vurdular. İçki yasağına rağmen gece kulüpleri adam almıyor, dönemin en sevilen dansı Çarliston maratonları sabahlara kadar sürüyordu. Dans etmeyen Amerikalılar, sinemadaydılar.

Bir istatistiğe göre 125 milyon Amerikalıdan 100 milyonu haftada en az bir kez sinemaya gidiyordu. Holywood, dünya devi olma yolundaydı, yılda iki bin film üretiyordu. Charlie Chaplin, Rudolf Valentino ve erotizm. Bugün bildiğimiz şekliyle mayo da yeni bir icattı. Yarı çıplak starlar muhafazakâr Amerikalıları dehşete düşürürken, Charles Lindbergh, iki motorlu uçağı ile Atlantik Okyanusunu ilk kez ve tek başına geçti! Onu kadın haliyle Amelia Earhart izledi. 

Willa Carter, Gerald Fitzgerald, Ernest Hemingway Amerika’nın en iyi edebiyat ürünlerini verdiler. Time ve Readers’ Digest dergileri tiraj patlamaları yaptılar. New York Times Amerika’nın en saygın gazetesi olma onuruna erişti. Yaşam ortalaması 55’den 60’a çıktı. Lise mezunlarının sayısı ikiye katladı. Dünyada ilk kez yemek karın doyurma kavramını aştı, “sanat” telâkki edilmeye başladı. Yemek kitaplarını, ilk rejim reçetelerini bu yıllarda görüyoruz. Köşebaşı bakkallarının yerini alan süpermarketleri de öyle. 
Albert Einstein’ın sayesinde Kâinat’ın tanımı bile değişti! 
Al Jolson, zamanın ünlü şarkıcısı, “You ain’t heard nothing yet!” diyordu, “Bu daha hiçbir şey değil! Daha neler göreceksin!” 
Çöküş öngörülebilir miydi?! Bugün olsa, belki. Ama Yirmili Yılların hakim ekonomi anlayışı, “laissez-faire” anlayışıydı. 
“Laissez-faire,” devletin elini ekonomiden tamamen çekmesini öğütleyen bir ekonomi terimi. Onsekizinci yüzyıldan kalma. “Müdahale etmeyin, rahat bırakın!” anlamına geliyor. Bu anlayışa göre, ekonominin kendisine has iç-dinamikleri vardır. Bu iç-dinamikler, “gizli bir el” gibi hareket eder, ekonomiyi düzenlerler. Devlet müdahalesi iç-dinamikleri altüst edeceğinden, siyasiler ekonomiden uzak durmalı, ekonomik aktörleri rahat bırakmalıdır ki, işlerini görebilsinler. 

Başkan Calvin Coolridge’in (1872-1933) – sadece onun da değil, o dönem dünya liderlerinin hemen tümünün – yönetim anlayışı ekonomiyi rahat bırakmak şeklindeydi. Aslında politikacılar olsun, ekonomi bürokratları olsun birşeylerin iyi gitmediğinin farkındaydılar. Örneğin, 1923-29 yılları arasında, günde iki banka batıyordu. Borsadaki yükselişin anormal olduğunu, kağıt fiyatlarının aşırı yükseldiğini iddia edenler vardı. Hatta, kredili kağıt alımlarının paniğe yol açmadan kısıtlanması gereği üzerinde konuşulduğu oldu. Ama ne Başkan ne de Amerikan Merkez Bankacılık Sistemi’nin ekonomistleri müdahaleye cesaret edebildiler. Borsa çöker de kabahat başlarına kalırsa diye ürküyorlardı. “İnşallah iyi olur,” diyerekten, seyretmeyi sürdürdüler. 

İyi olmadı. Amerikalılar, çabuk ve kolay para yapmanın esrikliği içinde, başını sonunu pek fazla düşünmek istemeden spekülasyonu sürdürdüler. Bizim Kastelli olayında yaşadıklarımızı anımsatır bir biçimde, neleri var neleri yok borsaya yatıranlar oldu. Kimileri evlerini ipotek etti, kâğıda yatırdı. Kimileri banka mevduatlarını çekti, kağıda yatırdı. Parası yetmeyen, kredi ile kâğıt aldı. Küçük bir avans, yüzde on kadar, veriyorlar, taksitle ödemek kaydıyla kâğıt alıyorlardı. Dahası, aldıkları bu kâğıtları teminat gösterip, yeniden borçlanabiliyorlardı. Öyle ki, borsa, spekülâtif bir piramide dönüştü. Borsaya yatırılmış gibi duran para, aslında orada değildi. 
Dow-Jones Sanayi Ortalaması, bir düzine sanayi kuruluşunun New York Borsasında eldeğiştiren hisse senetlerinin ağırlıklı ortalama değeridir. Borsa hareketleri, 1896 yılında Charles Dow adlı bir adamın geliştirdiği bu yöntemle saptanır. 1928 yılının başlarında Dow-Jones Ortalaması 191’di, 1929 Eylül’ünde 382. Tam iki katı. 1928 Haziran’ında kredi ile alınan hisse senetlerinin değeri 5 milyon dolardı, 1929 Eylül’ünde 850 milyon dolar oldu. Aynı aylarda, fiyat/kazanç oranı 10’dan 20’ye fırladı ve daha da yükselmesi bekleniyordu. 

Solda, John Kenneth Galbraith (1908-2006); sağda Roger W.Babson (1875-1967) 

John Kenneth Galbraith, 1929 Krizini anlattığı mükemmel kitabında 2 Eylül 1929, Cumartesi gününün cehennem kadar sıcak bir gün olduğunu kaydediyor. O akşamüstü denizden dönenler yolları tıkamışlar, New York şehri istikametinde kilometrelerce kuyruk oluşmuş. Bir dolu insan otomobillerini olduğu yerde bırakmak, şehre trenle dönmek zorunda kalmış. Pazar günü, hava daha da sıcakmış, insanlar evlerine kapanmış, radyodan beyzbol maçlarını dinlemişler. Sonra ne olmuşsa olmuş, o sakin, tembel hafta sonu tatilinin ardından borsadaki kükreme durmuş. Tarih 3 Ekim 1929 Pazartesi. Salı kayda değer bir gelişme olmamış. Çarşamba, sadece birkaç büyük şirketin hisse senetleri düşmüş. 5 Eylül Perşembe günü Yıllık Ulusal İş Konferansının yapıldığı günmüş, Roger W. Babson kürsüye çıkmış, “Borsanın çökmesi kaçınılmaz,” demiş, “Ve sonuçları çok kötü olabilir!” 


Roger W. Babson, kim? Roger W. Babson, MIT mezunu bir inşaat mühendisi. Massachusetts eyaletinde gerçekleştirdiği çok sayıda otoban projeleri var. 1898’de meslek değiştirmeye karar veriyor. Aynı yıl Boston’da bir yatırım şirketine giriyor. Menkul kıymetler, sermaye hisseleri, bonolar derken kendi işini kuruyor. Buradan tüm yatırımcılara hizmet veren iş istatistikleri toplama ve yayınlama işine girişiyor. 1904’de o ve eşi, Babson’un İstatistik Organizasyon’u adlı bir şirket kuruyorlar. Şirket, bugün halen Babson Birleşik Yatırım Raporlama adı altında hizmet veriyor. Kenneth Galbraith’e göre, adam eğitimci, felsefeci, istatistikçi, iktisatçı, fizikçi, eğitimci. Müthiş bir öngörüsü olduğu belli zira, 1929 Krizini ve onu izleyen Büyük Çöküşü ilk tahmin eden finans uzmanı o. Babson, sözlerine devamla “Fabrikalar kapanacak, insanlar işten atılacaklar,” diyor, “Bir kısır döngü oluşacak ve ciddi bir çöküntüyle sonuçlanacak.” 

Sözleri soğuk duş etkisi yapmakla beraber, yeterince önemsenmediği gibi, New York Borsası yetkilileri hemen onu yalanlayan ve “Wellesley kâhini” diye alay eden bir yazı yayınlıyorlar. Ciddiye alınmaması gerektiğini, bir adam keyfi bir tahminde bulundu diye insanların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarının akıl kârı olmadığını söylüyorlar. Yetkili ağızlardan gelen bu güvence yatırımcıları rahatlatıyor. Sükûnet avdet ediyor. Ama fırtınadan önceki sükûnet gibi bir sükûnet bu ve sadece bir iki hafta sürüyor. Sonra insanlar önceleri yavaş yavaş, sonra daha hızlı satmaya başlıyorlar. 
21 Ekim 1929 Pazartesi günü sabahı yabancı yatırımcıların, Hollandalıların ve Almanların, kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla başladı. İzleyen üç gün içinde Dow Jones Sanayi Ortalaması 382’den 299’a düştü. 
“Kükreyen ‘20li Yılların” sonu, Büyük Çöküşün başlangıcı, Kara Perşembe. New York Borsası 24 Ekim 1929 Perşembe günü dibe vurdu. 

İnsanlar kağıtlarını satmaya çalıştıkça fiyatlar düştü. Günün sonunda borsa 4 milyar dolar kaybetmişti – yetmiş yıl öncesinin dört milyarı! 

Borsa çalışanları o gece sabahladılar, araya hafta sonu tatili girdi. Olup bitenin ciddiyeti ancak pazartesi sabahı anlaşılmaya başladı. 29 Ekim Pazartesi sabahı borsa açıldığından birkaç saat sonra fiyatlar bir yıl öncesinin kârını sıfırlayacak kadar düştü. Dow Jones Sanayi Ortalaması 230’a indi. 


Panik malûm insandan insana sirayet eden çok güçlü korkuyu ifade eder. New York Borsasının çöküşü insanları paniğe sürükledi. Binlerce insan, büyük spekülatörler değil, küçük tasarruf sahipleri, sıradan insanlar, perişan oldular. Daha da kötüsü, topladıkları mevduatla borsa oynayan bankalar da ardarda batmaya başladılar. 4000 banka, mudiler veznedara yaklaşıp paralarını kurtarmak için birbirlerini çiğnerlerken battı. xc<

October 24 1929, New York, US: Panicked stock traders crowd outside the New York stock exchange on the day of the market crash

Bugün buradan baktığımızda bankaların mudilerinin parası ile borsada spekülasyona kalkışmış olmalarını anlamak güç. Ama öyle oldu çünkü o yıllarda Amerika Birleşik Devletlerinde bankacılık yasaları geliştirilmemişti. Meselâ, bir bankanın kaç dolar sermaye ile açılabileceği ya da rezervlerinin ne kadarını kredi olarak verebileceğini belirleyen yasalar yoktu. Günümüzün kıstaslarına göre değerlendirdiğimizde çoğu bankaların daha kuruldukları gün müflis olduklarını görebiliyoruz. Ne ki, zamanın yöneticilerinin gerekli önlemleri alabilecek tecrübeleri yoktu. 
Bankalar, aracı kurumlar, fabrikalar, ticarethaneler, derken batış bir girdapa dönüştü. O yılın sonunda Amerikan ekonomisinden 30 milyar dolar buharlaştı. Kimsenin cebine girmedi –kimseyi zengin etmedi, sadece buharlaştı! (sürecek)